"Hoşça kalın Demir Bey. Size, kahramanlarınızdan daha gençken okuduğum Bir Küçükburjuvanın Gençlik Yılları ile veda etmek istedim. Yekpare çamurlu bir kış günü gibi hatırladığım 1979 yılında, 15 yaşında, edebiyatı her şeyden çok seven bir genç olmak kolay değildi. Yalnızlığımı eksilttiniz."
18 Şubat 2021 20:30
Özellikle çok genç olduğunuzda, apansız bir zamana denk geldiğinizi düşünürsünüz; dünyanın büyük değişimlere gebe, büyük bir bitiş ile ne olduğu belirsiz bir başlangıcın arasında gerilip kaldığı bir çağ… Camus, Nobel ödülünü alması nedeniyle yaptığı konuşmada bir doğu bilgesinden esinle ilginç bir çağa denk gelmenin lanetini anar ve her kuşak gibi kendi kuşağının da dünyayı değiştirme sorumluluğunun kaygısını ve yükünü taşıdığını söyler. Elbette dünya apansız değişmez ve her çağ kendi çatışmalarıyla “ilginç” olmanın lanetini taşır. Gerilimli bir şeydir bu, her kuşak özne olmak talebini taşımakla birlikte tarihin yükü kolay kaldırılır gibi değildir. Boğuntulu Sokaklar’daki “Kaldırımlar” öyküsünde Ferit, “Niçin bugün, bu anda, bu yıllarda, bu dünyanın ortasında…” diye sorar. “Kendi seçmediğin bir durumun bütün sorumluluğunu yüklenerek…” diye sürdürür ardından. Demir Özlü’nün ilk öykü kitaplarının genç karakterleri çocukluğunu şu ya da bu biçimde dünya savaşının karabasanında geçirmiştir.
İki dünya savaşının peş peşe yıkımlarının ardından ellili yıllar, dünyanın güleryüzlü zamanı olarak anılsa, çan biçimli eteklerini savurarak dans eden kızların, kocaman Amerikan arabalarının, Hollywood starlarının dönemi olarak görülse de aslında yaşanan budur… Hollywood’un kendisi bile McCarthy’nin soruşturmalarının pençesindedir, ırkçılık tüm şiddetiyle sürmektedir. Soğuk Savaş yıllarına girilmiştir. Yıkılmış şehirlerini tamir etmekte olan Avrupa’da ise aydınlar insanı hümanist bir yaklaşımla iyicil bir canlı olarak görmekten çoktan vazgeçmişlerdir. Auschwitz’in sadece birkaç kişinin üstüne yıkılacak bir suç olamayacağı gerçeği gün gibi ortadadır. Ortadoğu’da Nasır ile başlayan değişim Arap halkları arasında ve Afrika’da sosyalist fikirlerin yayılmasına önayak olmakta, 1949’da kurulan Çin Halk Cumhuriyeti birçokları için Mao’yu bir alternatif haline getirmektedir. Dünyanın birçok yerinde savaşlar devam eder. Güleryüzlü elliler, özellikle Avrupa aydınının anlamı ve erekselliği sorguladığı bir dünyadır aslında. Öte yandan Türkiye’de de Demokrat Parti’nin despotizmi gittikçe şiddetlenmekte, aydınlar sudan sebeplerle toplanıp hapis cezasına çarptırılmakta, gazetelere cezalar yağmakta
Ellilerin çan eteklerinin üstüne vuran güneş, savaşsız Batının sanayi hamlelerinin parıltısıdır. Türkiye de payını alır bu hamlelerden, Demokrat Parti dönemine kadar ağırlığını KİT’lere vermiş olan Türkiye, artık bir müteşebbisler cennetidir. Her mahalleye bir milyoner denilerek çıkılmış bu yolda, arabalar vızır vızır yol alsın diye, İstanbul tarihinin en büyük yıkımlarından birini yaşar, sayısız tarihi eser, –tarihi camiler de dahil olmak üzere– gelenekçi olduğunu iddia edenlerin verdiği oylarla başa gelen, geleneklerine bağlı olduğunu savunan bir iktidar eliyle yol açmak için yıkılır. Daha önce Varlık Vergisi ile zaten iyice güvensizleştirilen gayrimüslim halk, bu kez de 6-7 Eylül saldırganlığıyla ülkeden kopartılır. Arkası da Kıbrıs olayları ile gelecektir. Ancak artık NATO üyesi de olan, kapitalist blok içine iyice yerleşmiş Türkiye, Avrupa ve Amerika’ya daha çok açılmıştır; filmlerle müziklerle gittikçe yüzünü batıya döner. Hatta öylesine döner ki, ABD’nin peşinde Kore’ye savaşmaya gider, elbette Kore’de savaşa karşı çıkanlar tutuklanır, cezalara çarptırılır.
Öte yandan Türkiye, Cumhuriyetin ilk yıllarından başlayan sanayi ve eğitim hamleleriyle de dönüşmekte, gittikçe bir sanayi toplumuna evrilmektedir. Şehirlerde, özellikle de İstanbul’da yüksek eğitim gören, çalışan kadınların sayısı artmıştır. Sınıf bilinci yaygınlaşmaktadır. Türkiye tüm çelişkileriyle birlikte kendi modernleşmesini sürdürmektedir. Modernleşme ile birlikte Türkiye aydınının en azından bir kesiminin radarına Türkiye kadar Türkiye’nin dışı da girer kaçınılmaz olarak ve çağdaş Avrupa yazar ve düşünürleri, entelektüel tartışmalarda önemli bir yer tutmaya başlar. Ancak bu kez söz konusu olan Osmanlı dönemindeki gibi roman adaptasyonları değil, doğrudan düşünsel tartışmalar ve o tartışmalardan doğan yazınsal yapıtlardır. İşte edebiyatımızın en çok tartışılan konularından biri olan Elli Kuşağı kısaca böyle bir dönemde ilk yapıtlarını yayımlamaya başlar. Geleneksel şehirleri yıkıp, bulvarlar açan bir Türkiye’de. Yüzyıl sonra, Baudelaire’in modern edebiyatın başyapıtlarından olan kitabı Paris Sıkıntısı ile aşağı yukarı aynı koşullarda. Ve Elli Kuşağı o günden sonra bir daha “Yoksulların Gözleri”nden kurtulamaz.
Paris Sıkıntısı, Haussmann tarafından 1853-1870 yılları arasında eski Paris’in yerle bir edilip bugünkü Paris’in inşa edilişi sırasında, 1857 yılında yayımlandı. Kitabın teknik kuruluşu da okurun metni yeniden inşa etmesine açık bırakılmıştır zaten. “Yoksulların Gözleri” adlı parça ise, molozları henüz kalkmamış bir bulvarda yeni açılmış kafelerdeki zenginliği hayretle seyreden paçavralar içindeki yoksulları ve şairin o yoksullardan rahatsız olan ahbabına duyduğu nefreti anlatır.
Kuşkusuz Elli Kuşağı’na gözlerini dikenler yoksulların kendileri değildi. Ancak toplumun gerçeklerine sırt dönüp bireysel dertlerine yanmakla suçlanırlarken yoksullar adına konuşanlar tarafından yerden yere vuruluyorlardı. Oysa o şık kafede oturan Baudelaire’in kendisi gibiydiler, yoksullardan yanaydılar; hemen tamamı sosyalistti ve hemen tamamı da siyasi görüşleri nedeniyle özellikle 12 Mart döneminde ağır bedeller ödeyeceklerdi. O kafelerde bulunma nedenleri de varsıl olmaları değil, yeni bir kuşağın, zeminini Türkiye ile sınırlı tutmayan, modern kültürün evrenselliğini benimsemiş şehirli aydını olmalarından kaynaklanıyordu. Her kuşak gibi kendilerini tarihi değiştirmek sorumluluğu altında bulmuş ve bu sorumluluğu farklı bir açıdan sorgulayan bir avuç genç yazardılar. Karşılıklı eleştiriler, laf çakmalar, cevap döşenmeler… bize Türkiye tarihinin en canlı dergicilik dönemini armağan etti.
Bir Küçükburjuvanın Gençlik Yılları 1979 yılında yayımlanır. Ancak roman 1960’ların ortalarında geçer.
Altmışlar dünyanın ebedi gençliğidir. Savaşın kıyısında doğmuş, savaşı yaşamamış ama boğuntusunda büyümüş, dünyanın yeniden inşasının bu kez gerçekten kendi omuzlarına yüklendiğini hisseden, dünyayı yeniden kurmak konusunda en tutkulu kuşaklardan biridir altmışlar gençliği. Ancak yıkılmış olandan sorumlu kılınmayı reddeder, dünyayı kendi bildikleri gibi yeniden kurmak isterler. “Ayaklarının altında dolaştığımız için bizi bastırmaya çalışıyorlar” der The Who. Bireyi tükettikleriyle birisi yapmaya çalışan kapitalist dünyaya “Televizyona çıkıp da gömleklerimin ne kadar beyaz olacağını söyleyip benimle aynı sigarayı içmeyen bu adamla ben aynı olamam” diye resti çeker Rolling Stones. Çan eteklerin modası derhal son bulur, beyaz romantik şarkılar cehennemin ta dibine yollanırken, müziğin en kara kökleri kurcalanır. Burada kalmaz, Gerçeküstücülük, Dadacılık, Varoluşçuluk ve tabii ki Marxism ve dahi cinsel özgürlük… Zweig’ın savaşlar öncesinde kalmış Eski Küçük Dünyası’nın yeniden inşa edilebileceğini umanları tedirgin edecek ne varsa… Gençlik kendi başına bir güç olduğunu belki de tarihte ilk kez beyan eder! O nedenledir ki, o gün bugün her gençlik kuşağı altmışlara en az bir yerinden dokunur, hiç yoksa modası tekrar tekrar gündeme gelir.
Daha altmışlara gelmeden, 1956 yılında yapılan bir soruşturmada rock’n roll’u savunan tek aydın Demir Özlü’dür: “
Rock’n roll müziğini çok seviyorum. (…) İşin aslında bütün eski nesiller, yeni yetişen nesillerin beğenilerini bozmak için ellerinden geleni yaparlar. (…) ahlak insan için yaratılmıştır. Yaşlılar insanı orta yerden çekince salt kurallar kalır ortada. İşte rock’n roll yeni insanın, bu insansız kurallar, gereksiz sınırlamalara karşı duruşudur. Bu karşı duruşu bütün gençler yapıyor aslında.” (Gökhan Akçura, İstanbul Şarkıları, Oğlak Yayınları)
Tabii ki başladığı gibi devam etmez altmışlar. Özellikle ‘67 yılından itibaren baskılar artar, gençlik bu işin altından şarkıyla, mini etekle kalkılamayacağını gördükçe daha siyasal bir eylemliliğe evrilir. ’68 Baharı’nda, tüm dünyada gençliğin yer aldığı siyasal eylemler etkindir artık. Yetmişlerin ilk yarısı ise tüm dünyada çok sert geçecektir.
Bir Küçükburjuvanın Gençlik Yılları o sertliğin içinden altmışlara bir bakıştır. DP despotizmi son bulmuş, askerler tuhaf bir biçimde arkalarında Türkiye Cumhuriyeti’nin en demokratik anayasası olan ’61 Anayasası’nı bırakarak kışlalarına geri dönmüşlerdir. İşçi Partisi kurulur, seçimlerde de belli ölçüde başarılı olup meclise girer. Türkiye gençliği de tüm dünyayla birlikte kıpırdanmaya başlamıştır. İşte Demir Özlü’nün küçükburjuvası gençliğini bu dünyada yaşar.
Selim, 30 yaşlarında –otuzuncu yaşını romanın içinde kutlayacaktır, kitabın başında yirmilerin sonundadır– yeni boşanmış genç bir aydındır. Bir yandan bir çeviri bürosunda yarı zamanlı çalışmakta, bir yandan da eleştiri yazıları kaleme almaktadır. Partiden atılmıştır. İşçi Partisi içinde ta yolun başlarında kendini belli eden görüş ayrılıklarına tanık oluruz böylece. Sosyalist bir hareket olduğunu kabul ettiği partisini desteklemeye devam eder öte yandan. Ancak arkadaşlarıyla sohbetlerinde her birinde bir şeylerin her an ters gitmeye başlayacağına dair bir öngörünün tedirginliği olduğu da fark edilir. Gerçekten de ’61 Anayasası’nın özgürlükçü tavrına karşın, bu özgürlüklerin “memleket”e fazla olduğu fikri birçoklarını rahatsız etmiş, en sonunda da zaten 12 Mart darbesiyle bu özgürlüklerin üzeri kalın çizgilerle çizilmiştir. Henüz o günlere yıllar varken bile aslında bu özgürlük alanlarının her an tırpanlanmakta olduğuna, Selim’in bir yazısından dolayı soruşturmaya uğrayıp yedek subaylık hakkı elinden alınarak doğuya er olarak askere yollanıvermesiyle romanın içinden tanık oluruz.
Selim’in yaşamına sadece bu pencereden tanık olmayız elbette. Tüm dünyada yaşanmakta olan cinsel devrimin Türkiye’deki burjuvazi içindeki yoluna da tanık oluruz. Türkiye’de en azından belli çevrelerde özgürleşen cinsellik, Selim’in çevresindeki kadınlarla olan ilişkileri üstünden kitapta ağırlıklı bir yer tutar. Ancak kitabın ortasından sonra Selim’in sevgilisi olan kolej mezunu ve üniversite öğrencisi Ayşe’nin Mao’nun Kültür Devrimine duyduğu hayranlık, hem cinsellikle başlayan özgürleşmenin politik alana kolayca sıçrayabileceğinin hem de artık Türkiye’de de sertleşmekte olan politik iklimin ipuçlarıdır. Ki bundan sonrası zaten 12 Mart’a bağlanacaktır. Kitap 12 Mart’a gelmeden biter.
Yaşadığı ilişkilerin tümünü yitirir Selim. Zaten hiçbiriyle kendini bütünlenmiş hissetmemiştir. İç sorgulamaları da bir ilişki üstünden bütünlenmek, tamamlanmak arayışı değildir. Tam da dünyanın burasında, hem çağ hem de coğrafya olarak burasında genç bir aydının yaşamın anlamını sorgulamasıdır. Sorgulayan zihniyle toplumun yerleşik tanımlamalarının dışındadır ama toplumsal olandan kopuk değildir. Tersine bir sosyalist olarak topluma dair bir önermesi olduğu gibi, bir aydın olarak yazıp çizip sorumluluklarını da yerine getirmeye çalışmaktadır. Parçalardan oluşmuş bu hayattan anlamlı bir bütünlük kurmanın olanaksızlığı ile yüz yüze geldiğinde bile bunun ardında yatan toplumsallığın bilincindedir. Ancak tüm toplumsallığıyla birlikte bireyin biricik olan öznel varlığını da yok saymaz. Yaşadığı hiçbir şeyden de pişman değildir. Bütün koşulları aslında verili olan bir yaşamın tümüyle doğru bir bütünlüğe ulaşamayacağını bilir, “en azından bir burjuvanın biçimsel bir kocası olmama”yı seçer. Olabileceklerimizi kuramadığımız bir dünyada olmayacaklarımızı seçebiliriz sadece der gibidir.
Türk edebiyatının en özel tanıklık metinlerinden biridir Bir Küçükburjuvanın Gençlik Yılları. Bu dönem üzerine yazılmış onca metinden onu ayıran, bir dönemin ruh halinin fotoğrafını çekmekteki ayrıcalığıdır.
Altmışlı yıllarda Demir Özlü, siyasi görüşleri nedeniyle İstanbul Hukuk Fakültesi’ndeki işinden atılır, avukatlık yapmaya başlar. 12 Mart döneminde tutuklanır, yargılanır, hapis yatar. 1979 yılında ise artık sürgündür.
Bir söyleşisinde “biz Türk edebiyatına bireyi getirdik” der Demir Özlü. Evet, şehirlerin ve yaşamın değiştiği, ailelerin küçüldüğü, bireyin görece bağımsızlığını elde ettiği ve eğitim düzeyinin görece yükseldiği bir dönemin insanı olarak Elli Kuşağı Türk edebiyatına bireyi getirmiştir. Artık öykünün ya da romanın karakteri ya da kahramanı olmaktan kurucusu olmaya başlamıştır birey. Ama hepsi bu değildir. Klasik Türk Edebiyatında genellikle bir züppe olarak ele alınan aydın, özellikle de “Batılılaşmış” aydın, artık züppelikten çıkmış, kendisiyle ve toplumla hesaplaşan, hesaplaşmasını da bir mesele olarak tartışan bireye dönmüştür. Gelen eleştiriler her zaman bir “Batılılaşma”, “yabancılaşma” tartışmasını da barındırmış, ancak hemen hepsinin benimsediği sosyalizmin de etkisiyle tüm kültürel farklara karşın, vidayı sıkan elin evrensel bilgisi gibi, entelektüel üretimin de evrensel bir birikim olduğu görüşünü savunmayı sürdürmüşlerdir. Dolayısıyla toplumsalı da yerelllikle değil evrensellikle ele almışlardır, bugün çağdaş Türk edebiyatının en önemli kaynaklarından biri olmaya devam ediyorlar.
Şehir ise Demir Özlü ile birlikte bambaşka biz anlam kazanır Türk edebiyatında. Klasik edebiyatta tasvir edilen, sonraları öykünün belirleyici dekoru olan, daha da sonra keşmekeşiyle göz alan, kimileyin yoran harcayan, kimileyin var eden, coşku veren, bazan da biten bir zaman gibi değişerek uzaklaşan şehir artık farklıdır. Kendi öyküsü, kendi gizemleri, kendi çelişkileri, rastlantısallığı ile bireyin hep görüş alanında kalan bir parçalı bir yapıdır. Şehirde yaşanmaz, şehir yaşanır, şehre maruz kalınmaz, şehirle birlikte yaşanır, karşılıklı ve birlikte var olma halidir bu. Anlattığı tüm şehirlerde ayrıntılı tarifler, adlı adınca verilmiş adresler vardır çünkü şehir tüm bunlar üstünden bizimle ilişki kurar. Buralardan hayatımıza girer ya da biz buralardan onun hayatına gireriz, sonuç devingen bir karşılıklılıktır. Özellikle Bir Beyoğlu Düşü’nde takip ettiğimiz öyküden bile emin olamayız. Şehrin kendisinin dayattığı bir öyküde yolunu arayan bir kahramanın kendi öyküsünü kurma çabasına tanıklık ederiz.
Hoşça kalın Demir Bey. Size, kahramanlarınızdan daha gençken okuduğum Bir Küçükburjuvanın Gençlik Yılları ile veda etmek istedim. Yekpare çamurlu bir kış günü gibi hatırladığım 1979 yılında, 15 yaşında, edebiyatı her şeyden çok seven bir genç olmak kolay değildi. Yalnızlığımı eksilttiniz. Eğer küçücük de olsa bir öte dünya inancım olsaydı sizden, Kanal Kentlerinde adlı kitabınızda, “Bunaltı (1958) adlı kitabımdaki öykülerde, adına göndermeler yapılan 18 yaşındaki platonik aşkın nesnesi genç kız. Sonradan yazar ve arkadaşım” diye andığınız Ayhan’a, yani anneme selam söylemenizi isterdim. Ama böyle bir inancım yok. Sadece teşekkür ediyorum, tüm okurlarınız adına, verdiğiniz emek için, edebiyata kattıklarınız için.
•