70'li yıllarda Almanya'nın birçok kentine yayılan ev işgali hareketi, zirveyi ise 80'li yılların başında görecekti. Ülkede 1980 yılında resmî tahminlere göre bir milyondan fazla evsiz vardı fakat öte yandan binlerce ev boş duruyordu
03 Ocak 2019 14:50
Bethanien, 19’uncu yüzyılda Almanya’nın başkenti Berlin’de hemşire ve hasta bakıcı yetiştirmek için inşa edilmişti ama 60’lı yılların sonuna gelindiğinde on yıllar boyunca boş kalmış bir metruk binaya dönüştü. Aynı yıllarda Berlin’de gündem, belediyenin kentsel dönüşüm planlarıydı. “Dönüştürülen” semtlerde kiralar fırlıyor; öte yandan kentte yüzlerce kullanılmayan bina olmasına rağmen, binlerce insan, evsizlik çilesi çekiyordu. İşte, Bethanien de aynı dönemde belediyenin dönüştürme planlarında yerini aldı. Bu, güçlü bir muhalefete kapı araladı. Kreuzberg’deki kolektifler, devasa konağın bazı bölümlerini işgal etme planı yapmaya başladı.
“Zentralrat der umherschweifenden Haschrebellen”[1] örgütünün üyesi olan Georg von Rauch (12 Mayıs 1947 - 4 Aralık 1971), aynı günlerde, bir eylem sırasında polis tarafından vurularak öldürüldü. Bu, fitilin ateşlendiği andı. Anarşistler dört gün sonra Bethanien’i işgal etti ve adını da değiştirdi: Georg von Rauch Evi.[2] Polis işgalcilerin direnişini kıramadı; Berlin Senatosu, -birçok yoruma göre- hem isyanın yaygınlaşması tehlikesinin önünü almak hem de “içererek bitirme” politikası izlemek adına evi, işgalcilere bir “Gençlik Evi” olarak teslim etti. Hâlen Berlin’deki alternatif grupların buluşma noktalarından biri olmayı sürdüren evin işgal edilmesi süreci, Alman rock müziğinin efsane grubu Ton Steine Scherben’in yaşananların hemen ardından yayınladığı nesir şarkıya şu sözlerle yansıdı:
Marien Meydanı “mavilenmişti” ve bir sürü aynasız oradaydı. Hüngür hüngür ağlanmak zorundaydı; kuşku yok ki biber gazından. Ve sordu oradan biri, herhangi birine: “Söyle hele, bugün şenlik mi var burada?” “Öyle bi’ şey” dedi biri: “Bethanien işgal ediliyor.” “Zamanı da gelmişti” dedi, “yeterince bomboş durdu öyle. Ah, ne güzel olurdu hayat, artık hiç polis de olmasa!” Ama komiser kükrüyordu öteden: “Marien Meydanı’nı boşaltın, boşaltın ki benim copçular, rahat rahat coplasınlar onları!”
İşgal evindekiler ama, haykırdılar: “Bizi buradan atamayacaksınız! Burası bizim evimiz; gidin, Schmidt’i, Press’i ve Mosch’u atın Kreuzberg’ten!” [...][3]
Bu şarkı, Almanya’daki ev işgali hareketinin âdeta marşına dönüştü. Keza şarkıda, hareketin motivasyonlarına dair işaretler bulmak, pekâlâ mümkün. Ev işgalcilerini harekete geçiren kabaca üç motif bulunuyordu: Emlak piyasasını belirleyen ve barınma hakkını giderek daha zor ulaşılabilir hâle getiren spekülasyona karşı ve daha demokratik bir şehir planlaması için mücadele; özgür yaşam alanlarının tesisi ve sosyal ve kültürel etkinlikler için daha fazla alan.[4]
Şarkı, bir şenlikten bahsediyordu; keza ev işgali hareketi, tüketim ve kariyerden başka amaç gütmemeyi öğütleyen kente başka ve daha renkli bir hayat imkânının şenliğini taşıyordu. Polis, devleti temsilen bu imkâna saldırıyor; direniş, biber gazı dumanı arasında devam ediyordu. “Schmidt, Press ve Mosch” ise kentsel dönüşümün zenginleri, dönemin “Cengiz”leriydi.
70’li yıllarda Almanya’nın birçok kentine yayılan ev işgali hareketi, zirveyi ise 80’li yılların başında görecekti. Ülkede 1980 yılında resmî tahminlere göre bir milyondan fazla evsiz vardı fakat öte yandan birçoğu İkinci Dünya Savaşı’nda hasar almış binlerce ev boş duruyordu. Bu durum, ev işgali hareketinin güçlü bir toplumsal meşruiyete sahip olmasını da sağlamıştı. İşgallere öncülük edenlerin çoğunlukla “toplumla dertli” ve normlara kafa tutan anarşistler olduğu düşünülürse, bu toplumsal meşruiyet, şaşılacak şeydi. Üstelik hareket, sokakları da işgal eden, polise bazen molotof kokteylleriyle direnen ve içinden ünleri bugüne ulaşan silahlı hareketler çıkaran bir hâle gelmişti; işgalcilerin bir kısmı eylemlerini, “Domuzların Sistemine Karşı Gerilla Savaşı” olarak tanımlıyordu.[5] Buna rağmen, eylemler binleri harekete geçiriyor, harekete geçmeyenlerin de en az yarısının desteğini alıyordu. Hristiyan Demokratlar Birliği (CDU), 1981 yılında yalnızca Berlin’de 165 işgal evi saymıştı; bunların ezici çoğunluğu, bugün “küçük İstanbul” olarak anılan Kreuzberg’de bulunuyordu.[6]
Aynı dönemde ev işgali, sosyalist Doğu Almanya’da da yaygındı fakat çok önemli bir farkla: Batı’da bir evi işgal etmek, yalnızca barınma hakkını zorla elde etmek anlamına gelmiyordu; bu, ayrıca kurulu evlerin taşıdığı sosyaliteye, yarattığı bireye, dayattığı yaşam formuna direnmek iddiasındaki bir “karşı-ev” inşa etmek demekti.[7] Doğu Almanya’da ise “kaçak ikamet” (Schwarzwohnen) olarak tarif edilen ev işgalleri, daha çok devlet tarafından dağıtılan evlerden pay alamayan evlenmemiş gençlerin başvurduğu bir yöntemdi. O işgalcilerden biri de Şansölye Angela Merkel’di. Devlet yeni bir ev bulunana kadar boşandığı eşiyle birlikte yaşamaya devam etmeyi dayatınca, genç Merkel’in boş duran evlerden birine yerleşmekten başka çaresi kalmamıştı.
Berlin Duvarı’nın yıkılması ve Doğu Almanya’daki beş eyaletin Almanya Federal Cumhuriyeti'ne dâhil edilmesinin ardından ise ev işgalleri, bir kez daha ivme kazandı. Bu dönemde özellikle Doğu Almanya kentlerindeki yüzlerce metruk bina, çeşitli kolektifler tarafından işgal edildi; ne var ki çoğu, polis tarafından kısa sürede yeniden “ele geçirildi.” 2000’li yıllarda gerçekleşen ev işgallerinin kaderi de farklı olmadı. Daha sonra Georg von Rauch Evi'ne benzer biçimde işgalcilerine teslim edilerek legalleşen birkaç ev dışında tamamı, kısa sürede polisin eline geçti.
Doğu Almanya’nın en medyatik şehri Dresden’in solcusuyla meşhur semti Neustadt’ta (Yeni Şehir) doğup büyüyen ve 14’ünden bu yana yaşamını antifaşist mücadelenin sembolü “AntiFa” çevresinde geçiren, birçok ev işgaline de katılan 27 yaşındaki Wolfie[8], Alman solundaki yaygın eğilimin işgallerden vazgeçmek olduğunu söylüyor; keza Dresden’deki son girişimlerin tamamı da polise direnememiş ve buraya enerji harcamanın anlamsızlaştığına iyice ikna olmuşlar. Fakat bu, “karşı-ev” iddiasının rafa kaldırıldığı anlamına gelmiyor. Ev işgali hareketini ortaya çıkaran fikir, bugün “ev projelerinin” ilhamına dönüşmüş. Süreç kabaca şöyle işliyor: Hem birçok kişinin yaşayabileceği hem de kültürel etkinlikler yapılabilecek genişçe bir ev bulunuyor, burada yaşamaya gönüllü olanlar bir araya geliyor, merkezî bir kooperatif faizsiz ya da çok düşük faizli kredi konusunda yardımcı oluyor ve toplanan kiralar kredi taksiti olarak ödeniyor. Ne biber gazı ne molotof kokteyli; hepsi bu kadar! Evin içinin nasıl projelerle dolacağı, alternatif yaşamın hangi biçimde örüleceği, kolektife kalmış. Önemli olan, toplumsallığın ve iktidar(cı) ilişkilerin(in) çekirdeği olan “ev”i alternatif bir formda (belki “yıkmak” anlamına da gelecek biçimde) yeniden inşa etmek ve bunu kurulu olanın karşısına bir direniş örneği olarak dikmek.
Bugün bu “karşı-ev”lerden bazılarını ise başarılı işgal evleri oluşturuyor. Bunlar, işgal edilmelerinin ardından polisin ele geçiremediği ve sonunda belediyelerin dernek, vakıf gibi kurumlar üzerinden işgalcilerine teslim ettiği evler. Bazıları sadece politik ve kültürel etkinlikler için kullanılıyor, bazılarında ise hâlen insanlar yaşıyor. Neustadt’ın en işlek noktalarından biri olan Luther Caddesi’nin 33 numarasındaki ev, bunlardan biri. Boyası dökülen dış cephesini graffitiler ve mültecilerle dayanışma için asılmış “Her bayrak bir sınırı işaretliyor. Sınırlarda insanlar ölüyor. Her gün!” yazılı pankart süslüyor.
Wolfie’yle birlikte çaldığımız kapıyı açan Dave, sorularımıza yanıt vermek konusundaki kısa süreli tedirginliğini aşıp bizi içeriye davet ediyor. Burası, sekiz kişinin evi; ayrıca her pazartesi, dileyen herkesin gelip yemek pişirebileceği veya çok küçük bir bağış karşılığında yemek yiyebileceği “Herkes İçin Mutfak” etkinliğinin mekânı. Duvarlar, masalar, sandalyeler, tuvaletler… Göz önünde olan ya da olmayan her yerde ırkçılık ya da kapitalizm karşıtı afişler, duvar yazıları ve etiketler bulunuyor. Ortak kullanılan oturma odasına girdiğimizde ise kanepede köpeğine sarılıp televizyon izleyen Conny’yle tanışıyoruz.
İkili, evde yeni sayılır: Dave bir yıl kadar önce taşınmış, Conny ise henüz birkaç ay önce… Hemen, “Size ‘marjinal, toplum düşmanı’ diyenler var, ne diyorsunuz” diyorum, Dave giriyor söze: “Hem doğru hem yanlış. Ben bir nakliyat firmasında çalışıyorum, Conny de restoranda. Bu toplumun bir şekilde parçasıyız ama herkes gibi yaşamak istemiyoruz.”
Bir “karşı-ev” olarak işgal evleri, gerçekten de küçük yarımadalar olarak görülebilir. Burada yaşayanlar, diğer herkes gibi bir biçimde para kazanmak zorunda fakat eve döndüklerinde kapılarını bir başka yaşam formuna açıyor, toplumsal olana bir ölçüde kapatıyorlar. Wolfie, buna ilişkin yine hareketin tarihinden bir örnek veriyor: “Tuntenhaus” (“Queen”-Evi) olarak anılan işgal evlerinin ilki, Berlin’de eşcinsel erkekler tarafından kuruluyor. Diğer LGBTİ+’ların ve heteronormativizmle ve cinsiyet rolleriyle dertli heteroseksüellerin de buluştuğu mekânlar hâline gelen bu evlerde özgürlük, çok daha “radikal” bir talep ve pratik olarak görünür oluyor. Toplumsalın dayattığı güzellik normları, kıyafetler, cinsellik formları reddediliyor ve başkentin göbeğinde, şık salonları, “muntazam” hayatlarıyla aile evlerinin hemen yanında insanlar, “çıplak ve özgür” bir sosyalizasyon formunu pratik içinde bulmaya çalışıyor.
Conny ve Dave’i işgal evinde yaşamaya yönelten de o güne değin yaşadıkları evlere ilişkin rahatsızlıkları olmuş. Dave, son olarak uzun süre ailesiyle yaşamış; Conny ise bir ortak evde, arkadaşlarıyla. Aile evi, sürekli görev bekleyen, parmak sallayan bir mekanizma; arkadaşlarla kurulan ortak ev ise herkesin odasına kapandığı bir “yalnızlar birliği” olarak görünmüş gözlerine. Şimdi ise dayanışmacılık ile özgürlükçülüğü birlikte kotarmaya çalışan bir kolektifte yaşıyorlar. Bu kolektif kabaca şöyle işliyor: Evde yaşayanlar, ayda bir düzenli toplantı yapıyor. Bu toplantıların ilk gündemi, “ruh hâli” (Befindlichkeit): Herkes sırayla hayatında işlerin yolunda gidip gitmediğini, kendini nasıl hissettiğini, dayanışmaya ihtiyaç duyup duymadığını anlatıyor. Evin kira, temizlik gibi rutin gündemleri dışında eğer boş oda varsa evin potansiyel üyesini de tartışıp adaylar arasından oylamayla seçiyorlar. Evde yaşayanlar sırayla haftalık “Herkes İçin Mutfak” etkinliğinde görev alıyor, daha çok öğrenciler ve mültecilerden oluşan misafirler için yemek pişiriyorlar. Tasarıma herkes, dilediği zaman, kendi rengini verme hakkına sahip. Ev sahibi, ev üyeleri ve başka bazı destekçilerin üye olduğu bir dernek. Tüzüğün maddelerinden biri, evin herhangi bir biçimde satışını, devrini veya herhangi bir ticarî amaç için kullanılmasını yasaklıyor. Kiraları da başka evlere göre çok daha ucuz. Dave, gülerek, daha geçen gün mahalledeki kentsel dönüşümün uygulayıcılarından olan bir firmadan “Evinizi satmak ister misiniz” sorusu içeren bir mektup aldıklarını anlatıyor. Bu “soylu” kuşatma, işgal evinin vaktiyle etrafını saran polis kuşatmasının yerini almış görünüyor.
Evin bulunduğu Neustadt, nevi şahsına münhasır bir yer. Berlin Duvarı’nın yıkılmasının ardından kimsenin yüz vermediği eski binalara yerleşen sanatçılar ve solcular tarafından kurulan semt, daha önce polisin her an tetikte beklediği, potansiyel tehdit olarak sınıflandırdığı bir semt iken, şimdilerde mutenalaştırmanın (centrifikasyon) merkezine dönüşmüş. Wolfie, “Daha önce saldırdıkları özelliklerimizi şimdi satmaya başladılar” diyor. Semtteki graffiti ve yazılama dolu duvarlar, görece kargaşa hâli ve renkli kıyafetleri, normlara kafa tutan tarzlarıyla yürüyen insanlar, şimdilerde buranın “turistik kimliğini” oluşturmaya başlamış. Birbirinden ilginç konseptleriyle kafeler, şık restoranlar, güzellik merkezleri, birbiri ardına açılıyor ve boyası dökülen binalar büyük firmalar tarafından satın alınıp restore ediliyor. Conny ve Dave’in kaldığı işgal evi de satılacak olsa, hemen yüksek meblağlar ödeyecek bir sürü holding bulunabilir ve muhtemelen girişine adı belki de “İşgal Cafe & Bar” olacak şık bir kafe, üst katlarına güzellik salonu ile emlakçı açılır.
Ev, bugüne değin sürdürdüğü direnişinde kararlı görünüyor; fakat “yaman bir çelişki” bu direnişe eşlik ediyor: Başka birçok mekân gibi o da, “alternatif” kimliğinin semtin tüccarlarca pazarlanan unsurlarından birine dönüşmesine karşı koyamıyor. Ortalıkta hiçbir devriyeye rastlanmadığına bakılırsa, polis de onu ve diğerlerini artık eskisi kadar tehlikeli görmüyor. Bu hâlde, “işgal” yalnız retoriğe, “alternatif” ise -içeri'deki yaşamın niteliğinden bağımsız, kamudaki genel imajı itibarıyla- ana akımın kenar süsüne dönüşüyor.