Karasu’nun Susanlar kitabında kaybolup gitmiş, müthiş bir dikkat ve detay ürünü denemeleri, 20’li yaşlarda, son derece dikkatli, has bir okur olarak edebiyatın “ne olduğuna” ve “ne olmadığına” dair fikirlerini barındırması açısından önemli...
04 Şubat 2016 13:40
Bilge Karasu’nun denemeciliği sır değil. Karasu denince ilk akla gelen (ve artık biraz da kolay cümleleri seven okurların gevelediği yavan bir “ifadeye” dönüşmüş olan) Ne Kitapsız Ne Kedisiz kitabı da bir denemeler kitabı zaten. Ben burada bu malum kitaptan değil, Karasu’nun Susanlar kitabı içinde kaybolup gitmiş, müthiş bir dikkat ve detay ürünü denemelerinden bahsedeceğim. Bilge Karasu bu denemeleri “Yazar-Okurun Defteri” başlığı altında toplamış ve amacını şöyle açıklamış: “Yazar-Okur’un Defteri bir ‘yazar gibi yazma’ değil de bir ‘konuşur, söyleşir gibi yazma’ olanağı verecek bana.” Konuşma-dağınıklığına ve ritmine yakın duran ve hakikaten okuruyla konuşan bu metinlerin Susanlar adlı bir kitaba dahil edilmesi de ironik ve talihsiz bir durum. Hatırlayalım: Susanlar kitabında Karasu’nun “kitaplara girmemiş” metinleri bir araya getiriliyor. Kitapta mevzubahis denemelerin yanı sıra kitap sayfasına düşmemiş şiirleri, öyküleri ve söyleşileri de yer alıyor. Öykülerin bir kısmı da “Susanlar” serisi olduğu için kitaba bu ad verilmiş ama bence yanıltıcı bir tercih. Kitaptaki denemeler ve söyleşiler gayet konuşkan –karşımızda hiç de susan bir Karasu yok. Bu konuşkan denemelerin biraz “kayıp” olmasının nedeni de bu “susanlar” başlığı olsa gerek.
Birçoğu Forum dergisinde yayınlanmış olan bu denemeler Karasu’nun daha 20’li yaşlarda, son derece dikkatli, has bir okur olarak edebiyatın “ne olduğuna” ve “ne olmadığına” dair fikirlerini barındırması açısından önemli. Bu fikirler zaten Karasu’nun aynı zamanda bir “yazar” olarak da edebiyatında uyguladığı şeyler. Yıllar sonra Gece’yi yazıp, gerçeklik, rüya, karanlık, ilerleme, aydınlanma ve devrim gibi konularda suları bulandıracak olan Karasu, buradaki denemelerde de “gerçekçilik” denilen şeyin sorunlu yanlarına sık sık değiniyor. Karşımızda insan aklının karanlığını ve bulanıklığını ve bunların da edebiyata olduğu gibi izini düşürme hakkını savunan bir Karasu görüyoruz. Bu savunuyu en belirgin şekilde Vüsat Bener’i “diğerlerine” karşı savunurken sırtlanıyor yazarımız. “Yaşamasız Çevresinde Dolanı” adlı yazısında Bener’i “karanlık ve soyut” olmakla, gerçeğin dışına çıkmakla suçlayan Bay Alangu’ya cevap verirken, “gerçeklik = aydınlık” bakışının (bir anlamda “aydınlanmacı” bakışın) artık bıkkınlık verdiğini söylüyor: “Gerçeklikle aydınlığın bağıntısı artık ağrılı bir hal aldı benim için. Ne zaman böyle sözlere başlansa midemde bir sancı duyduğumu sanacağım neredeyse.” Bu müthiş savunudan sonra Karasu suçun belki de Bener’in “acayip” edebiyatını kavrayamayanlarda olduğunu belirtiyor ve edebiyata sonsuz bir özerklik tanıyor. Karanlık ve “anlaşılmaz” olmak edebiyatın en temel hakkıdır, diyecek neredeyse ama şöyle diyor: “Okur yalnız… bizim gerçeklerimizin aydınlık hikâyelerini okuya okuya tembelleşmişse, bir yazar bundan sorumlu tutulmamalı.” Vüsat Bener böyle bir okura (ve “denemeci”ye) sahip olduğu için hakikaten şanslıymış zira bugün bile Bener’i Bay Alangu gibi yargılayıp bir kenara atmaya çalışanlar var.
Karasu bu defterdeki başka denemelerinde de “gerçek,” “gerçeklik” ve “gerçekçilik” meselelerini deşeliyor. Gerçeği yazdığını iddia eden “yazarlar”a gerçek (hakikat, dünyanın kendisi) ile gerçeklik (kişinin gerçekliği, şahsi dünya algısı) arasındaki temel farkı hatırlattıktan sonra “iri lakırdıların” tehlikeli olduğunu belirtiyor ve gerçekçilik namına edebiyatın “başka dünyalar yaratma” ihtimalinin ortadan kaldırılmasına ve yazarın da bir yansıtma mekanizmasına indirilmesine karşı çıkıyor. Çok temel meseleler evet ama Karasu bu temel meseleyi şöyle şahane veciz bir sözle özetleyebiliyor: “Kişiyi ortadan kaldıran, kişiliği silen gerçekçiliği tutmuyorum.”
Karasu’nun bu denemelerden yaklaşık otuz yıl sonra yazdığı Ne Kitapsız Ne Kedisiz’in ilk makalesinde de temel meselenin yine bu “gerçeklik” meselesi olması manidar. “İmge Üretiminde Hâlâ İlk Sırada” gibi teknik bir başlık altında edebiyat ve roman nedir gibi büyük bir mevzuları ele alırken, gerçeklik denilen şeyin aslında olmadığını, yaratıldığını, imgeler aracılığıyla kurulduğunu söylüyor. Buna göre yazının “gerçekliği” de bir dünyaya bakış / dünya tahayyülü oluşturan imgelerin yaratılmasına dayanır. Tarih, insan, kültür, doğa gibi iri başlıkları incelten ve şahsileştiren bu imgeler yazarın hem dünyayı şekillendirmesine hem de dünyaya bakmasına olanak tanır. Bu nedenle de, diyor Karasu, roman denilen şey imgelerle kurulu bir alternatif dünyadır. Buradan hareketle “okumaya” ve “okurluğa” dair de müthiş bir tanım sunuyor: okumak da bu alternatif dünyanın “olanaklı / olası kılınmasını yaşamaktır.”
Aynı denemede edebiyata dair de çok basit ama temel bir şeyi ders niteliğinde özetliyor Karasu. İmgeler kuran edebiyatın hakikisi “ayrıntıyı dilselleştirebilen” edebiyattır, diyor. Karasu’nun en hassas olduğu şeylerden biri de bu herhalde: iri lakırdılardan ince tespitlere, engin genellemelerden küçük detaylara geçmek. Yazar-Okur’un Defter’inde de mesela Oktay Akbal’ı Suçumuz İnsan Olmak adlı romanında “suçu insan olmaya yüklerken genellemede ölçüyü kaçırmak”la suçluyor ve kendisini daha daralmaya, detaya ve büyük değil, ince çizgilere davet ediyor.
Susanlar’da mevzubahis deftere dahil edilmeyen başka edebi denemeler de var. Bunlardan birinde Karasu, Cemal Süreya’nın bir dergi (meşhur Pazar Postası) yazısına cevap veriyor. (İnsanın aklına yazarların dergiden dergiye ya da aynı derginin farklı sayılarında atıştıkları, dergilerin birer münakaşa ve fikir mabedi olduğu ve “deneme”nin gerçek anlamıyla icra edildiği eski zamanlara dair nostaljik bir görüntü geliyor.) Titiz ve müşkülpesent münekkit tutumuyla Karasu, Cemal Süreya’nın “şairliğe yeltenen hikâyeciler”e dair eleştirisine, şairliğin, hikâyenin ve şiirimsiliğin ne olduğunu, tek tek, acımasızca sorarak ve hazır cevapları çürüterek cevap veriyor. Buradan kelimeyi temel alan edebiyatın şiire, olayı temel alan edebiyatınsa hikâyeye, öyküye tahsis edilmesine itiraz ederek, yine edebiyat alanını daha da özgürleştiriyor.
Bilge Karasu’nun edebiyat üstüne çokça düşünen ve “edebiyata şüpheyle bakan,” edebiyata dair iç konuşmalarını da hikâye ve romanlarına dahil eden ve bu nedenle de çok-katmanlı, kıymetli bir yazar olduğunu biliyoruz. Bu denemeler de işte bu edebiyatçının “edebiyat” görüşünü açıkça ifade ediyor. Keşke bu yazılar Susanlar’a dâhil edilmek yerine, ayrı bir edebiyat denemeleri kitapçığı olarak yayınlansaymış. Cebimizde bir edebiyat cevheri, yoğun bir okuma notları defteri taşıyabilirdik o zaman.