Can sıkıcı bir kriz hikâyesi

Küresel finansal ve ekonomik gidişatın yakında yeniden çatırdamasıyla birlikte muhtemelen 2008'den yeni kırılma ânına kadar olan sürece “iki kriz arası dönem” ismi verilecek...

05 Temmuz 2018 14:35

“Ekonomik kriz” sözcüklerini gittikçe artan sıklıkta ve şiddette işitiyoruz. Öyle ki baskın seçimin neden olduğu kısa süreli arayı saymazsak eğer, ülkenin ana gündeminin ekonomik kriz beklentisi olduğunu iddia etmek abartı olmaz. Tabii ki en az birkaç yıl daha gündemin bu şekilde devam edeceğini söylemek de sürpriz bir öngörü sayılmaz. Peki, bugünlere nasıl geldik? Nasıl oldu da “istikrar ve büyüme,” yerini “istikrarsızlık ve çöküş” sözcüklerine bıraktı?

Yazıya başlamadan, okurlara küçük bir duyuruda bulunmak istiyorum. Okurken, kimi zaman anlaması zor ve aşina olmadığınız iktisadî terimlerle karşılaşabilirsiniz. Bu terimler çok önemliyse mutlaka açıklayacağım; değilse atlayacağım ve emin olun siz yine de yazının özünü kaçırmış olmayacaksınız. Çünkü bu yazıyı az okunan bir iktisat dergisinde değil; bir edebiyat dergisinde okumaktasınız. Tadı da hâliyle bitter değil, sütlü çikolata gibi olacak; sonlarına yaklaştıkça ağzınızda iktisat değil, daha çok edebiyat tadı kalacak.

Amerikalı ekonomist Hyman Minsky’nin büyümenin yüksek seyrettiği istikrarlı dönemlerin sonunun istikrarsızlık ve çöküş olacağını öngören bir teorisi var. Bu öngörünün temelinde de ölçüsüz oranlarda artan kredi kullanımı ve bunun doğal neticesi olan finansal çalkantılar yatmakta. Minsky bu teoriyi yaklaşık 40 yıl önce ortaya atarken 2000’li yılların Türkiye’sini hayal etmiş olmalı.  

Hikâyeye en başından, 2001’de yaşanmış krizin hemen ardından alınan önlemlerle başlamak gerek. Çünkü bir sonraki krizin nedeni, o “krizde öğrenilmemiş olan ders” olacak. Devamında, özellikle son beş yılda raflardaki iktisat kitaplarına aykırı bir şekilde icraatta bulunan ekonomi yönetimine değinmeli. Çünkü yaklaşan krizin “Cumhuriyet tarihinin en şiddetlisi” olacağı öngörüsünün arkasında bu var. Son olaraksa, olası küresel finansal sarsıntıdan bahsetmek şart. Çünkü öncekilerden farklı olarak bu krizin büyük sosyal patlamalar neticesinde “ekonomik buhrana” dönüşeceği beklentisi bu noktada gizli.

Alınmayan ders

Türkiye ekonomisi, bir önceki uzun döngüsüne 1980’de başlamış ve bu döngüyü 2001 kriziyle tamamlamıştı. Bu dönemde uygulanan politikaların olumsuz sonuçları 1994 kriziyle birlikte açıkça görülür hâle gelmişti. Türkiye dış sermayeye muhtaç bir ülkeydi ve kendi kötü yönetimi yetmediği gibi yaşanan tüm küresel olumsuzluklardan da etkilenmekteydi. Bu nedenle 1994 Brezilya, 1997 Asya ve 1998 Rusya krizlerinin tsunami dalgaları kıyılarımıza finansal çalkantı olarak ulaşmıştı. Tüm bu olumsuzluklara 1999 Marmara Depremi gibi olağanüstü gelişmeler de eklenmiş ve nihayetinde 2001 yılıyla birlikte ekonomi tamamen havlu atmıştı. Ekonomimiz öylesine güçsüz düşmüştü ki yalnızca IMF programını sıkı sıkıya uygulamak zorunda kalmamış; bizzat bu nedenle yurt dışından ekonomiden sorumlu bakan ithal etmek durumunda kalmıştık.

Kemal Derviş’in programının ismi “güçlü ekonomiye geçiş” idi. Program o günlerde Türkiye ekonomisinin iki ana zayıflığı olan kamu maliyesi ve bankacılık sistemini düzenlemeyi amaçlıyordu. Sosyal devletin zayıflatılması ve kamu varlıklarının peşkeş çekilmesi pahasına kamuda malî disiplin sağlandı. Yeni bir bankacılık sistemi kurmanın maliyetiyse holding patronlarının batırdığı milyarca dolarlık krediyi Hazine’nin, yani vatandaşın üstlenmesi olmuştu. Nihayetinde, program neticesinde bu iki alanda istikrar sağlanmış, yapılanmanın bedeliyse benzer krizleri yaşamış diğer birçok ülkede olduğu gibi vatandaşa kalmıştı.

Kasım 2002 seçimleriyle birlikte Türkiye nihayet siyasî istikrara kavuşmuştu. Acı reçete çoktan içilmiş, küresel ekonomilerse yüksek büyüme trendine girmişti. Türkiye gibi tasarruf yoksunu bir ülkenin bu büyüme trenine binebilmesi için dış finansmana ihtiyacı vardı. Alınan dersler ölçüsünde Maliye ve bankalar artık ayaklarını yorganlarına göre uzatmak zorunda olsalar da özel sektör ve hanehalkı (vatandaş) döviz cinsi kredi çekmekte özgürdü.

Derken, Ağustos 2007 tarihiyle birlikte, ABD’de konut kredileri kaynaklı finansal sallantı başladı ve zamanla 1929’dan beri yaşanmış en şiddetli krize dönüştü. Türkiye’de döviz cinsi kredi kullanmış vatandaş can çekişir hâle gelmişti. Tam bu esnada bankacılık denetiminden sorumlu kurum BDDK, tüketicilerin döviz cinsi kredi kullanma hakkını kaldırdı. Ne teğet geçen ne de ezdi geçti diyebileceğimiz küresel krizden dersimizi almayı başarmıştık. Artık vatandaşlar da “bir ölçüde” ayaklarını yorganlarına göre uzatmak zorundaydı. Ancak hâlâ alınamamış başka dersler daha vardı: özel sektörün döviz ve vatandaşın TL cinsi borçlanması.

Uçuruma doğru son sürat

Elbette, ekonomi yönetimi bu durumdan haberdar idi. Fakat özel sektörün dış finansmana erişimini yavaşlatmak demek, yatırımlarının durması ve hâliyle ekonomik büyümenin sona ermesi demekti. Tüketici kredilerininse zorlaştırılması, oy deposu olarak görülen dar gelirli kesimin kaybına neden olabilirdi. Seçim odaklı ülke idare eden bir hükumet bu duruma tahammül edemezdi. Çare yoktu, Türkiye ekonomisi bir gün mutlaka patlayacak olan bu bombanın üzerine inşa edilecekti.

Çare belki yoktu ama şans fazlasıyla vardı. Küresel krizin neden olacağı milyonlarca kişilik işsiz ordusuyla karşılaşmak istemeyen Batı ülkelerindeki siyasetçiler, para politikasını sınırsızca kullanma yolunu seçmişlerdi. Sınırsızca basılan elektronik dolar, avro, sterlin ve yen, soluğu Türkiye gibi yüksek faiz veren ülkelerde almaktaydı. 1929’dan beri yaşanmış en büyük kriz Türkiye için “Allah’ın bir lütfu” hâline dönüşmüştü. Küresel ekonomiler büyüyemiyorlardı, fakat Türkiye’ye milyarlarca dolar aktarıp ekonominin dönmesini sağlıyorlardı. Paranın kaynağını ve bir gün geri çıkmak isteyebileceğini düşünmeyen özel sektörse sınırsızca borçlanıyordu. 2008’de 70 milyar dolar olan özel sektörün “net döviz” cinsi borcu, 2013’te 143 milyar dolara fırlamıştı. Önceki krizden almadığımız ders, özel sektörün aşırı borçluluğu idi; tam da yazının başında belirttiğimiz Hyman Minsky’nin teorisindeki gibi, “istikrarın zaman içerisinde istikrarsızlık hâlini alması” (Misky Moment) bu şekilde gerçekleşiyordu.

Mayıs 2013’te küresel para bolluğunun sonunun yaklaşmakta olduğuna ilişkin ilk açıklamalarla birlikte, yurt dışından yağan milyarlarca dolar nazlanmaya başlamıştı. Ya daha çok faiz ya da daha yüksek dolar kuru talep ediyorlardı. Betona yapılmış israf yatırımlar, gerici eğitim sistemi ve adaletsiz vergilendirme gibi birçok yapısal sorun nedeniyle orta gelir tuzağına saplanmış durumdaydık; başka bir ifadeyle bedel ödemenin vakti gelmişti. Siyasî irade ise bu gerçekle yüzleşmenin bedelini biliyor ve sonuçlarıyla karşı karşıya kalmak istemiyordu. Günü kurtarmak uğruna gaza daha da basıp krizi öteliyor ancak tam da bu nedenle, patlayacağı gün hissedilecek şiddeti misliyle artırmış oluyordu.

2013 Mayıs sonrası Türkiye ekonomisinin yönetim stratejisi işte bu şekildeydi. Öyle ki 2013’teki 143 milyar dolarlık özel sektör “net döviz” borcu, 2018’de 222 milyar dolara çıkmıştı. Vatandaşın kullandığı tüketici kredileriyse 2004’ten günümüze 33 kat, enflasyon etkisi çıkarıldığında bile 11 kat artmıştı. 2013’te büyümeden feragat edilerek zamanla tedavi edilebilecek kangren; aradan geçen beş yılın bilinçli ve hatalı politikaları sonunda hastanın hayatını tehdit eder hâle gelmişti. Günü geldiğinde kredisini ödeyemeyip iflas edecek binlerce iş yerinin ve tüm varlıkları hacze gidecek milyonlarca tüketicinin kaderi küresel piyasalara bağlanmıştı. Artık ufukta görünen “Cumhuriyet tarihinin en şiddetli krizi” idi.

Dünya ters dönüyor

Buraya kadar yazdıklarımızda büyük ölçüde kendi ülkemize odaklandık; ancak işin aslı, dünyanın da yerinde durmadığı ve hatta şimdiye kadar hiç olmadığı ölçüde hızla döndüğü. 2008 küresel finansal krizinin büyük bir buhrana dönüşmemesi için uygulanan olağanüstü politikalar kalıcı bir sonuç verememişti. Örneğin, Japonya gibi birçok gelişmiş ülkede tarihte eşi benzeri görülmemiş “eksi faiz oranları” olsa da yatırımlar canlanmıyordu. Batı’da da Türkiye’de olduğu gibi siyasetçiler krizin siyasî bedelini ödemek yerine, krizi mümkün olduğunca ötelemek ve bir sonraki fırtınayı kusursuz hâle getirmekle meşguldüler.

Tarihte 1918-39 arası “iki savaş arası dönem” olarak anılır. Küresel finansal ve ekonomik gidişatın yakında yeniden çatırdamasıyla birlikte muhtemelen 2008’den yeni kırılma ânına kadar olan sürece de “iki kriz arası dönem” ismi verilecek. Çünkü uygulanan politikalar döngüsel veya yapısal sorunları çözmeye yönelik; fakat gerçek sorun çok daha büyük ve “sistemik”. 1980 sonrasının hâkim ekonomik sistemi neo-liberalizm artık ne büyüme yaratabiliyor ne de yaratılmış gelirin hakça bölüşülmesine imkân sağlıyor.

Bu kısımda anlatılanlar çok soyut ve teorik gelmiş olabilir; öyleyse günlük hayatımızdan örneklerle somutlaştıralım. Tüm küresel ekonomilerin ve Türkiye’nin büyüdüğü söyleniyor, değil mi? Ancak siz 50 kişilik iş ilanı olan mavi yaka bir işe başvurmaya gittiğinizde kuyrukta beş bin kişiyle karşılaşıyorsunuz. Sıradan beyaz yaka bir iş ilanında bile yabancı dil, programlama ve daha nice yetiler sizden isteniyor. Ola ki işe girmeyi başarmış şanslı kişilerden biriyseniz; ay sonunda kazandığınız maaşınızla kiranızı karşılaştırdığınızda, yok pahasına çalıştığınızı fark ediyorsunuz. Terfiler sonucu zamanla amiriniz gibi kendi evinizi satın alabileceğinizi düşünüyorsanız, ev fiyatlarına baktığınızda gerçeklerle yüzleşiyorsunuz. Öykündüğünüz amirinizle bir gün dertleştiğinizde, kendi çocuklarının sizin yaşadığınız iş sıkıntısını yaşamaması için özel okullara akıl almaz ücretler ödediğini öğreniyorsunuz. Üstelik, bir yandan da maaşınızdan bir şeyler artırabilmeyi başarmışsanız, kendi ailenize destek olmaya çalışıyorsunuz. Ve tüm bu süreç esnasında aylık geliriniz ederinde fiyata satılan ayakkabıları, önünüzden geçen son model arabaları ve her yere serpilmiş milyonluk konutları satın alabilen kişileri merak ediyorsunuz. İşte, yukarıda bahsetmek istediğim, neo-liberalizmin herkesin anlayabileceği hâldeki tanımı bu.

Özetle, Türkiye ekonomisinin içerisine girdiği darboğaz biraz döngüsel biraz da yapısal ancak hepsinden de öte epey “sistemik” küresel. Bu nedenle olası bir iktidar değişimi ekonomiyi kolayca kurtaramayacağı gibi telafi sürecini de pek hızlandıramıyor. Neden en şiddetli depremlerin Japonya ve Endonezya arasında gerçekleştiğini düşündünüz mü? Çünkü tam o bölgede birbirinden farklı ve derin fay hatları kesişiyor. Tıpkı Türkiye’nin 2018’le birlikte artık kaçışı mümkün olmayan ekonomik depreme hem döngüsel hem yapısal hem de küresel fay kırıkları neticesinde girmesi, en şiddetli ve en uzun krizin kapımızda belirmesi gibi.

Peki, ne yapacağız?

Farklı farklı yaşanmışlıklardan esinlenilerek yazılmış, birçoğunun sonu hüsran olan edebiyat ve sinema dünyasındaki bireysel kurtuluş çabası örnekleriyle başlayalım. John Steinback’in 1939’da yayınlanan Gazap Üzümleri romanı. Büyük Buhran başladığı zaman kurtuluşu Oklahama’dan kaçıp California’da arayanlar gibi mi yapmalı? Kitabın sonunda büyük meşakkatle varılan portakal bahçeleriyle süslü California’nın aslında karın tokluğuna çalışan ve hatta kimi zaman çalışamayan yüz binlerce kişinin evi olduğu anlaşılacak. Ya da 1974 yapımı Francis Ford Coppola yapımı Baba-II filmindeki gibi Sicilya’dan New York’a göç edip ayakta kalmayı mı deneyeceğiz? Yani suç işleyip nihayetinde ölmek mi? Mümkünse bunu da denemeyelim! Ya Charles Dickens’ın 1838’de yayımlanmış Oliver Twist romanındaki gibi dönemin Londra’sında fakir çocukların hayatta kalmak uğruna yankesicilik çetesine dâhil olmaları gibi bir yola mı sapacağız? Bunu hiç almayalım. Tüm bu örnekleri oldukça uç ve duygu sömürüsü olarak bulabilirsiniz. Haksız sayılmazsınız ancak birçok zaman bireysel kurtuluş çabaları içerisinde Cristiano Ronaldo, Rihanna veya Leonardo DiCaprio olma hayalleri kurmaktan daha gerçekçi olduklarını müsaadenizle belirteyim.

Öyleyse bireysel hikâyeleri bir kenara bırakıp içinde bulunduğumuz durumu en güzel şekilde özetleyen ve bu yazıdaki ilk, tek ve son grafiğe hızlıca bir göz atalım. Bu grafikte 1994’ten 2016’ya kadar geçen süre içerisinde toplumun en zengin %1’lik kesimi ile en fakir %50’lik kesiminin (hâliyle halkın yarısı) toplam gelirden aldıkları paylar bulunmakta. Örneğin, toplumun %1’lik en zengin kesimi (maviler) 2007’de gelirin %17,4’ünü alırken, bu oran 2016’da %23,4’e çıkmış. Peki, ya halkın en fakir %50’lik kesimi? Fakir vatandaş bırakın gelirden daha çok pay almayı, %16,3’lük mütevazı gelirini bile koruyamayıp %14,6’ya tamah eder hâle gelmiş. Küçük bir grup göreli zenginleşmiş, geriye kalan büyük bir grupsa göreli fakirleşmiş.

Tıpkı Émile Zola’nın 1885 tarihli Germinal romanındaki gibi. Romanda iki ailenin hikâyesi anlatılmakta. İlki, çocukluktan beri madenlerde çalışmaya başlamış Maheu ailesinin hikâyesi. Ezelden beri fakir olan, gittikçe daha fakirleşen ve tıpkı yukarıdaki grafikteki kırmızılar gibi toplumun %50’sini temsil eden tipik bir aile. Diğeriyse, hayatı boyunca hiç çalışmamış ve miras kalan maden şirketi hisse senedi sayesinde elde ettikleri refahla övünç duyan Grégoire ailesinin öyküsü. Çalışmadan ayrıcalıklı konumunu koruyan ve tıpkı yukarıdaki maviler gibi toplumun en zengin %1’ini temsil eden bir aile. Bu sefer, öncekilerden farklı olarak, bu romanın sonunu sizlere söyleme nezaketsizliğinde bulunmayacağım. Yerine aşağıdaki paragrafla birlikte birazcık ipucu vermiş olacağım.

Üstteki grafikteki durum Türkiye için yeni başlayan bir trend. Krize girmemizle birlikte yüksek servet grubu kendisini korurken; işsiz kalacak veya hayat pahalılığından yakınacak olan sıradan vatandaş olacak. Ekonomi iyice bozulduğunda, bu yazıyı bu cümleye kadar okuma sabrı göstermiş birçok okurun aklına Gezi Parkı gelecek. Seçim olmadığı ya da seçimle şikâyetlerinize karşılık bulamadığınızda yapacak başka bir şey olmadığını fark edeceksiniz. Türkiye’de toplumsal tepkilerin sona erdiği iddiası bir anda patlak veren Gezi Parkı olayları ile nasıl çürütülmüşse; ekonomik tepkilerin de sona erdiği önermesinin anlamsızlığı bizzat sizin de katılacağınız protestolarla ispat edilmiş olacak. Hangi Türk filozofu söylemişti bu sözleri: Yakarsa dünyayı garipler yakar!

Özetle, önceki krizden yeterince almadığımız ders olan dış borçlanma canımızı yakacak ve ekonomimizi krize sokacak. Ekonomi yönetiminin siyasî sonuçlarından çekinerek yıllarca daha çok borçlanmayla ötelemeye çalıştığı kriz, maalesef cumhuriyet tarihinin en şiddetlisi olacak. Küresel ekonomiler de her türlü olağanüstü tedaviye rağmen ayakta kalamadığı için kriz çok uzayacak ve nihayetinde sosyal patlamalarla ekonomik buhrana dönüşecek.

Böyle şeyler Türkiye’de asla olmaz mı diyorsunuz? Birkaç paragraf önce size dünya edebiyatı ve sinemasından örnek vermiştim, değil mi? Öyleyse kapanışı da Türkiye edebiyatı ve sinemasıyla yapalım. Vasıf Öngören’in yazdığı ve sinema uyarlamasının başrolünde Şener Şen’in yer aldığı Zengin Mutfağı eserini hatırlatıp bu yazıya son noktayı koyalım…