"Eğer roman keşfedeceği gerçeklik alanıyla tanımlanıyorsa, Peygamberin Son Beş Günü iyi bir şeyler yapmış görünüyor. Romanın karakterleri kendilerine erdemleri nedeniyle hayran olunmasını istemiyorlar. Onları anlamamız için çırpınıyorlar sadece."
03 Haziran 2021 17:00
Milan Kundera, Perde adlı kitabında roman tarihi açısından baktığımızda Sterne’nin Rabelais’ye tepki gösterdiğini, Diderot’nun Sterne’den esinlendiğini, Fielding’in durmadan Cervantes’e gönderme yaptığını, Stendhal’ın kendisini Fielding’le kıyasladığını, Joyce’un eserlerinin Flaubert geleneğinin bir uzantısı olduğunu, Broch’un kendi roman poetikasını Joyce hakkındaki düşünceleri üzerine geliştirdiğini, Marquez’e gelenekten çıkmanın ve “başka türlü yazmanın” mümkün olabileceğini anlatanın Kafka olduğunu söyler.
“Kurguya tepki veren kurgu” var bir de. Kurgu eserin başka bir yazar-eser üstündeki etkisini okuyucu olarak da fark etmemiz mümkün. Bu şekilde çok hoş ve gizemli öyküler doğabiliyor. Örneğin Raymond Carver’ın Katedral adlı öykü kitabında yer alan “Tren” (1983) bunlardan birisi. Carver bu öyküsünü Cheveer’e adamış. Katedral’i okurken, John Cheveer’in 1954’te yazdığı “Beş Kırk Sekiz” adlı öykünün kahramanlarından Miss Dent’i Tren’in gizemli kahramanı olarak buluveriyoruz. Miss Dent’in nerden geldiğini ve niyetinin ne olduğunu bilmesek ve onun ne yapmaya çalıştığını sadece birtakım ipuçlarından anlamaya çalışsak da, öykü bütünlüğünden hiçbir şey kaybetmiyor.
Anladığım kadarıyla Peygamberin Son Beş Günü’nü yazarken Tahsin Yücel’e de Miguel de Cervantes’in La Manchalı Yaratıcı Asilzade Don Quijote adlı eseri esin vermiş. Tahsin Yücel romanın bir yerinde Cervantes’e bir selam da veriyor. Yakın arkadaşı Fehmi, başkişiye “Rahmi, dostum, bu iş gerçekten çetin iş, yine Don Kişotluğa kalkma!” diyor.
Bu ilişkiye Fethi Naci de Yüzyılın 100 Türk Romanı’nda dikkat çekiyor ve bunun biçimsel bir benzerlikten öteye geçemediğinden söz ediyor. Ona göre roman, Tahsin Yücel’in emekçilere karşı mücadelesinde güçlü bir silah olmaya aday ve Marksizmi de, Türk solunu da gülünçleştirmek için yazılmış. Naci romanın değersizliğini göstermek için birkaç maddi hataya dikkat çekiyor ve insani değerleri olan bir solcuya yer vermediği gerekçesiyle yazarı kıyasıya eleştiriyor. Bu anlamda onun görüşlerine katıldığımı söyleyemeyeceğim. Değerlendirmeyi içerik açısından doğru bulmadığım gibi, bir sanat eserini konumlandırışındaki bağlam açısından da hatalı buluyorum. Kimi okuyucular da, 1940’lardan 1980’lere uzanan dönemi arka planına almış bir hikâyeyi, mücadelenin çok da içinde olmayan bir yazarın anlatmasından hoşlanmamış olabilir. Sözü edilenler dönem romanı yazmanın handikapları sanırım.
Bütün bu sanat dışı yaklaşımları bir yana bırakarak Milan Kundera’nın “Sanatın işi, büyük bir ayna gibi tarihin bütün çalkantılarını, değişimlerini, ardı ardına kesilmeyen tekrarlarını kaydetmek değildir” deyişini hatırlıyorum. Roman gelecek kuşaklara erdem timsali olsunlar diye karakterler de yaratmaz. Epik edebiyatın peşinde olduğu şeydi bu. Bugünkü roman insan doğasını anlama çabasındadır. Romancının da istediği kendinden öncekilerin göremediklerini görüp söyleyebilmektir. Bu düşüncelerle Peygamberin Son Beş Günühakkında birkaç söz söylemek istiyorum.
Tahsin Yücel’in Cervantes gibi kendini tekrarlayan tarihin ve anlatının içine hapsolmak istemediğini düşünebiliriz. Yazarın edebiyat açısından yeninin imkânını ilk roman sayılan Don Kişot’ta bulması da kayda değer. İki eserin arasındaki koşutluksa yerli yerinde görünüyor. Dil meselesini ve yakınacağımız kimi şeyleri ayrı tutarsak roman ilgi çekici.
Don Kişot’un birinci kitabı 1605’te basılıyor. Cervantes’in başlangıçta yapmak istediği şey İspanya ve Avrupa’nın yeni gerçekliğini yeni bir biçimde yansıtmak. Cervantes’in yeni bir biçimin karşısına koyduğu ise efsanevi hikâyelerin gerçekdışı özellikleridir. Bu hikâyelerde karakterler “oldukları gibi” değil, örnek alınmak üzere “olmaları gerektiği gibi” betimlenir. Jale Parla, Don Kişot’tan Bugüne Roman’da Cervantes’in İspanya’sının köhnemiş ifade biçimleri kadar köhnemiş bir dünya görüşünü sürdürmeye çalışan bir ülke olduğunu söylüyor. Cervantes eskimiş hikâyelerin, zaman ve mekânla bağını koparmış düşüncelerin parodisini yaparak trajik olanı mizahi bir biçimde anlatmayı seçmiş.
Don Kişot eskinin temsilidir. Okuduğu şövalye romanlarının etkisiyle tek başına dünyayı değiştirmeye, haklıyı savunup haksızı cezalandırmaya karar verir ve bir şövalye yaşamı sürmeye başlar. Roman boyunca yaşamadığı serüven, sorgulamadığı fikir kalmadığı gibi, başına da bin türlü dert gelir. Cervantes meczup kahramanına karşı ikircikli bir tavır içindedir. Don Kişot’un yanılsama içindeki bir deli mi, yoksa idealist bir kahraman mı olduğuna karar veremeyiz.
Peygamberin Son Beş Günü’nde Rahmi Sönmez, Marksizmle ilgili kitabi bilgilerin içine sıkışmış, eylemsiz bir adamdır. Tahsin Yücel’in hem başkişi Rahmi Sönmez’e (nam-ı diğer Peygamber) hem diğer roman kişilerine karşı Cervantes’inkine benzer, ikircikli tavrını görmemek mümkün değil. Bu ikircikli tavrın sağladığı şey, olan biten ne varsa, tümüne eleştirel bir gözle yaklaşabilmek. Romandaki ana eksen –Don Kişot’taki gibi– olayları ve kişileri sürekli sorgulayan, bazen olumlayan, bazen olumsuzlayan bir yaklaşım. Yazar yaşananları karikatürize ederek gülünç ve eleştirel bir etki yaratabiliyor.
Romanın daha başında bir illüzyon kırma yapılıyor. Beş yazarın birlikte hazırladığı bir romandır elimizdeki. Bunu romanın başındaki “Zorunlu Bir Açıklama” bölümünden anlarız. Rahmi Sönmez’in arkadaşı –büyük bir kapitaliste dönüşmüş olan– Fehmi Gülmez kendi adını kullanarak bastırmak amacıyla bu beş yazardan Sönmez’in hayat hikâyesini yazmalarını ister. Beş yazarın yazdığı bu hikâyede Rahmi Sönmez’in devrimci bir şair olarak tanıtıldığını görünce yazılanları beğenmez. Parayı ödeyip metne el koymak ister. Yazarlar isteğini geri çevirir. Fehmi Gülmez de Rahmi Sönmez ‘in (Peygamber) şiirlerini alıkoyar.
“Zorunlu Bir Açıklama” bölümüyle kurgu yazarların sesini duymuş oluruz. Bir üst kurmaca ile karşı karşıyayızdır. Fehmi Gülmez ve Rahmi Sönmez ile ilgili de az çok bir fikrimiz vardır artık. Romanın kimi bölümlerinde ipuçlarını göreceğimiz gibi, Fehmi Gülmez parasının gücüyle istediklerini yaptırabilen bir kişi olarak çizilmiştir. Ama şunu da eklemek gerekir ki, Tahsin Yücel roman kişilerini ak ve kara diye ayırmaz. Hiçbiri erdem timsali olmadığı gibi kötülük temsili de değildir. Fehmi Gülmez olumsuz özelliklerine rağmen hayatının büyük bir bölümünde Peygamber Rahmi’nin yanında yer alır, ona destek olur. Rahmi Sönmez devrimci bir şairdir; toplumu değiştirme hayali içindeyken toplumla ters düşer. Roman bu şairin yaşadıklarını anlatacaktır.
Peygamber de Don Kişot gibi eskinin –eski idealist, devrimci şairin– temsilidir. Roman boyunca onun da başına gelmedik şey kalmaz. Ama o Don Kişot gibi gezgin değildir; kozası haline gelen evine kapanmış, giderek dış dünya ile bağını kesmiştir. Roman ilerledikçe yanılsamalar ve delilik arasında gidip gelen, “şimdi ve burada”nın dışına düşmüş Peygamber’le karşı karşıya kalırız. Adanmışlığı, eşitlik duygusu, sadakati onu bir kahraman yapmaz. Tersine, sürekli yenilgiye uğrar, dışlanır, anlaşılmaz; anlaşıldığı anlarda da onunla alay edilir. Dünya değişmiştir artık.
Romanda kadın imgesi de önemliydi, diye düşünüyorum. Kadın karakterler diğer roman kişileri gibi Peygamber Rahmi Sönmez’i anlamak –ve anlatmak– için hikâyenin içinde yer alırlar. Kanımca Tahsin Yılmaz’ın amacı da budur. Bu karakterler yalınkat olarak tanıtılsalar da, aslında önemli bir gerçeğe işaret ederler. Peygamberin hayatında kadın da bir idealden ibarettir. Kendi bedenine ve cinselliğine yabancılaşan Peygamber şiirlerinde dünyaya bakışını bir kadın imgesi üzerinden anlatmaya çalıştığı halde, aslında kadınla ilişkisi soyut bir zeminde kalmıştır. Feride’yle Marksizm’i birleştirir. Kendisi gibi adanmış bir hayatın temsili olan Zarife’den –burnunun dibinde olduğu halde– uzak durur. İlk kez Meryem’le canlı kanlı bir ilişki yaşar ama artık çok geçtir. Hayatı boyunca arzularını bastırmış, görmezden gelmiş bir adamdır o. Yazar bir yandan bu acıklı hali gözler önüne sererken, bir yandan da torun Nâzım’ın başka bir uçta yer alan halini gösterir okuyucuya. Nâzım günlük tüketilen ilişkiler içindedir. Romanın bir yerinde ona “Kadın devrimcinin ödülüdür” dedirtir.
Örgütlü bir mücadelenin içinde olmak yerine kulaktan dolma bir ideolojinin Don Kişot’luğunu yapan, kendi dünyasında sıkışmış, yanılsama ile delilik arasında gidip gelen bir karakteri etkileyici bir şekilde anlatmış Tahsin Yücel. Torunu Nâzım’ın görünmeme mücadelesi ile Peygamber’in görünür olma çabasındaki karşıtlığı iyi kurmuş. Trajik çatışmayı oluşturma açısından başarılı.
Tahsin Yücel’in romanındaki karakterlerin isimleri de dikkate değer. Her birinin isminin anlamı romandaki işleviyle uyumlu. Rahmi, Fehmi, Feride, Zarife, Meryem… Bir ideali koruma çabasındaki Rahmi, kimi bağlantıları kurmasında Rahmi’ye yardım eden Fehmi, eşi benzeri olmayan Feride ve Maria Magdalena temsili Meryem.
Romanın eksiklerinden birini, karşıtlığı tam olarak oluşturacak bir karakterin olmayışı diye düşünebiliriz. Peygamber dışındaki roman karakterlerinin hepsi yalınkat ve gerektikçe olaylara dahil olup geri çekiliyor. Karşıtlık karakteri olabilir diye düşüneceğimiz Nâzım da bunlardan biri. Cervantes, Don Kişot’un karşısına Sancho Panza karakterini koyuyor örneğin. Jale Parla, Don Kişot’tan Bugüne Roman’da, “… manevi değerlerin maddi kazanımlara, ulvi aşkların cinselliğe … indirgenmesini, kısaca saygın söylemlerin karnaval özgürlüğüyle bozulmasını, Don Kişot ile Sancho Panza’nın oluşturduğu muhteşem ikilide de görürüz” diyor. Don Kişot ulvi özlemleri temsil ederken Sancho Panza bencilliğin, dünyevi özlemlerin ve pragmatizmin timsalidir. En önemlisi, Don Kişot gibi canlı kanlı bir Sancho Panza’dır karşımızdaki.
Peygamberin Son Beş Günü’nde iyi bulmadığım yönlerden bir diğeri yazarın sesini sürekli duymaktı. Eser ne yazık ki tezli roman olmanın bu rahatsız edici halinden pek kurtulamamış.
Bir diğer önemli mesele anlatı dili. Roman güzel yazılarda duymayı sevdiğimiz müziği yakalayamamış. Tahsin Yücel yazısını dil ideolojisine kurban vermiş gibi görünüyor. Roman boyunca sıklıkla geçen kenter, kılgısal, oluntu, eytişmek gibi sözcükler bir yana, kurgu diliyle ve günlük dille uyuşmayan kullanımlar kulak tırmalayıcı. Oysa, pekâlâ biliyoruz ki –bir yazar metnin müziğiyle uyumluysa– arkaik bir sözcüğü, yöresel bir söyleyişi, yabancı dillerden girip dile mal olmuş sözleri kullanabilir. Metnin ve dilin ahengine uyan, yeni türetilmiş sözcükler de dahil buna. Sözcüklere farklı anlamlar katmayı da düşünürsek bu yapılanlar dilin zenginliği haline de gelebilir. Oysa zorlama gibi duran kullanımlar yazarın dilini kısırlaştırmış. Romanının kahramanın yaşadıklarına benzer bir şekilde, onun dili de hayattan kopmuş.
Bütün bunlara rağmen, eğer roman keşfedeceği gerçeklik alanıyla tanımlanıyorsa –ki bu tanımlama yerelle değil, sanatın uluslarüstü bakışıyla, insan doğasıyla ilişkiliyse– Peygamberin Son Beş Günü iyi bir şeyler yapmış gibi görünüyor. Romanın karakterleri kendilerine erdemleri nedeniyle hayran olunmasını istemiyorlar. Onları anlamamız için çırpınıyorlar sadece. Peygamber’in yenilgisinin hikâyesini okurken onu anlamaya çalışıyoruz.
Milan Kundera, Perde’nin bir bölümünde şöyle söylüyor:
“İnsan hayatı bir bozgundur. Adına hayat denen bu önlenemez bozgun karşısında bize düşen yalnızca onu anlamaya çalışmaktır. İşte roman sanatının varoluş nedeni de budur. “
•
KİTAPLAR: