Beyoğlu’ndan Beyoğlu’na!

Son yıllarda ekonomik zorluklarla boğuşan Beyoğlu Sineması’nın yöneticileri, işletmenin artık kendisini döndüremeyecek duruma geldiğini belirten bir açıklamayla sinemanın 30 Haziran’da kapanacağını duyurdular...

22 Haziran 2017 13:52

Son yıllarda ekonomik zorluklarla boğuşan Beyoğlu Sineması’nın yöneticileri, işletmenin artık kendisini döndüremeyecek duruma geldiğini belirten bir açıklamayla sinemanın 30 Haziran’da kapanacağını duyurdular. Bir grup sinemasever ve aktivistin başlattığı sinemayı kurtarma projesinin başarıyla sonuçlanacağını, Beyoğlu ve İstanbul’a önemli kültürel katkılar sunan bu mekânın hayatına devam edeceğini umalım. Ancak herkesin malumu olduğu üzere Beyoğlu sinemasının bu duruma gelmesi bir sürecin sonucunda ortaya çıktı. Parça parça algılanan, birbirinden bağımsızmış gibi duran bu sürecin kimi duraklarını yeniden hatırlamakta yarar var.

Yükselen sermaye i̇ştahı ve kent rantı

David Harvey, Asi Şehirler  isimli enfes kitabında şehir rantının tarihsel köklerinin izlerini sürer. "Kentsel dönüşüm"ün, İstanbul’dan çok önce New York, Londra, Paris, Barcelona gibi dünyanın önemli ve sermaye birikiminin yoğun olduğu kentlerdeki sonuçlarını masaya yatırır ve şöyle bir tespitte bulunur: “Geleneksel şehri dizginsiz kapitalist gelişme öldürdü, sermayenin aşırı birikimini yatırıma dönüştürmek için duyduğu bitmek tükenmek bilmeyen ihtiyaç, toplum, çevre ve siyaset açısından doğacak sonuçları gözetmeksizin, şehri bitimsizce yayılan bir kentsel büyümeye kurban etti.”

Burada uzun uzun sermaye birikiminin kökenleri ve kent rantının tarihini anlatmaya gerek yok. Ancak hikâyenin AKP iktidarıyla başlamadığını, Beyoğlu özelinde, daha öncesinde de kent yoksullarının yükselen rantlarla birlikte sürülmesi ve yerlerine orta sınıf/ entelektüellerin yerleşmesiyle yeni bir sürecin açıldığını not düşmeden geçmeyelim. Ancak burada Özal liberalizmi ve sonrasında yaratılan orta sınıfın ve buna bağlı olarak sermaye ile ilişkilerini pekiştirmiş entelektüel zümrenin "ekonominin kendi dinamikleri" içinde ortaya çıktığını ve kent merkezine –özelde Beyoğlu- yönelik talebi artırdığının altını çizmek gerek. AKP’nin yaptığı ise hızla artan sermaye birikiminin merkezine inşaat rantını oturtarak bu dönüşümü "doğal" olmaktan çıkarıp zora, inada ve toplumsal yapıda kalıcı hasarlar bırakacak uygulamalara dayandırmak oldu. AKP iktidarının ilk döneminde sermaye birikimi sahipleri Beyoğlu civarını açıkça talep etmeye başladı. Ancak bu, Dolapdere’deki kırık dökük evlerle olacak şey değildi. Bu yüzden orta sınıf kentlilere "yaşam alanı" hissi yaşatacak, Dolapdere ruhu(!) ve rezidans kalitesini bir arada bulunduracak projeler hayata geçirildi.

Sermaye sahipleri, bir yandan yükselen rantlarla birlikte artık Beyoğlu’nda tutunamayan sakinlerin evlerine, esnafın dükkânlarına el koyarken, kimileri de burjuva sorumluluklarını unutmuyor ve elde ettikleri rantın kefareti olarak Karaköy- Taksim hattında birbiri ardına müzeler, galeriler, çağdaş sanat mekanları açıyordu. Bunu "dünyaca ünlü" yeme- içme, giyim, teknoloji markalarının İstiklal’de boy göstermesi takip etti. Böylece küresel kapitalizme entegre olmaya başlayan ve kentin kalbi sayılan Beyoğlu, turizm için de cazibe merkezi haline geldi. Salt Galata’da sergi gezdikten sonra The House Cafe’de yemek yiyor, Atlas Sineması’ndaki film çıkışında Nevizade’ye fasıl eşliğinde iki kadeh atabiliyorduk. Gelenekle modernin eşsiz buluşması! Daha ne olsundu ki!

Kültürü yalnızca sanat ürünlerini kapsayan tanımından çıkarıp genel anlamıyla kullandığımızda ortaya çıkan bu görüntü bir tür "çeşitlilik" sağlamış gibi görünüyordu ama öyle olmadığı Emek Sineması sürecinde ortaya çıktı. Meselenin kâr/ zarar üzerinden kurulduğunun, bütün bu yatırımların kültürün tüketime devşirilebildiği oranda anlam kazandığının belirginleşmesi için bir turnusol işlevi gördü Emek Sineması süreci. Arkasında bir sermaye grubu olmadan ya da doğrudan bir sermaye grubu tarafından kurulmadan ayakta durulamayacağının, kültürün bir tüketim nesnesine dönüştüğü koşullarda "müşterinin" beklentilerinin de değişeceğinin göstergesiydi aynı zamanda. Bugün Beyoğlu Sineması için de dile getirilen “kötü kokuyordu, koltukları kötüydü vb.” gibi eleştiriler hep “müşteri memnuniyetsizliğinin” dile gelmesi aslında. Emek Sineması’nın kamuya ait olması, bütün karşı koyuşlara ve mücadeleye rağmen yıkılması, Beyoğlu’ndaki kültürel dönüşümün yaldızlarını da kazımış ve ardındaki gerçeği bütün açıklığıyla ortaya çıkarmış oldu bu anlamda. İstiklal’in bugünkü içler acısı haline dönüşümü sırasında caddeyi ilk terk edenler de dünya devi markalar, leziz yemek sunan restoranlar ve sırtını sermayeye dayayan sanat mekanları oldu nihayetinde. Beyoğlu’nun tarihî mekânları bu sermaye dönüşümüne ve ona bağlı olarak ortaya çıkan kültürel duruma dayanamayıp kapanırken, bu firmalar ‘kârlılık’ oranları düşünce birer birer terk etmeye başladılar caddeyi.

Buna bir de 2010’larda zirve yapan turizm ilgisinin hem siyasal hem de konjonktürel gelişmeler nedeniyle azalması, esnafın hatırı sayılır bir kısmının uzun vadeli düşünmek yerine özellikle Arap turistlere yönelik kısa vadeli kazanç projelerini hayata geçirmeleri eklendiğinde tam da bu ülkeye özgü bir fırsat avcılığının bir kez daha geri teptiğini görmek çok zor olmayacaktır.

Si̇yasal ayak ya da geçmi̇şi̇ si̇lme çabaları

Meselenin bir de siyasî ayağı var tabii. Türk siyasal tarihi yalnızca fizikî kıyımların değil aynı zamanda kültürel kıyımların da en uç örneklerini barındırır. 1915’te Ermenilerin, Cumhuriyet süreci boyunca Rumların fizikî olarak ülkeden atılmış olması yeterli olmamıştır hiçbir zaman. Bu toplulukların yaşadıkları kentlerdeki bütün kültürel birikimleri ya imha edilmiş ya da dönüştürülerek tarihsel köklerinden uzaklaştırılmıştır. Yalnızca kiliseler değil, evler, konaklar fizikî olarak da ortadan kaldırılmıştır. Şarkıların sözleri, yemeklerin adları, mekanların tarihleri yeniden yazılarak yok sayılmak istenmiştir. Türk devlet geleneğini devralan AKP iktidarının küresel sermaye ve dünya ile entegre bir şekilde devam eden ve ciddi bir muhalefetle karşılaşmayan iktidar serüveninin ayarları Gezi İsyanı ile bozulunca bu gelenek daha da belirginleşti. Gezi öncesinde başlayan Taksim’e 1 Mayıs yasağı, Atatürk Kültür Merkezi’nin kapalı tutulması gibi gelişmeler bir yana Cumhuriyet kurumlarına ve kültürüne yönelik açık yok etme, itibarsızlaştırma politikaları bir anda görünür hâle geldi. Taksim’in kaynaklık ettiği kültür, nihayetinde Gezi’nin de hamurunu oluşturuyordu. Yalnızca kültür- sanat mekânı değil, eğlencenin dolayısıyla seküler hayatın da merkeziydi. 7 Nisan 2013 tarihindeki Emek Sineması eylemine kadar uzunca bir süre İstiklal’deki eylemlere müdahale edilememiş ve burası bir anlamda İstanbul’un protesto mekanına dönüşmüştü. Her renkten, cinsel yönelimden ve sınıftan insanın kendisini özgürce ifade edebileceği bir alandı aynı zamanda. Gezi’nin ve ardından gelen HDP’nin yükselişinin yarattığı coşkunun tedirginliği birleşince sermayenin ihtiyaçları ile siyasetin bekası arasındaki çatışma siyaset lehine yontulmaya başladı. Taksim’in hızla cazibe merkezi olmaktan çıkarılması, Arap ağırlıklı turistlere göre ekonomisinin yeniden düzenlenmesinin önünün açılması bir yanıyla kapkaççı bir ekonominin yansımasıysa diğer yanıyla da buranın ilerici/ seküler birikimini parçalamaya ve başta üniversiteliler olmak üzere kentli orta sınıfın mekânla arasına mesafe koymasına yönelik hamleler olarak da okunabilir. AKM’nin yıkılacağının bir kez daha ilan edilmesinin, devletin yüksek katlarının her fırsatta Gezi’yi itibarsızlaştırmak istemesinin, kültür sanat alanında kamu desteklerinin çeşitli bahaneler üretilerek Cumhuriyetçi/ solcu/ sosyalistlere verilmemeye başlanmasının altında, geçmişin kültürel birikimine dair öfke ve onu yok etmeye yönelik çaba yatıyor hiç kuşku yok ki. Cumhurbaşkanı’nın ısrarla kültürel alanda iktidar olamadıklarını söyleyip durmasını da bir kenara not edelim. Rıfat Ilgaz’ın adının üniversiteden, Kızıltepe’deki Uğur Kaymaz Heykeli’nin meydandan kaldırılması hep geçmişe dönük hafızayı silip atma çabalarının bir ürünü. Aynı şekilde Kürt illerinde belediyelere atanan kayyumların bu kentlerdeki sokak adlarını değiştirmelerini, tabelaları sökmelerini, heykelleri kaldırıp, kültür sanat mekânlarını kapatmalarını da aynı kültürel imhanın parçası olarak görmemiz gerekiyor.

Beyoğlu Sineması nerede duruyor?

Bütün bu ahval ve şerait içinde Beyoğlu Sineması, sermaye tarafından biçimlendirilmeye başlamış bir kültürel ortamda, müşteriye dönüştürülen sanatseverin tercihlerinin değişmesiyle uzun süredir zorluklar yaşıyordu zaten. Buna bir de sinema sektöründeki tekelleşme, tektipleşme eklendiğinde "rekabet" gücünün giderek azaldığını ve dayanmakta zorlandığını gördük geçen yıllarda. Özellikle Başka Sinema projesi ilk başladığında hatırı sayılır bir seyircinin geri döndüğü salon, son bir, iki yılda yaşanan ve İstiklal Caddesi’nin demografisini değiştiren gelişmelerden sonra yeniden zor duruma düştü. Ne ilginçtir ki Beyoğlu Sineması’nın kiracı olduğu salonun sahibi, ülkenin en büyük filarmoni orkestrasını yıllardır destekleyen ve adını veren bir holding. Bir yandan devasa bir orkestra için büyük paralar ayırmakta beis görmeyen, diğer yandan küçük bir sinema salonunun yaşaması için fedakarlıkta bulunmayan bir şirket. Bu holdingin "sanat sevgisi"nden şüphe duymuyorsak yaptığını açıklamakta zorlanacağız demektir. O zaman geriye en makul ve doğru açıklama kalıyor: Holdingin sınıf çıkarlarına göre hareket ettiği.

Harvey’in Asi Şehirler kitabına dönersek. Yazar, “Nasıl bir şehir istediğimiz sorusu, nasıl kimseler olmak istediğimiz, ne gibi toplumsal ilişkiler arayışı içinde olduğumuz, doğayla nasıl bir ilişkiye değer verdiğimiz, ne tür bir yaşam tarzı arzuladığımız, hangi estetik değerlere sahip olduğumuz sorularından ayrı düşünülemez” diyerek bir anlamda bizlerin de kent rantı ve ona bağlı olarak yükselen "piyasacı kültür" ile kurduğumuz ilişkiyi gözden geçirmemizi salık veriyor gibi.

Harvey, bir başka düşünür Henri Lefebvre’nin görüşlerine atıfla “Üzerimize düşen ödev, çığırından çıkmış bir halde küreselleşen, kentleşen sermayenin tiksinti verici karmaşası içinden bambaşka bir şehri tahayyül ve inşa etmektir. Bunun gerçekleşmesi ise gündelik şehir yaşamına odaklanan güçlü bir antikapitalist hareketin yaratılmasına bağlıdır”1 tespitinde de bulunuyor.

Ötesi, bugün Beyoğlu Sineması’nın kurtarılması için yürütülen samimi mücadele hedefine ulaşsa bile bir süre sonra sıkıntının tekrarlanması kaçınılmaz olacaktır. İstiklal Caddesi’nde dükkanlar teker teker kapanırken düşen emlak fiyatlarını fırsata çevirip binaları toplayanlar yine sermaye sahipleri. Armutlu’daki dönüşüm ile İstiklal’deki saldırının aynı siyaset ve sermaye odaklarından kaynaklandığını görmeyi ve kenti kamusal bir alan olarak bütünüyle yeniden tasarlayacak antikapitalist bir hareket etrafında mücadeleyi ortaklaştırmayı başaramadığımız sürece Atlas Sineması sırasını beklerken Beyoğlu can çekişmeye devam edecek…

 

1 Asi Şehirler, David Harvey, Metis Yayınları, 2013