“Bir yokluğun acısı”: Hisham Matar’ın otobiyografisi ve romanları

“Romanlarını yazdıkça hayat hikâyesiyle ilgili olarak bir sonraki bölümü sahiden bilip bilmediğini sormaya başlamış ve bu sorunun peşinden Dönüş’ü yazmış olabilir Hisham Matar. Genellikle kurmaca metinlerin gerçek hayatın bir tür yansıması, bozularak, değiştirilerek yansıtılması olduğu zannedilir, oysa hayli karmaşık bir süreçtir bu; bazen de kurmaca metin hayatı etkiler, ona yansır.”

27 Ekim 2022 23:30

Hisham Matar’ın temaları birbirine yakın, farklı edebi türlerde yazılmış üç kitabı var. İlk ikisi roman: Erkekler Diyarında[1] 2009’da, Bir Kayboluşun Anatomisi[2] 2016’da Türkçede yayımlandı. Üçüncüsüyse geçtiğimiz ay Türkçe çevirisi yayımlanan, 2017’de biyografi/otobiyografi dalında Pulitzer Ödülü’nü kazanan kitabı Dönüş/Babalar, Oğullar ve Aradaki Memleket.[3] Bu kitapta romanlarına da kısacık atıfta bulunuyor Matar. Havaalanında yıllar sonra memleketleri Libya’ya dönmek üzerelerken annesi şaka yollu dönenin kim olduğunu soruyor: “Süleyman el-Devani mi yoksa Nuri el-Alfi mi?” Süleyman, Matar’ın ilk romanı Erkekler Diyarında’nın, Nuri ise Bir Kayboluşun Anatomisi’nin başkahramanıdır ve her ikisi de birinci tekil anlatıcının ağzından yazılmış bu romanların anlatıcı-kahramanları sürgünde yaşayan kişilerdir. Annesinin şakasına bir yanıt vermez Matar, yazdığı romanların kahramanlarıyla yakınlıkları olduğunu sezdirir ama duygusal olarak hangisine, ne ölçüde yakın olduğuna ilişkin bir şey söylemez. Otobiyografik kitabıyla romanlarının tematik yakınlığı yahut kendi hayat hikâyesiyle bu romanların anlatıcılarının başlarından geçenler arasındaki kimi benzerlikler öteden beri benzer soruların sıklıkla karşısına çıkmasına neden olmuş olmalı Matar’ın. Nitekim, Erkekler Diyarında’nın Türkçe çevirisinin sonuna eklenen söyleşide de, şu tipik ve röportajcıların bir türlü vazgeçemediği, “Bu roman ne kadar otobiyografik?” sorusuna muhatap olmuş. Verdiği yanıt şöyle:

“Roman benim muhayyilemin ürünü […] Bu kitabı yazmam beş yılımı aldı. Kendi otobiyografimi yazmak için bu kadar uzun zaman harcamaya değmez, o kadar ilginç bulmuyorum. Ayrıca bir sonraki bölümde ne olacağını bilmek de sıkıcıdır.” (ED, s. 216)

Yıllar sonra Dönüş’ü, otobiyografisini yazdığına göre önceki fikrinden vazgeçmiş olmalı Matar. Hiç kuşkusuz, bunun nedeni sonradan sonraya hayat hikâyesini ilginç bulması değildir, bu konudaki tahminim, yazarak kurtulmak istediği yönünde. Her iki romanının da yakın izleklerle ilerlemesi bazı meselelerin, dertlerin Matar’ın zihnini –fazlasıyla– meşgul ettiğini düşündürüyor. Bu meselelerin dünyasında nelere karşılık geldiğini ya da başına gelen hangi olaylardan ötürü bu mevzulara takıldığını ayrıntısıyla aktarmak, bunları arkada bırakmak istemiş olması mümkün görünüyor.

Bir başka neden de Libya’daki rejimin değişmiş olmasıdır belki de. 2009’da Türkçede yayımlanan romana alınan söyleşi 2009’dan önce yapılmış olsa gerektir. Kaldı ki 2009 yılında bile Libya’yı Kaddafi yönetiyordu. Rejim 2011’de değişti, Kaddafi öldürüldü, peşinden bugün de sürmekte olan iç savaş, bölünmüş yönetimler çıktı ortaya. Kaddafi’nin devrilmesinin ardından Libyalıları kaplayan büyük ve olumlu değişimler yaşanacağına yönelik umutlu (ama tedirgin) hava da Matar’ı otobiyografisini kaleme almaya yöneltmiş olabilir – hiç değilse ülkede bir gün yüzleşme yaşanacaksa ortaya buna dair bir tanıklık koymak. Kaddafi rejiminin sona ermesinden birkaç ay sonra Libya’ya döndüğü günleri anlatırken ülkenin içinde bulunduğu hali (insanların haletiruhiyesini) şöyle anlatıyor:

“Ümidin ve endişenin buradaki kadar yüksek olduğu bir yerde daha önce hiç bulunmamıştım. Her şey mümkün görünüyordu ve karşılaştığım herkes tek nefeste hem iyimserliğinden hem de içinde kötü bir his taşıdığından söz ediyordu.” (D, s. 49)

Neden otobiyografi yazmaya karar verdiğiyle ilgili bir ihtimal daha geliyor aklıma: Romanlarını yazdıkça hayat hikâyesiyle ilgili olarak bir sonraki bölümü sahiden bilip bilmediğini sormaya başlamış ve bu sorunun peşinden Dönüş’ü yazmış olabilir Hisham Matar. Genellikle kurmaca metinlerin gerçek hayatın bir tür yansıması, bozularak, değiştirilerek yansıtılması olduğu zannedilir, oysa hayli karmaşık bir süreçtir bu; bazen de kurmaca metin hayatı etkiler, ona yansır.

Bir yakınlarının sağ mı ölmüş mü olduğunun bilinemediği, birdenbire kayboldukları, kaybedildikleri durumlarda, insanların hayatlarının nasıl altüst olduğu, neler yaşadıkları, neyin eksikliğini duydukları vb. meseleler çerçevesinde değerlendirmek mümkün Matar’ın her üç metnini de. Anatomi ve Dönüş’te bu izlek daha ağırlıklıdır bu arada,[4] Erkekler Diyarında’da baba gene anlatıcı için çok önemli bir figürdür, onun babası da arada sırra kadem basar, babanın yokluğu (hem ortalıktayken “yokluğu” hem de ortalıklardan büsbütün kaybolması) bu romanda da anlatıcıyı allak bullak eder, ama bu mesele Anatomi’deki kadar ön planda değildir. Şunu da baştan belirtmeliyim, değindiğim, değineceğim benzerlikler sadece temada; olay örgüsü, kişiler oldukça farklı – bununla birlikte bazı kesişmeler de var kuşkusuz, Matar’ın babasıyla Nuri’nin babasının sürgüne gitme nedenleri aynıdır: Kaddafi rejiminin baskısı. (Erkekler Diyarında’da Süleyman’ın babası değildir sürgüne giden, Süleyman’dır, ama sebep babasının muhalifliği nedeniyle başına bir şeyler gelmesinin istenmemesidir!) Beri yandan Matar’ın babasının rejime karşı mücadele veren muhalif bir önder olduğu ve muhalefeti örgütlediğini biliyoruz, ancak Nuri’nin babasının neler yaptığı hakkında bu kadar emin konuşmak mümkün değil. Kaddafi’nin darbeyle başa gelmesinden önceki meşruti rejimde bakandır ve Nuri’nin bilmediği, bizim de roman boyunca öğrenemediğimiz gizli saklı birtakım işler yapmaktadır. Matar’ın babası Cebelle gibi onun da muhalif olduğuna ve bu yüzden duyduğu tedirginliğe biz de tanık oluruz, belli ki takip edildiğinden kuşkulanıyordur (ya da suikasta uğrayacağından); sonrasında da kaçırılır, bunu yapan da belli ki Libya’daki otoriter rejimdir. Matar, aynı tedirginliklerin babasında da bulunduğundan otobiyografisinde söz ediyor. Gene bu iki adama benzer biçimde Süleyman’ın babası da rejim muhalifidir, ancak onun yaptıkları daha yerel ölçekli işlerdir, üniversite öğrencilerini örgütlemekle sınırlı olduğu anlaşılır.

Belli ki, Hisham Matar romanlarındaki bu rejime muhalif, her an başlarına bir şey gelebilecek olan (ve gelen!) babaları kurgularken kendi yaşam öyküsünden, babasından yola çıkmış. Muhalif babanın ülkesi, idealleri uğruna sürdürdüğü mücadele haliyle ailelerin öbür fertlerinde büyük gerilimlere, sıkıntılara, korku ve kaygılara neden oluyordur. Bunun uç örneği Süleyman’ın annesidir, baba evde olduğu zaman sapasağlamdır, ama ne zaman ki baba bir yerlere gider, annesi “hastalanır” ve “ilaç” içmek zorunda kalır. Anatomi’deki babanın ortadan yok olmaları böyle bir sorun yaratmaz gibidir, ama bilmediğimiz bir nedenle bu romandaki anne de zaman zaman rahatsızlanır, beri yandan genelde de bunalımlı bir ruh hali içindedir ve adı pek konmasa da bu durumun babanın ortadan kaybolmalarıyla ilgisi olduğu sezilir – daha sonra kaçırılacak ve büsbütün kaybolacaktır baba. Dönüş’te görüyoruz ki, Matar’ın kendi babası da sık sık ailesinden, evinden uzaklaşmış, ne yaptığına ya da yapacağına dair çok net bilgiler vermemiş, ama romanlardaki gibi ruhsal/bedensel hastalıklara pek yol açmamış bu gizem. Ancak bu demek değildir ki babanın mücadelesinin ailede neden olduğu rahatsızlıklar yok. Şu cümleler Dönüş’ten:

“[Babam] ‘Libya’yla yarışmaya kalkışmayın. Her zaman kaybeden siz olursunuz’ demişti bir keresinde, biz üçümüz [Hisham, ağabeyi ve annesi] onu Kaddafi’ye açıkça muhalefet etmekten vazgeçirmeye çalışırken. Bu sözleri izleyen sessizlik onunla aramızdaki mesafeydi. Görüş ayrılığının tarihsel bir boyutu vardı. Bir ülkeyi bir ailenin mahrem gerçekliğiyle karşı karşıya getiriyordu.” (s. 41-42) [Vurgu eklenmiştir.]

Yetişme çağlarında ve sonraki yaşlarındaki erkek çocuğun babasının kaybolmuş olmasının, bu nedenle onun büyümesine eşlik etmemesinin açtığı yaralar ile bir yakının ölü mü sağ mı olduğunu bilememenin neden olduğu içsel kaosun (belirsizliğin) yanı sıra, Matar’ın metinlerinin temeldeki bir başka ortak izleği de bu sanırım. “Aradaki” memleket meselesi! Elbette bu memleket sadece baba ile oğul arasına girmiş bir mesele değil, sürgüne gitmek zorunda kalan oğulların da doğup bir yaşa kadar yaşadıkları yer aynı zamanda. Dolayısıyla oradan uzak kalmak da, oraya yıllar sonra dönmek de birçok soruna ve sıkıntıya neden olabiliyor, daha önemlisi memleketle bu şekilde kurulan ilişkilerin, bu kişilerin kimliklerinin, varoluşlarının ortaya çıkmasında, gelişmesinde (ya da çorak kalmasında) oldukça ağırlığı var. Hisham Matar, işte bu iç içe geçmiş meseleleri kendi hayat hikâyesi üzerinden ayrıntılı bir biçimde çözümlemeye çalışıyor Dönüş’te.

Adından da anlaşılacağı gibi esasında bir dönüş hikâyesi, ancak Matar bu hikâyeyi kronolojik bir şekilde anlatmıyor. Libya’ya yıllar sonra dönmesiyle başlayan metin sıklıkla geçmiş yıllara, farklı dönemlere gidiyor, sadece Hisham’ın küçüklüğüne değil, daha da eskilere uzanıyor, babasının ve dedesinin bir vakitler neler yaşadıklarına dair bilgiler de aktarılıyor. Babalar, Oğullar ve Aradaki Memleket alt başlığını taşıyan kitapta onlar da baba-oğul oldukları için Hisham Matar’ın babasıyla dedesi arasındaki ilişki de yer alıyor haliyle.

“Babalarla oğulları birbirinden ayıran memleket nice yolcuya yönünü şaşırtmıştır. Burada kaybolmak çok kolaydır. Telemakhos, Edgar, Hamlet ve daha nice erkek evlat bir yandan kendi kişisel dramlarını sessizce yaşarken geçmişle gelecek arasındaki o tekinsiz alanda o kadar uzaklara açılmışlardır ki, akıntıya kapılmış görünürler. Bütün erkekler gibi onlar da bu dünyaya bir başka erkek, bir hami, onlara kapıyı açan ve eğer şansları varsa bunu kibarca, belki de güven verici bir tebessüm ve omuzlarına cesaretlendirici bir dokunuşla yapan biri sayesinde gelmişlerdir. Babalar ise, bir zamanlar kendileri de birer oğul olduklarından, kendi ellerinin hayaletinin yıllarca, sonsuza dek oğullarının hayatında gezineceğini […] o omuzun sonsuza dek kendilerine sadık kalacağını ve ona dünyayı gösteren baba elini hep hatırlayacağını biliyor olmalılardı. Erkek olmak, bu minnet ve hatırlama zincirinin, bu suçlama ve unutma zincirinin, bu teslimiyet ve başkaldırı zincirinin bir parçası olmaktır, ta ki erkek evladın bakışı dönüp geriye uzandığında gölgelerden başka hiçbir şey göremeyecek kadar yaralanıp keskinleşinceye kadar.” (s. 55) [Vurgu eklenmiştir.]

Burada önemli bir anne parantezi de açmak şart. Hisham Matar’ın metinlerinde anne figürü hiç de arka planda değil. Romanlardaki anneler daha mutsuzlar. Anatomi’de şöyle bir cümle var: “Annemin mutsuzluğu o kadar eski ve yerleşikti ki, gerçek nedenini sormaya hiç yeltenmemiştim. Hiçbir şey, doğduğumuzdan beri var olan durumlar kadar kabul edilir olmuyor.” (BKA, s. 34) Nuri’nin annesinin mutsuzluğunun nedeni roman boyunca gizemli kalmaz, Süleyman’ın annesiyse sadece kocasının ailesinin geleceğini riske atacağı siyasi girişimleri nedeniyle mutsuz değildir. Onun çok daha eskilere dayanan, köklü gerekçeleri vardır. Daha on dört yaşındayken evlenmek zorunda kalmıştır, yaşıtı erkek çocuklarıyla bir kafede oturduğu için. Tutucu toplumsal yapının (erkekler diyarının!) kadınlara biçtiği rol ile namus vb. kavramların onlara yaşamayı nasıl zehrettiğine romanda sıklıkla değinilir. Süleyman için annesi çok önemlidir ve en büyük hayallerinden biri annesinin çocukluğuna beyaz atlı bir prens olarak girip onu yaşadığı zulümden çekip almaktır. Ne ki toplumsal yargılar onun da zihninde çoktan yer etmiştir. Şu kaygıyı daha dokuz yaşındayken duyuyordur – bir erkek evlat olarak!

“Deli deli konuşmalarını duyunca, mutfak tüpünü açık bırakır ya da kendini yakar veya Allah korusun evi terk eder de ailemize laf gelir korkusuyla anneme göz kulak olmaya çalışmaktan bitap düşerdim.” (ED, s. 18) [Vurgu eklenmiştir.]

Dönüş’te kendi annesinin Nuri’nin ya da Süleyman’ın annelerininkine benzer kaygıları olduğundan hiç söz etmiyor Matar, ancak anlarız ki onun annesi de kocasının her yaptığını olduğu gibi onaylamıyordur, hiç değilse bir şeylerin biraz daha değişik olmasından, farklı yaşanmasından yanadır. Büsbütün bir teslimiyet içinde değildir, evin hepten bir siyasi karargâh olmasına ya da böyle hissedilmesine karşı set çeker mesela.

“Politik bir evdi bizimki, muhaliflere ve muhaliflerin öngörülebilir ve çoğu zaman bezdirici konuşmalarıyla dolar taşardı. Bu üst düzey yemek davetleri annemin bu gerçekliğe karşı yaptığı birer misillemeydi.” (D, s. 61)

Beri yandan Matar’ın annesinin yaptığı yemeklerle sofradaki havayı, konuşmaları değiştirmesine, sofraya gelen yemekle kâh duygusallığın kâh kahkahaların hâkim olmasına babası da çok karşı değildir, hatta da o da hoşlanıyordur.

“Bütün bunlar anneme büyük bir tatmin duygusu veriyordu ve her ne kadar belli etmemeye çalışsa da, babamın gururu da aşikârdı. Güçlü olduğumuz yıllardı bunlar, annemle babam –ebeveynlerin her zamanki endişeleri bir yana bırakıldığında– geleceği dost bir ülke gibi gören çiftlerin özgüvenini taşıyorlardı.” (D, s. 61)

Bu özgüven, Hisham’ın babasının tutuklanması ve ardından kaybolmasıyla yerini endişelere bırakır, ancak kitap boyunca annesinin çok sağlam durduğunu, romanlardaki annelerin ruh haline düşmediğini görüyoruz. Matar’ın çocukluğunun güzel (ve ailenin “güçlü”) yıllarından söz ederken değindiği şu tutum ve ruh halini annesinin ilerdeki zor yıllarda da sürdürdüğü açık.

“Annem o günlerde sanki dünya sonsuza dek olduğu halde kalacakmış gibi davranıyordu. Sanırım annelerimizden istediğimiz de budur: Dünyayı ayakta tutmaları ve yalan bile olsa dünya ayakta tutulabilirmiş gibi yapmaya devam etmeleri.” (D, s. 60)

Bu arada Hisham’ın annesinin mücadelenin büsbütün dışında durduğu zannedilmesin, otoriter yönetimlerin muhalifleri yıllarca cezaevinde tuttuğu başka rejimlerde olduğu gibi, ailenin dışarıda kalan kısmını bir arada tutmak, (çekirdek ya da daha büyük) ailenin içerideki fertlerinin ihtiyaçlarını karşılamanın yanı sıra başka muhaliflerle dayanışmak da kadınlara düşmüş Libya’da. Hisham, 2011’den sonra annesiyle birlikte Libya’ya döndüklerinde annesinin vaktiyle bir başka kadınla birlikte “her hafta cezaevinin bütün bir bölümü için 150 erkeğe yemek pişir[diğini]” öğrenir. Annesinin yıllar sonra bunlar hakkında söyledikleriyse şudur:

“‘Dürüst olmak gerekirse hatırlamıyorum. Her şey çok geride kalmış görünüyor. Başka bir hayatta.’” (D, s. 127) [Vurgu eklenmiştir.]

Başka bir hayat… Dönüş’ü çok kısa tanıtmak gerekirse seçilecek tabirlerden biri bu olabilir. Bir muhalifin önce sürgüne gidip sonra cezaevine atılması ve ardından ondan hiç haber alınamamasıyla (kaybolmasıyla) çocuklarının ve eşinin hayatlarının nasıl başka hayatlara dönüştüğünü aktarıyor Matar’ın anıları. Sadece bu kadar değil ama, aynı zamanda bütün bu yıllar boyunca ülkenin geçirdiği değişim, başka bir deyişle ülkenin hayatının da nasıl başkalaştığı açıkça ortaya seriliyor.[5] Libya söz konusu olduğunda “başka bir hayat” esas olarak Kaddafi rejiminin yıkılmasının ardından başlıyor.


Libya. Kaddafi'nin devrilmesinden sonra, 2012. Fotoğraf: Yuri Kozyrev

Matar, eşi, ağabeyi ve annesi 2011’de Kaddafi rejiminin yıkılmasından birkaç ay sonra dönüyorlar Libya’ya, Mart 2012’de. Hisham bir yandan büyük ailesinin onlar gibi yurtdışına sürgüne gitmemiş fertleriyle bir araya geliyor, –aralarında uzun yıllar boyunca cezaevinde olanlar vardır– bir yandan da babasının akıbetini öğrenmeye çalışıyor. Uzaklarda, sürgünde de olsa, Hisham Matar, biraz da babasının nerede, ne halde olduğunu öğrenebilmek için ülkesiyle bağını hep korumuş, kampanyalar düzenlemiş, sağlıklı haber almak için bağlantılar kurmuş. 2011’deki ayaklanmalar sırasında yaşananları da ilk elden dinleme imkânı bulmuş – telefon aracılığıyla da olsa. Bunlardan biri baskı rejimlerinin başları sıkıştığında neler yapabileceğinin, nelerden medet umduğunun çarpıcı bir örneği. Meydandaki kitlesel gösterilerin silahla bastırıldığı sırada öldürülen muhalifleri meydana gömmekten başka çare bulunamamış, ancak Kaddafi’nin adamları meydana hâkim olduklarında bu cesetleri çıkartıp yakmışlar. İktidarların insanları kaybederek onların sağ mı, ölü mü olduklarının bilinmemesiyle murad ettiklerinin benzeri bir şey bu. Böylesi belirsizliklerin, müphemliğin yayılmasının insanların dirençlerini kıracağını varsayıyorlar. İşte, bu çatışmaların ardından Kaddafi’nin öldürülmesini takip eden aylarda Libya’ya giden Matar, bu kez bir başka hayatla karşılaşıyor, ancak kısa sayılacak bir zaman sonrasında da bambaşka bir hayatla karşılaşacaktır. Kitapta bu değişimin hızını, bu altüst oluşu (hayatların başkalaşmasını) özlü biçimde şu cümlelerde görmek mümkün:

“Şu anda kendini sınırsız bir ümit ve iyimserlikle dışavuran bu enerji, birkaç ay sonra kendi üzerine kapanıp ifadesini kanda ve katliamda bulmaya çalışacaktı.” (s. 111)

Hisham Matar’ın anlatısı, bir yanıyla Libya’nın yakın tarihsel-toplumsal hayatına dair hayli önemli ve ilginç konuları içermekle birlikte, esas olarak bireysel bir hikâye; babasının akıbetini öğrenememenin onun dünyasında ne gibi sonuçlara yol açtığının peşinden gidiyor. Bu çabası sadece babasına dair yeni bilgiler edinmesini değil, kendisiyle de bir anlamda yüzleşmesini sağlıyor. Muhtemelen Dönüş bu yüzleşmenin yazı yoluyla sürdürülmesi aynı zamanda.

“Kaddafi babamı aldığında beni de babamın hücresinden çok daha büyük olmayan bir yere tıkmış oldu. Bir aşağı bir yukarı volta atıp durdum, bir yöne doğru öfkeyle, diğer yöne doğru nefretle, ta ki içimin küçüldüğünü, katılaştığını hissedinceye dek.” (D, s. 222)

“Bir insanın kaybedilmesinin doğurduğu haksızlıklar arasında bir tanesi var ki, tarifi güç. Kaybolan kişi bir soyutlamaya dönüşüyor, o kişinin seninle aynı güneş ve aynı ayın altında yaşıyor olması gerçek bir ihtimal olduğu için onun net bir resmini aklında tutman zorlaşıyor. Biri öldüğünde hayata vurduğu damga silikleşir ve dünyadaki hiçbir anıt, hiçbir anma töreni unutmanın önüne set çekemez. Fakat hayattayken kaybolan kişi, faal ve teferruatlı bir biçimde değişiyor.” (D, s. 171)

Hisham Matar, babasını (ve bir anlamda kendisini de) arama sürecinde birçok yerden, kişiden yardım alıyor; akrabalar, yakın dostlar, siyasetçiler, ünlü kişiler, babasıyla beraber cezaevinde yattığını bir şekilde öğrendiği insanlar… Ancak Dönüş’ün en ilgi çekici yanı, bütün bilgilerin yanında Matar’ın edebiyattan ve sanattan aldığı güç ve bilgi. Farklı bir bilgi elbette bunlardan aldığı,[6] ancak anlıyoruz ki, onun zihninde kimi parçaların birleşmesinde, kimi yeni fikirlerin oluşmasında, yalnızlık buhranlarından çıkmasında, dayanışma ve sürdürme gücü bulmasında hayli etkileri oluyor. Yeni sorulara ve yeni yanıtlara yol açıyorlar. Bütün bunlara eşlik eden bir şey daha var: Muhayyile.

“O tanıdık yere geri dönmüştüm; olup bitenlerle ilişki kurmanın tek yolunun muhayyileden geçtiği gölgeli bir yer bu, bunu yapmak da geçmişe heyecan katmaya yarıyor sadece, geçmişin ihtimallerini sonsuz sayıda odası olan içinden çıkılması imkânsız bir hayaletli ev misali çoğaltıyor.” (s. 146)

İşte, bazı soruların yanıtları için muhayyile gerekiyordur, muhayyile ve onu harekete geçirecek yapıt ya da yapıtlar. Hayatı boyunca sanat, mimari ve müzikle ilgili olan Matar’ın resimlere olan düşkünlüğü babasından haber alamamaya başladıkları yıl dönüşüm geçirmiş. Bir galeriye gidip bir tablodan bir başkasına geçmenin ona uygun olmadığını fark etmiş, ama bu galerilerden ayağını kesmesine neden olmamış. Her gün tek bir resim seçip on beş dakikalığına onu seyretmeye başlamış, evi de çok yakınmış o zamanlar Ulusal Galeri’ye.

Libya’ya dönüşünden ve babasının başına gelenler hakkında öğrenebildiği her şeyi öğrenmesinden birkaç gün sonra Roma’ya gittiğini ve Tiziano’nun Aziz Laurentius’un Şehit Edilmesi tablosuna çok uzun süre boyunca baktığını yazıyor Matar. Resim ona zihnindeki bazı soruların yanıtını sunmuş.

“Babamın son anlarına ait olan ve keskin cam kırıkları gibi üzerime gelen sesler ve imgelerle çevrilmiş halde buldum kendimi: Ona ne demiş olabilecekleri, son sözlerinin ne olmuş olabileceği, geçmişi ve geçmişin ona o anda nasıl göründüğü.” (D, s. 155)


Tiziano, Aziz Laurentius’un Şehit Edilmesi, 1558, I Gesuiti Kilisesi, Venedik.

Dönüş, başta belirttim, bir dönüş hikâyesi, dönülen yer aynı olmasa, dönen kişi aynı olmasa da! Libya’da eşi dostu, akrabalarını görüp sohbet ettikçe, onların başlarından geçenleri öğrendikçe, kendi hikâyesini anlattıkça Matar kendisiyle de yüzleşmiş.

“Her şeyin başlangıcına geri dönmek de […] topluluk içinde bir yerdeyken kendini aynada görmeye benziyor. Aynadakinin kendin olduğunu idrak etmeden önce ilk tepkin bundan kuşku duymak oluyor. Sendeliyor fakat tam zamanında dengeni buluyorsun. Şimdi farkına varıyorum ki, […] yaptığım yürüyüşlerin hepsi, bir şekilde kendimle karşılaşabileceğime dair müphem bir kuşku altında gerçekleşiyordu; yani çevresiyle uyum içinde yaşayan, bir kitabın bir bölümü gibi tam da yerinde var olan, yırtılıp atılmamış, kendi başına bir anlam dünyası kurmaya terk edilmemiş bir diğer benle.” (D, s. 109-110)

“Aradaki memleket”in babayla oğul arasındaki mesafeyi kuran, çoğaltan bir yanı var, ama bu sonsuza dek böyle sürecek değil, dönüşle beraber bir şeyler de değişir. Değişim ürkütücü olsa bile…

“Memleketimle bağ kurabilmek için sahip olduğum araçların tümü geçmişe aitti. Öfke, Libya’dan ayrıldığımızdan beri zehirli bir nehir gibi hayatımın içinden akıyordu. Anatomime karışıyor, iliklerime işliyordu. Keder bir virüs gibiydi. Fakat artık surları görebiliyordum, o kadar eskiydiler ki, daha önce hiç fark etmemiştim onları, o güne dek tanıdığım herkesle aramda, benim için önem taşımış her kitap ve her resim ve her senfoni ve her sanat eseriyle aramda yükselen bu surlar birdenbire yıkılmak üzereymiş gibi görünmeye başlamıştı. Özgürlük beni korkutuyordu – zira, ne de olsa, yapmacık bir adam olduğumu hissediyordum.” (D, s. 110)

Matar’ın romanlarıyla otobiyografisinin kesiştiği, paralel ilerlediği, çakışıp ayrıldığı yerler çok; aynı tema üzerine çeşitlemeler, farklı enstrümanlar için, farklı kişiler, kişilikler için ortaya konmuş çeşitlemeler. Erkekler Diyarında’nın sonlarında Süleyman artık yıllardır ülkesinden ayrı, Mısır’da yaşamış bir yetişkin olarak şunları geçirir içinden:

“Bir yokluğun acısını çekiyorum, hep var olan bir yokluğun acısı… Kendi tercihi olmayan bir kayıpla, tam olarak ne kaybettiğinden ya da ne kazandığından emin olamayan bir yetimin acısı gibi bir acı. Mesela pek de yakın olmadığım insanlarla bile ayrılırken içine girdiğim aşırı duygusallık; mümkün olmayan yeniden bir araya gelmeler için verdiğim sözler beni hem şaşırtıyor hem de kendime öfkeleniyorum. […] Dünyayı aldatmak için bu kurgusal benliklerimizi ne kadar yüzeysel bir şekilde ve ne büyük hızla oluştururuz ve eğer bizi ‘biz’ yapan o yola girmemiş olsak ne olurduk; bizden ne olacağını keşke bekleyip görse miydik?” (ED, s. 202)

“Bir yokluğun[7] acısı.” Hisham Matar’ın romanları onun hayat hikâyesinin oldukça yakınından geçiyor; tema, ilişkiler, coğrafya/ülke ve bilhassa bu coğrafyanın tarihi olarak çok yakınından, burası çok açık ve tartışmasız, ama bu yakınlık anlatılanlara bir sınır çekmiyor; aksine, hikâyelerin uzandığı farklı yerler de var. Şöyle diyeyim: Kayıp baba anlatısı salt muhalif olduğu için başına işler gelen, kaybedilen, kaçırılan, hapse atılan babanın yokluğu meselesiyle sınırlı değil. Anatomi’de örneğin, baba aynı zamanda kendi rızasıyla da bazen kayboluyor; başka bir hayat, bazen de dayatılan bir şey olmayabiliyor. Yahut daha da uç bir noktaya çekersek, babayla oğul arasındaki mesafeyi koşullar, siyaset ya da iktidar belirlemiyor, baba ya da oğul da değil bunu uzatıp kısaltan, aralarındaki ilişkinin/bağın doğası da etkili bunda – bunca yakınlığın barındırdığı bir mesafe belki. Ya da tahmin edilenden çok önce başlıyor bu mesafe açılmaya, Dönüş’teki şu cümlede vurgulanan biraz da bu:

“İnsanın ebeveyniyle kendisinin aynı kişi olmadığının farkına vardığı bir an var, genellikle bu an her ikiniz de aynı tutkuyla yanıp tutuşurken yaşanıyor.” (D, s. 40)

Son olarak şunu ekleyeceğim. Otobiyografisinde olduğu gibi, Matar’ın roman anlatıcıları da geçmişten hatırladıklarını anlatıyorlar bize – Nuri ilk gençlik ve gençlik yıllarını, Süleyman çocukluğunu. Yazı boyunca değindiğim, ülkeyle ve kişinin kendisiyle yüzleşmesi bahsi romanlar bağlamında da söz konusu. Onlar otobiyografi yazarı gibi çözümleyici muhakemeler üzerinden değil hikâye anlatarak yapıyorlar bunu. Özellikle Erkekler Diyarında’da dokuz yaşındaki Süleyman’ın anlam dünyasının içerisinden takip ettiğimiz hikâyede onun kaygıları, arzuları, hayalleri, hataları, iddiaları, çıkmazları, sıkışmışlıkları ön planda, yazar bunlara müdahale ederek yahut yıllar sonrasından pişmanlık, nedamet cümleleri kurarak ahlaki düsturlar serdetmiyor. Süleyman’ın birkaç kritik noktada yaptığı bir şeylerden pişman olduğu halde kendisini bağışlatabilecek girişimlerde bulunmak yerine önceki tavrını sürdürmesi, sadece yaşının gereği ya da sonucu değil, farkında olmadan içselleştirdiği başka bir şeyler var bu tavır ya da tavırsızlıklarda, adını koymak tam olarak mümkün olmasa da. Böyle olduğu halde, daha doğrusu böyle olduğu için, ortaya çıkan resim Süleyman kadar, yetişme çağının çalkantılarının ve aynı zamanda Libya’nın ya da o yıllara hâkim toplumsal atmosferin de resmi olarak beliriyor – roman sanatının incelikleri. Bu arada, Dönüş’ün de otobiyografik bir metin olduğu halde roman okumanın hazzına yakın hazlar verdiğini vurgulamak lazım, özellikle babasının başına gelenleri öğrenme çabasını aktardığı bölümler usta işi bir gerilim romanı gibi.

  

NOTLAR: 


[1] Erkekler Diyarında, Hişam Matar, çev. Duygu Günkut, Hitkitap, 2009, 216 s.

[2] Bir Kayboluşun Anatomisi, Hisham Matar, çev. Leyla İsmier Özcengiz, Pegasus Yayınları, 2016, 210 s.

[3] Dönüş/Babalar, Oğullar ve Aradaki Memleket, çev. Yasemin Çongar, Siren Yayınları, 2022, 245 s.

[4] Şu cümle Dönüş’ten: “Gerçek şu ki o anda babamın ölmüş olduğuna inanmıyordum. Fakat aynı zamanda babamın yaşıyor olduğuna inanmadığım da bir gerçekti.” (s. 203) Bu da Bir Kayboluşun Anatomisi’nden: “Babamın öldüğüne hâlâ inanmamakla beraber hayatta olduğunu da düşünmüyordum.” (s. 183)

[5] Mimari de değişiyor yeni hayatta, ışıkla kurulan ilişki de. “Evlerde artık ışık istenmiyor. Işığın önü kesiliyor; dışarıdan gelen diğer şeylerin önü kesildiği gibi: Tozun, sıcağın, kötü haberlerin. Üzerinde düşünülmüş jestlerin fiziksel bir temsili olan mimari, benim buradan uzak olduğum yıllarda değişmiş. Doğaya sırtını dönmüş. […] Şimdi yüksek tuğla duvarlar manzarayı kapatıyor, pencerelerin panjurları da hiç açılmamasına örtülü. Güneşi ve gelip geçenlerin bakışlarını dışarıda tutma yönündeki bu kararlılığı içsel bir başkaldırı, mahrem bir huzursuzluk olarak okumaktan kendimi alıkoyamadım.” (D, s. 50)

[6] Hisham Matar'ın 2018'de Columbia Üniversitesi’nde yaptığı “Edward W. Said Anma Konuşması”ndaki şu cümlelerini hatırlayabiliriz:

"[Üniversitedeyken] en çok ve daha doğal bir ilgiyle okuduğum şeyler şiir ve romanlardı. Birilerinin beni hatırladığı duygusuna kapılmaktan kaynaklanan o tarifsiz teyit hissini yaşadığım, kendi deneyimlerimden kesitlere, kendi bilincimin yansımalarına rastladığım yerler onlardı. Şiir ve kurmaca bir zihniyeti, bir duygu ve düşünce alanını temsil ediyordu. Şiirin ve kurmacanın, benim kişisel kavrama hırsımla bir ilgileri vardı."

Bu konuşma metninin Türkçesi K24'te yayımlanmıştı. Ayrıca Yasemin Çongar'ın 2022 Kıraathane Kitap Şenliği'nde Hisham Matar'la Dönüş üzerine yaptığı söyleşinin videosu için de Kıraathane'nin Youtube'daki kanalına bakabilirsiniz.

[7] Benzer bir ifade Bir Kayboluşun Anatomisi’nin sonlarında da çıkar karşımıza. Nuri, yıllar sonra, çocukluğunun geçtiği Kahire’ye dönerken “Sevdiğim her şey ve bütün kaybettiklerim bir zamanlar burada var olmuştu. Ve ben şimdi giden herkesin ardından yokluğa adım atıyordum.” (s. 193) [Vurgu eklenmiştir.]