“En klişe karakterlerle de olsa bir dizide toplumsal ağların sergilenmesi, her gün maceralarını takip ettiğimiz eşimizin dostumuzun ekranda belirmesi, özlemimize karşılık verir. Yeniden gerçek bir şeyler bulduğumuzu zannederiz. Zorlama sahneleri ve çürütücü mesajları gözden kaçırabiliriz, çünkü suiistimale açığızdır, uzun zamandır beklediğimiz vuslata ermişizdir.”
26 Kasım 2020 18:15
Kültür sohbetlerinin merkezinde romanın konuşlandığı günler olasıdır ki sona erdi. Dizi denen format, filmi de ekarte ederek “entelektüel” paylaşımın temel birimi haline gelmişe benziyor. Elbette edebiyata yüklediğimiz anlamdan vazgeçemeyişimiz bu tespitleri kesin yargılara dönüştürmeyi engelliyor. Geçmişin metin temelli gerçekliğinin yerini alan görsel doygunluk zamanlarını kabul etmek istemiyoruz. Oysa her gün biraz daha çözülüyor dilin şiirsel örgüleri, her gün kuvvetini biraz daha yitiriyor çağrışımlı ifadeler kurma becerimiz.
Bugünün yenidoğanları için metin ne ölçüde önem taşıyacak? Belki de çölde serap arayan yolcunun ellerinden akan kum kadar. Alfred Korzybski’nin altını çizdiği üzere, insan türünün öne çıkan becerisi bilgiyi zaman içinde aktarmaktır. Biz bilgi biriktiren türüz. Herkes kendi heybesinde kalanı paylaşarak ortak havuzu genişletir. Yazının bulunması ile birlikte tarihin tüm yükünü içinde bulunduğumuz daireye yığma şansı elde ettik. Bugün burada olduğumuz kadar yaşanmış olan tüm geçmişin de içindeyiz. Geleceğe kayıtlar bırakabilme yeteneğimizle zamanın alfa ve omegası arasında esnemekteyiz. Bizler, doğanın şimdi ve buradalığına zamansal katmanlar dizen yapı ustaları, yatayda süregelen varoluşa dikey boyutunu hatırlatıyoruz.
Hal böyleyken edebiyatın bizi binlerce yıldır taşıdığı geniş alanı düşünmek bünyede vertigolar doğurabiliyor. İnsanın ayırt edici vasfının aktarmak olduğunu fark ettiğimizde hikâyenin de insanlığın en temel ürünü olduğunu kavrıyoruz. Dolayısıyla hikâyeler anlatmak türümüzün vazgeçilmezi. Formatlar değişse de bu temel işlevin eşyanın tabiatı itibariyle ortadan kaldırılamaz olduğu görünüyor. Konu işte burada çetrefilleşiyor. Yazı yokken de hikâyeler anlatılıyordu. Yazı hikâyeleri kayda almak için değil de, genelgeçer bilgileri arşivlemek için bulunmuş olabilir. Dolayısıyla hikâye yazıyı önceliyordu, yazı da edebiyatı önceliyor. Edebiyatın icadı hikâye anlatmak ve bilgiyi belgelemek için gereken araçlara sahip olmamızdan sonra gerçekleşti. Bu demektir ki, edebiyat farklı bir varoluş amacına, farklı bir “conatus”a sahip ve bu amaca uygun kullanılmadığı sürece, yapılan eyleme de, üretilen içeriğe de edebiyat etiketi yapıştırmak doğru değil.
Edebiyatı yazmanın derinleştirilmesi olarak adlandırmak mümkün fakat daha önemlisi, tanımlama eğilimimize meydan okuyan bir alan olarak görülmeli edebiyat. Anlatılamayanı işaret etmek gerektiğinde yazı edebiyata dönüşüyor, bu anlamda cümlelere sığmayanı metne dökmeyi arayanlar yönleniyor edebiyata. Kaynağa döndüğümüzde edebiyatın belirişi şiirle oluyor. Şiir hangi öğeleri içeriyorsa, edebi bir düzyazı metinde de onları yaşatmayı hedeflemek yazar için yanlış olmayacaktır. Çağrışımlar, eğretilemeler, imalar, ses örgüleri, bağırışlarla fısıldayışlar, kendi ötesinde anlam üreten her türlü öğe edebiyat için zorunlu ama yazı için gerekli bile değil. Bu anlamda kaybolanın ne olduğunu belirlemek oldukça kolay.
Metin odaklı medeniyetten görüntü odaklı olanına evrildikçe, yazılı dilin şiirini görselde canlandırmaya çalışıyoruz. Bu nedenle giderek daha fazla kadraj, fotoğraf, montaj, görüntü yönetmenliği tartışırken buluyoruz kendimizi. Görünenin edebiyatını arayan öncülerle ev tipi videolar yığıntısından sıyrılıyoruz, fakat bu şiir eski şiirin yerini tutabilecek yoğunluğa sahip mi, henüz bilemiyoruz bunu. Bir gün, görseli okurken yararlanabileceğimiz yazılı birikimi çoktan unutmuş olduğumuzda, elimizde sadece ekranlarda dolanan imgeler kaldığında bu sorunun cevabını kolaylıkla verebileceğiz. Eğer o gün bu soruları soran birileri olursa elbet.
Böyle bir değişim döneminde kısasından uzununa videonun günlük etkinliğimizin büyük bölümünde bize eşlik ettiğini itiraf edelim. Televizyon kutusuyla sinema salonunun kısıtlı içeriği bendini aştı, dağınıklaşarak dört yanımıza saçıldı. Mekân ve aygıt diktasından kurtulan video, çevremizin kendisi olmaya doğru genleşiyor. Çoğu bilimkurgu hayalinde ekranların her yeri sarması yahut sanal gerçekliğin ana gerçekliğin yerini alması tesadüf değil, sadece mevcut eğilimin mantıklı sonucuna doğru çekiştirilmesinden ibaret. Video bireysel ve kolektif iç dünyamızla ilgili geribildirim aldığımız ana unsura dönüşmüş durumda. “Video gerçeğin kendisidir” zannını kabullenmekteyiz adım adım. Görünenle gösterilenin fikirlerimizi ve duygularımızı şekillendirdiği hakikat-sonrası koridordayız ve rotamız daha fazlası, daha fazlası, daha fazlası…
Çaresizlik Toplumunda Roman başlıklı metinde bahsettiğim üzere, roman türünün ortaya çıkışı ile bireysellik bilincinin ivmelenmesi arasında bağlar bulunmakta. Dolayısıyla “kendi isteğini gerçekleştirmeyi niyet edenin geri kalan kişi, kurum ve koşullarla ters düşmesinin anlatısıdır roman” demek isabetli bir kestirme olacaktır. Bunun için kendi isteklerinin farkına varmış kişilere gerek var öncelikle. Daha sonrasındaysa isteklerini fark edenlerin bunu gerçekleştirmek için savaşım içerisine girmesi lüzum eder. Bir ara duraktan bahsedilebilir bu noktada, isteklerinin farkında olup statükoyu değiştiremeyeceğini de anlamış karakterlerin sonsuza dek debelendiği Godot istasyonu. Burada bireysellik bilinciyle farkındalık, koşulları delip geçecek derecede odaklanma, cesaret, etkinlik üretemez. Böylesi romanlarda yenilgiye mahkûm olduklarını bilen kişiler yapay ve acılı dünyalarını tatmin getirmesi mümkün olmayan eylemlerle sürüklerler. Değişimi değil, değişimin neden gerçekleşemediğini gösteren hikâyelerdir bunlar. Karanlığa ışık tutulur, ama kibritle. Roman kapanınca kibrit de söner, püf…
Sol eğilimli yazarların gerçekleşmeyen değişimin temellerine ışık tuttukları köy romanları akımı yerli roman tarihinde hatırı sayılır ağırlığa sahiptir. Döneminin sosyo-ekonomik ilişkilerini gözler önüne sererek toplumsal tipleri karşımıza getirir köy romanları. Yazar burada bir şeylerin farkına varmamız dileğiyle aynayı kentlerden kırsala, gittiği her yere taşımaktadır. Yalan, dolan, kandırmaca, çirkeflik ve kurnazlık, tabiat dekorunda günlük hayatı sürükleyen ana motorlar olarak baş gösterir. Elbette kutsanan bir çalışma aşkı ve emek övgüsüyle başa baş gider bu bahsedilenler. Memlekete uygulanan sınıfsal okuma sonucunda sömürülenlerden ve sömürenlerden bahsedilir. Belli bir ideolojiye hizmet etme endişesi taşısalar da, bu romanların hedefi yaşananı ortaya koymaktır.
Bu romanlar değişimi hedefleyen insanların değişememe sebeplerimizi faş ettiği belgelerdir. Siyasetle fikriyat arasındaki paslaşmanın kesilmesiyle bu tarz romancılık adeta bir gecede bitmiştir. Toplum olarak kendimize bakmayı böylelikle bırakmışızdır. O günden beri aynada kendini göremeyen vampirler gibi, yaşamla ölüm arasında düzeysiz kimlik çatışmalarından medet uma uma ucubeleşmişizdir sanki. İthal anlatılar, içinde yaşadığımız güncel ile öylesine alakasız kalmaktadır ki, “kimiz biz?” deriz. Ne bireysel olarak ne de kitlesel olarak net fotoğrafı elde edemeyiz, çünkü edebiyat artık böylesi sahneleri çerçevelemeye cüret edememektedir. Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Huzur romanı gibi bir klasiğin ardından Orhan Pamuk soyut düzeyde bu zinciri devam ettirir, evet, ama yine de mesele giderek nüanssız ve yüzeysel bir veçhe kazanmaktadır. Otomatik tiplerle kulaktan duyma yaşantılar yaldızlı mizansenler önünde çalakalem desenlere çevriliverirler. “Biz böyleyiz” deyip geçeriz. Medyanın artan etkisiyle sonsuz manipülasyon ortasında gerçek yüzümüzü görmek arzumuz tükenmemiştir, fakat aynayı tutmak görevini üstlenecek kimse kalmamıştır.
İşte böylesi bir ortamda, en klişe karakterlerle de olsa bir dizide toplumsal ağların sergilenmesi, her gün maceralarını takip ettiğimiz eşimizin dostumuzun ekranda belirmesi, özlemimize karşılık verir. Yeniden gerçek bir şeyler bulduğumuzu zannederiz. Zorlama sahneleri ve çürütücü mesajları gözden kaçırabiliriz, çünkü suiistimale açığızdır, uzun zamandır beklediğimiz vuslata ermişizdir. Nostalji ticareti ve Yeşilçam enstantaneleri arasından kendimize bakarız doyasıya, “biz buyuz” deriz. İçselleştirilmiş çaresizliğimizi hiçbir yere gitmeyen niyetsiz karakterlerle pekiştiren yapımı keyifle izleriz, tanıdıklarımızdan izler buluruz. Sahicidir, demli çay gibi içimizi ısıtır işte. Global bir devin çatısı altında, yüksek kaşelerle gerçekleştirilmiştir ve etkilidir. Bir kahramanı yoktur. Hiçbir karakter mutlu olamaz, mutluluk diye bir şey de yoktur. Sadece çürüme vardır. Çürümenin boyutlarını kavrayamayacak derecede gerilersek, geçmişin müziklerini dinleyerek güzel bir uykuya yatabiliriz. Empati yaptık sanırız, kandırılmış olabilir miyiz, belki de, önemi yok bunun, samimi işleri severiz, bizi bize anlatıyorsa bir başkadır izlediğimiz iş, şüphe etmeyiz, zaten uzun süredir en büyük hatamızdır bu, fazla da şey etmeye gerek yok değil mi abla?
•