Benzin pompası, futbol topu, kasap, çiçek aşısı ve diğerleri: Ru ve Hayatlarımın Kitabı

Sadece bulunduğu yere yabancı değil, bulunduğu yerde de yabancı bir göçmen temsili karşımızdaki. Ben bu temsilin karşısında durmanın gereğine inanıyorum

04 Nisan 2019 10:30

Yazar, kendini güvenli ve rahat bir uykuya bırakamadığı zamanlarda kendi kendine uyguladığı bir ritüelden bahseder: Biraz da nostalji eşliğinde, hatırladığı ilk evi dolaşır, salonu, odaların her birini, koridoru ve mutfağı zihninde canlandırmaya koyulur. Ben de buna benzer bir şeyi denemeye çalıştığımda, zihnimde peşi sıra beliren imgelerin tek bir eve değil, başka başka evlere ait olduklarını fark ettim. Daha önce içinde yaşadığım, “evim” dediğim, farklı farklı şehirlerdeki 16 ayrı evden mekânlar. Bazılarına hâlâ gittiğim, gittiğimde hep aynı dolapları açtığım, aynı çekmeceleri karıştırdığım, içlerinde hep bulmayı beklediğim şeyleri bulduğum bir sürü ev olmuş hayatımda. Tek bir ev, tek bir başlangıç, dünyaya gözümüzü açtığımız yeri “ilk evrenimiz” belirlemek; o evrenden ayrılsak bile hep rahat ve mutlu hissetmek, istediğimizde o evi ya da o evin bize verdiği hissi hatırlamak, pek çok kişinin aşina olduğu bir duygu olabilir. Ama bende pek böyle ilerlemiyor, yaşadığım evlere dair görüntüler iç içe geçiyor. Tek bir başlangıcı olmayan, tek bir kökene bağlanmayan, bağlamaya da pek gayret etmediğim, düz bir çizgi üzerinde ilerlemeyen bir güzergâh benimkisi.

Eve biçilen değerler yalnızca fiziksel bir alanla sınırlı olmadığı ve ev hakkında düşünmek mecazî bir alan da açtığı için “ev”le başlamak istedim. Ev: yuva; aile; hane; hatta TDK’nın tanımına göre soy, nesil; bahisleri biraz daha ilerletirsek, sıla, vatan, memleket. Bildiğimiz, aşina olduğumuz, kendimizi içinde rahat, güvenli ve huzurlu hissettiğimiz yer; korunak; bizi dışarıdan koruyan bir sığınak. Kendimizi güvende hissetmek istediğimizde, zihnimizin derinliklerinde yeniden ve yeniden sığındığımız yer. John Berger’e göre, “dünyanın merkezi”: dünyayı kurmaya başladığımız yer.[1] Gaston Bachelard’a göre ise “ilk evrenimiz”[2], anıların ve düşlerin ilk barınağı.[3]

Bütün bu anlatılar, ev denen şeyi -bütün mecazî anlamlarını da içine alarak- bir sürü başka mekâna daha bağlıyor: önce belki mahalleye, evin içine konumlandırıldığı köye, semte, şehre, ülkeye, bölgeye… “İlk evren” katman katman çoğalıyor fakat merkezi hâlâ belli, hatta bir noktaya kadar sabit. Tam da merkezde olduğu için bizi biz yapana, her şeyin çekirdeğinde durana dair bir anlatı gibi sanki. Dışarıya olduğu kadar içeriye de bağlanıyor aynı anlatı: aile, evin içinde yaşayanlar, dünyayı kurmaya başladığımız yere hâlihazırda yerleşmiş olanlar, dolayısıyla kuracağımız dünyayı bizle birlikte kuranlar ya da biz kurarken karşısında, yanında, yöresinde duranlar.

Elbette, eve dair tüm anlatılar bunlarla sınırlı değil. Evin, ev kurmanın, evden başlayarak bir dünya kurmanın ya da eve rağmen bir dünya kurmanın nasıl bir mücadele alanı olduğunu hatırlatanlar da var. Dışarıda olanın her zaman kaçınılması gereken bir tehlike olmadığını, bazen tehlikenin tam da evin içinde, en yakında, merkezde, çekirdekte olduğunu durup durup söyleyenler de… Evin daima çocukluğun özlenen mekânı değil, bazen derme çatma anıların, bazen unutulmak istenenlerin, bazen hep dışarıya öykündüren hikâyelerin (Latife Tekin’in sokağın sesini duyan Dirmit’inin), bazen de kaçıp kurtulmak hissi uyandıran sıradanlıkların (Tezer Özlü’nün pazar öğleden sonraları) mekânı olduğunu dile getirenler de…[4]

Biraz daha farklı bir yerden devam etmek istiyorum. Eve dair anlatılara tersinden sorular sormayı önereceğim. Eve yüklenen anlamları (tanıdıklık, rahatlık, güven, huzur, mahremiyet ama aynı zamanda vatan, yuva, sıla), evini kaybetmesi, terk etmesi ya da evinden edilmesiyle tanımlanan, başka bir deyişle, evin eksikliğiyle tanımlanan göçmenlerin durduğu yerden okuduğumuzda ne anlama gelebileceğini düşünme kaygısından. Yani, eğer evin tanımı buysa, evi olmamanın tanımını; eğer ev çekirdekse, evinden koparılmanın kimliklerimize, konumlarımıza, durduğumuz yerlere dair ne söyleyebileceğini; eğer ev dünyayı kurmaya başladığımız yerse, evi kaybetmenin kurduğumuz dünyalar için ne anlama geldiğini; ev bir mahremiyet alanıysa, evinden edilmenin nasıl müdahalelere alan açabileceğini sormak derdim. Yerleşik olandan değil de yerleşmekte olandan, sabit olandan değil de hareketli olandan, kökenden değil de yeni bir başlangıç ihtimalinden yola çıkmanın yeni tartışmalar da açabileceğine olan inancım biraz da bu soruları sorduran. Belki de, göç etmenin “evinden koparılmak”, “evini kaybetmek”, “evini ardında bırakıp yollara düşmek” olarak algılandığı yerde, göçmenlere, bu anlatılar içinde bir dünya/ev kurmaları için alan açılıyor mu sorusunu düşünmek gerekiyor.

Soruları tersinden sormanın önümüze başka düşünme yolları koyabileceğini düşünüyorum. Bana kalırsa, soruları tersinden sorduğumuzda, eve yüklediğimiz anlamların taşıdığı (çoğunlukla politik) ağırlıklar da belirginleşiyor. Evin, dışarıdan koruyan sığınak değil de dışarıyı kapatan, engelleyen bir sınır da olabildiğini; tanıdık olanın artık rahatlık, huzur ve güven veren değil de tam da kaçmak istenen olabileceğini; evden ayrılmanın bir köksüzleşme, kimliğini yitirme değil de yeni evler kurmanın, eskilerine yenileri katmanın imkânı olabileceğini de hatırlattığı için bu soruları sormayı kıymetli buluyorum. Göçmenleri evini kaybetmiş/terk etmiş kişiler olarak tanımlamanın (elbette tek tanımı bu değil) ağırlığı, tam da eve yüklediğimiz anlamla doğru orantılı. Bu anlatılar, kökenini yitirmiş, dünyası merkezsizleşmiş (dolayısıyla kendisini bir noktaya sabitleyemeyen) bir göçmenlik kurgusunu da beraberinde taşıyor sanki. Sadece bulunduğu yere yabancı değil, bulunduğu yerde de yabancı bir göçmen temsili karşımızdaki. Ben bu temsilin karşısında durmanın gereğine inanıyorum. Evin ve ev kurmanın bireysel (ya da -çekirdek- aileye ait) bir sığınaktan çok, kolektif bir çaba, bir mücadele alanı olduğunu düşündüğümden belki de.

“Benim adım Marie-France, seninki ne?”

Bu uzun girişten sonra, bu temsilin karşısında duran iki ayrı anlatıdan bahsedeceğim. İlki, Kim Thúy’un kendi yaşam öyküsünden yola çıkarak yazdığı ödüllü romanı Ru. Kim Thúy, 10 yaşındayken ailesiyle birlikte Vietnam’dan Kanada’ya iltica ediyor. Kanada’ya varmadan önce, dört ay Malezya’da Kızıl Haç’ın kurduğu bir mülteci kampında kalıyorlar. Ardından Quebec bölgesinde, şehir merkezinden uzak bir kasabaya yerleşiyorlar. Ru doğrudan kendi hikâyesi olmasa da yazarın kendi yaşamından da çok iz taşıyor. Kim Thúy’un ilk kitabı Ru, aynı zamanda Türkçeye çevrilmiş tek kitabı.[5]

Vietnam’da Tet Harekâtı sırasında doğan bir çocuk, Ru’nun kahramanı Nguyen. Varlıklı bir aileden geliyor. Kanada’ya taşındıklarında, Vietnam’daki komünist rejim bütün mal varlıklarına el koymuş durumda ve ailenin bütün üyeleri dört bir koldan buldukları işlerde çalışmaya başlıyorlar. On yaşındaki Nguyen, okuldan sonra, diğer mültecilerle birlikte tarlalarda ya da tekstil tezgâhlarında kayıt dışı çalışıyor. Kimseyle konuşmuyor Nguyen, Kanada’daki en yakın arkadaşına dilsiz olduğunu düşündürecek kadar sessiz.

Bir yandan, kahramanın Kanada’yla kurduğu ilişki var kitapta: Malezya’da sıcaktan ve kötü koşullardan Nguyen’in zihninde kahverengiye boyanmış bir kamp resminden, Kanada’nın bembeyaz kışıyla karşılaşmanın verdiği ilk şaşkınlık ânı. Diğer yandan, Vietnam’ın tarihiyle iç içe geçmiş bir bellek. Kanada’yı öğrenirken, yeni ülkeye alışırken, belleğin derinliklerinden çıkagelen Vietnam: birbirlerini kollarındaki aşı izlerinden tanıyan Vietnamlı göçmenler. “Derideki bir tek yara iziyle paylaştığımız tarih, otoban kenarında bir benzin istasyonunda iki benzin pompası arasında ortaya çıkıverdi …. aniden, ikimiz de bir suç ortaklığı ânını, bir arkadaşlık ânını deneyimledik”[6].

Ben, Kim Thúy’un kitabını yalnızca bir göç(men) hikâyesi olarak göremiyorum. Bir başlangıç noktası, bir yerden çıkıp bir varış noktasına uzanan, sonra da o varış noktasında biten bir hikâye sunmuyor bize. Anılarla iç içe geçmiş bir yolculuklar dizisi belki, ancak doğrusal bir yol değil, hatırlanan ve hatırlanmayan geçmişe, resmî tarihe, resmî tarihlerin istilasına direnen kişisel tarihlere, kıtalararası ortaklıklara ve dayanışmalara uzanan bir mücadele öyküsü benim için. Birinin bittiği yerden diğerinin başladığı, birbirinin çağrışımlarıyla ilerleyen, kısa sahnelerin iç içe geçtiği kısacık bir roman. Çağrışımlarla ilerlediği için de hikâyeler doğrusal bir çizgide değil, salınımlarla deviniyor. Kitabı okurken, Vietnam’ın tarihinden Malezya’daki mülteci kampına, Kanada’dan kahramanın 30 yıl sonra iş için geri döndüğü Vietnam’a, aile tarihinden Malezya’ya gitmek için ailenin tüm altınlarının harcandığı bot yolculuğuna, kahramanın çocuklarına, ailenin Kanada’daki hayatına uzanan pek çok yoldan kitabın kahramanıyla birlikte geçiyoruz.

Ru’nun sadece anlatısı değil, kahramanı da doğrusal bir hatta yürümüyor, dönüşlerle ve uzun sıçramalarla hatırlıyor. Göç eden insanların da doğrusal bir çizgide, bir çıkış noktasından bir varış noktasına uzanan bir yolda ilerlemediklerini hatırlatıyor bir anlamda. Durduğu yerde kalan bir bellek değil Nguyen’inki, gittiği her yerden beslenen, daima dinamik, daima hareket hâlinde bir bellek. Aynı zamanda nostaljik bir bellek de değil; hatırlayan, hatırladığı ölçüde de yeni hikâyelere yer açan, hatırladığı yere takılıp kalmadan biraz da hatırladıkları sayesinde yeni hikâyeler kuran bir karakter Ru’daki. Nguyen bize, sanki kendisini bir kökene (“Yanındaki beyaz adama -kocası- eskortluk etmek için kaç para aldın?”), bir merkeze sabitlemeye (“Gerçek Quebecliler ‘beyaz insanlar’dır”) ya da bu kökenlerden, merkezlerden dışlamaya çalışanlara inat, birden çok evin, birden çok merkezin, birden çok yolculuğun, birden çok anlatının birbirine dolandığı, birbirinden ayrıldığı bir hikâyeler kümesinin mümkün olduğunu hatırlatıyor. Dilinde yazdığı Quebec’ten de çocukluk anılarını bulup çıkardığı Vietnam ve Malezya’dan da yeni hikâyeler getirmeye, bu hikâyeleri kendisine katmaya çalışıyor gibi. Kendisini ne “terk ettiği” evine ne de yeni yaşamında kurduğu evine sabitliyor; evler ve dünyalar arasında bir gidiş geliş anlatısı bu, evlerin içine de evin dışında olana, “yabancı” olana da aynı mesafeyle ve aynı yakınlıkla bakabiliyor. Tam da bu yüzden belki, Kim Thúy’un anlattığı hikâye, göç edilen ülkeyle varılan ülkeyi, “Asyalı” olmakla “Amerikan rüyasını”, ardında bıraktığı tarihle içine düştüğü tarihi, anadiliyle sonradan öğrendiği ama kitaplarını da yazmayı tercih ettiği dili birbirinin karşıtı olarak sunmuyor. Bütün bunların kesişiminde bir yerde, Nguyen’in yeniden ve yeniden kurduğu çok merkezli, çok başlangıçlı dünyaları görüyoruz.

“Tanrı var olsaydı, sağlam bir orta saha oyuncusu olurdu”

Bahsedeceğim ikinci kitap, Aleksandar Hemon’un Hayatlarımın Kitabı. Hemon, Saraybosnalı bir yazar. 1992’de bir kültürel değişim programıyla bir aylığına ABD’ye geliyor, savaş Saraybosna’ya sıçradığında ailesi, Hemon’a ABD’de kalmasını söylüyor, o da Chicago’da iltica başvurusu yapıp kalmaya karar veriyor. Kendisinden birkaç ay sonra ailesi (anne, baba ve kız kardeşi) Kanada’ya göç ediyor. Hemon, 1992’de ABD’de kalmaya karar verdiğinde çat pat İngilizce konuşabiliyor. 1995’te ise ilk kitabını İngilizce yazıyor ve sonrasında adı Joseph Conrad’la, Vladimir Nabokov’la anılan bir yazar oluyor Amerika’da.

Hemon’un kitabı bir öz yaşam öyküsü ve Kim Thúy’unkinin aksine, kurgulaştırılmış değil. Kitap, Hemon’un göçe, göçmenlere, entegrasyona, (kendi durumunda, sonu savaşa kadar varan) kimliklere ve aidiyetlere, bizi hep o kimliklere sabitlemeye çalışan “sen kimsin” sorularına dair fikirleriyle açılıyor. Ailesinin, Kanada’ya taşındıktan sonra uzun bir süre sürdürdükleri “Bosnalı kalma” kaygısı, kendilerini sürekli Kanadalılarla karşılaştırarak ve tam da kendilerini onlardan farklılaştırarak “kendilerini Kanadalılarla eşit kılma” çabalarını anlatıyor. Bize de tanıdık gelecek hikâyeler bunlar:

“Annemle babamın yerlerinden yurtlarından oldukları ve kendilerini zaten evlerinde Kanadalılardan aşağı hissettikleri bir durumda, sürekli karşılaştırma, mecazi olarak bizi onlarla eşit hale getirmenin bir yoluydu. Eşit olabilirdik, çünkü kendimizi onlarla karşılaştırabiliyorduk; bizim de bir evimiz vardı. Usullerimiz en az onlarınkiler kadar, hatta daha bile iyiydi. Ekşi kremamızı ya da sarmamızın psikolojik demlenmesini alın örneğin. Şakalarımızı asla anlayamamaları ya da şakalarının hiç de komik olmadığını söylemeye gerek bile yok”.[7]

Hemon’un Chicago’daki hayatı ise biraz daha farklı. Bosnalı kalmak ya da kendini Amerikalılarla karşılaştırmak çabasıyla değil, şehri öğrenmek, şehri bildiği ve içinde olduğu şehir hâline getirmek istiyor. Saraybosna’da şehirle ve yakın çevresiyle kurduğu ilişkiyi Chicago’da ayniyle kuramayacağının farkında sanki. “Saraybosna’nın şehir manzaraları, paylaşılmış ve paylaşılabilecek deneyimler taşıyan tanıdık yüzlerle doluyken, kavramaya çalıştığım Chicago peşinden koşulan isimsizliğin maddesiyle karanlıktı”. Fakat Chicago’nun isimsizliği, paylaşılan ve paylaşılabilecek deneyimlere göz kırpmaması, Hemon için bir nevi ilk intiba olarak kalıyor.

Greenpeace’te, kapı kapı dolaşarak anket yapacağı bir iş bulur ve şehrin sokaklarını arşınlamaya başlar. Şehri tanımanın bir yolu sokakları arşınlamaksa, bir yolu da kapısını çaldığı evlerin içinde yaşayanlarla sohbet etmektir Hemon için. Daha sonra boş vakitlerinde Chicago’nun dört bir yanında dolaşıp sinemalar bulur kendine, kafasında tanıdık bir şehir haritası çizmeye başlar. Hemon Chicago’dan, tam da bu isimsizlikten, “insanların bir araya gelmesi için değil, birbirinden güvenle ayrı durması için kurulmuş” bu mahremiyet (Boşnakçada mahremiyeti karşılayacak bir sözcük olmadığını da öğreniyoruz Hemon’dan) timsali şehirden istediği şeyi de “ruh için bir coğrafya” olarak tanımlar. Çok geçmeden kendisine “bir kişisel şehir şebekesi” kurmasına yetecek kadar çok mekân edinir: bir berber, bir kasap, bir sinema ve renkli müdavimlerle dolu bir kahve dükkânı. Bu dükkân, daha sonra, ilk İngilizce hikâye yazma denemelerine de başladığı yer olacak.

Hemon, 1997’de savaş sonrası Saraybosna’sına geri döner. Hiç ayrılmayı istemediği şehre, bir turist olarak geri döndüğünü hisseder en başta. Sonra, sokaklar ona tanıdık gelmeye başlar ama Chicago da içine yerleşmiştir artık. “Chicago’nun kocaman parçaları içime yerleşmişti, artık o parçalar tamamıyla benimdi. Chicago’yu Saraybosna’nın gözleriyle görüyordum ve iki şehir içimde hikâyeler üretebilecek karmaşık bir iç manzara yaratıyordu. 1997 baharında Saraybosna’yı ilk ziyaretimden döndüğümde, döndüğüm Chicago bana aitti. Evden ayrılıp eve dönmüştüm.” Kitabın bir sonraki bölümünde ise 20 maddelik “Chicago’dan ayrılmak istemememin sebepleri: eksik, rastgele bir liste” karşılar bizi.

Hemon daha sonra hafta sonları futbol oynayabileceği kalabalık bir arkadaş grubu edinir. Dünyanın dört bir tarafından gelen (Meksika, Honduras, El Salvador, Peru, Şili, Kolombiya, Belize, Brezilya, Jamaika, Nijerya, Somali, Etiyopya, Senegal, Eritre, Gana, Kamerun, Fas, Cezayir, Ürdün, Fransa, İspanya, Romanya, Bulgaristan, Bosna, ABD, Ukrayna, Rusya, Vietnam, Kore) oyuncular, yıllarca her hafta sonu kurallarını kendilerinin yazdıkları bir futbol oynarlar. “Bu ülkede başını suyun üstünde tutmaya çalışan göçmenler olarak bizler, kendi koyduğumuz kurallarla oynamakta avuntu buluyorduk. Bu sayede, kendimizi ABD’den çok daha büyük bir dünyanın parçası gibi hissediyorduk hâlâ.” Bu futbol hafta sonları, Hemon’a, “ruh için coğrafya” dediği şeyi, bir deneyimin ortaklığında gösteriverir: “Amerika’ya gelişimden beri ilk defa olmak üzere, bu ülkede yaşamanın ve yine de başkalarıyla ortak bir geçmişi paylaşmanın mümkün olduğunu anladım.”

Lafı daha fazla uzatmadan, her iki kitabın da bendeki karşılığından bahsederek bitirmek istiyorum. Birkaç yıldır göç, göçmenlik, sınır üzerine -başka bir mecrada- kafa yoruyorum. “Göçmen edebiyatı” diyebileceğim meraka da buradan geldim. Göçmenlerin hep bir eksiklik, mağduriyet, nostalji, tek ve biricik olan “ev”e özlem anlatılarıyla temsil edilmesinin, deneyimlerin karmaşıklığına, çok katmanlılığına olduğu kadar, bu deneyimlerin ortaklaştırılma, birlikte yeni dünyalar kurma imkânına (ya da bu imkânı düşünme imkânına) da ket vurduğunu düşünüyorum. Bu iki kitaptan bahsetmek isteme sebebim de bu aslında. Kendi deneyimlerinden yola çıkarak yazan iki (göçmen) yazarın, kitaplarıyla kendi hayatlarının seyrinde verdikleri (kolektif) mücadeleye bir bakış sunduklarına inanıyorum. Böyle bir bakışın, göç ve göçmen temsillerini, evi ve ev kurmanın anlamını, verilen mücadeleleri ve ortaklıkları yeniden sorgulamamıza, bizi tek boyutlu, doğrusal, “kayba” sabitlenmiş bir göç anlatısından vazgeçirmeye teşvik edeceğini umuyorum.

 

 


[1]Ve Yüzlerimiz Kalbim, Fotoğraflar Kadar Kısa Ömürlü, John Berger, 2000. Metis Yayınları

[2]Mekânın Poetikası, Gaston Bachelard, 2013. İthaki Yayınları

[3]Ev Ödevi, Nurdan Gürbilek, 2016 (1999). Metis Yayınları

[4]a.g.e.

[5]Kitabın çevirisi, 2014 yılında Kafka Kitap tarafından yayımlanmış ancak şu an baskısı yok. Dolayısıyla metindeki çeviriler bana ait.

[6]Kim Thúy, Ru, 2009.

[7]Alexandar Hemon, Hayatlarımın Kitabı, 2018, Everest Yayınları. Çev. Seda Çıngay Mellor