Cenevre’nin sakin ve bilgiç dinginliği yazma eylemimi kışkırtırken, aklım ülkemde ve kentimde...
08 Mart 2016 13:01
Yine başladı Cenevre’nin “La Bise” rüzgarı. Van Gogh’un kırçıl sarısında uçuşuyor yapraklar. Cafe Grütli’ye gitmeden tiyatro ve sinema programına bakıyorum. Dile gelemeyen yalnızlıkların delici ve sorgulayıcı bakışları hep Ulrich, mekanik ve ritmik adımlarla kendi kendine mırıldananların çoğu Mr. Blom ya da Sylvia Plath.
“Palavie” oyununu seçiyorum tereddütsüz. Bizi yapılandıran ve bize varoluşumuzu sunan güç kaçınılmaz olarak acıysa, başka ne seçebiliriz ki! Cezayirli Naci’ye zorla giydirilen kimlik Jean Paul! Naci’nin sesi nasıl da tanıdık, sahne bulutlanıyor, sözcükler kafamda uğulduyor, gözlerimi kapatıyorum.
1. PERDE: Ankara’ya giden trendeyiz,annemin göz evlerinde hüzün, pembe yün hırkamın motifleriyle oynuyorum. Annem “Biz nasıl Türkçe öğreneceğiz?” diye söyleniyor. Cebeci’deki gecekondumuzda annemle pencereden bakarken, babam ilk Türkçe sözcükleri öğretmeye çalışıyor, “Hoca evde yok! Ekmek istiyorum.” Annemin küskünlüğü ve dargınlıkları titizliğe dönüşüyor. Diyarbakır’ı özlüyoruz... Babamın okulu bitince memlekete dönüyoruz. Tapulardan anlaması, köye gelen askerlerle konuşabilmesi için okutmak istemişler babamı, ilk üniversiteli oluşunun mahcup sevincini yaşarken, herkesin velisi oluyor, evimiz dolup taşıyor, dedem “Siz bu kızın dilini neden değiştirdiniz!” diye çıkışıyor. Haftasonları yatılı okul öğrencileri doluşuyor evimize, kapı aralığından bakıyorum, babam kitap okuyor onlara. Deniz Gezmiş, Sait Kırmızı Toprak, Molla Mustafa Barzani adlarını duyuyorum. Deniz Gezmiş adına anlam verememiş, Denizleri Gezen adam olarak algıladığımda, babam gülmüş, “Adı Deniz Soyadı da Gezmiş, anladın mı şimdi?” demişti. 71 muhtırasında Nevşehir’e sürülüyoruz. Karlı bir kış günü yollara düştüğümüzde yabancılığı iliklerimize dek hissetmiştik. Her akşamüstü Erivan radyosu saatini heyecanla bekliyor,”Şengülo, Mengülo, Alikiçengülo” masalını dinliyorduk. Mahallede camiye giden çocuklara katılmadığımız için Komünist Kürtler diye suçlanıyoruz, kız kardeşimle birlikte camiye gitmeye karar verdiğimizde bir grup tarafından saldırıya uğramış kendimizi eve zor atmıştık. Deliler gibi kitap okuyorum, annemin “Aklın fikrin artistlerde, kitaplarda,sınıfta kalacaksın!” söylemine aldırmıyor, ya pencereyi karartıyor ya da gece ay ışığında kitap okuyorum.Yetmişli yılların sonunda Diyarbakır’a döndüğümüzde devrimci hareketin yükseliş dönemiydi.
2. PERDE: Günler Moğollar gibi yakıp yıkıcı... Fraksiyon çatışmaları, grevler, boykotlar, mitingler, karaborsa ve ölüm yılları... Seni Halk Adına Ölüme Mahkum Ediyorum, Ana, Kızıl Kayalar, Ve Çeliğe Su Verildi, Komiser Memo kitapları elden ele dolaşıyor. Diyarbakır Lisesi birinci sınıftayım, Eğitim Enstitüsü’nden parkalı ablalar geliyor, dergi ve kitap satıyoruz. “Tarihsel Materyalizm”den bir paragrafı okutuyor, ne anladığımı soruyorlar, “Hiçbir şey anlamadım!” diyorum. Gece eve geç dönmelerime annem isyan ediyor, balkonda bekliyor, ablalara kızıyor. Evdeki otoriteye karşı çıkamıyorum. Okumaya gömülüp, Fransız ve Rus klasikleri beni benden alırken, Simone de Beauvoir ve Sartre’ı keşfediyorum. Varoluş ve özgürlük sözcüklerinin birbirinden ayrılmaz bir bütün oluşturduğunu kavradıkça, kendine egemen olmanın ve özgürleşmeye giden yolun bilinç olduğunu kavrıyorum. Kitap değiş tokuşu yetmiyor, ısmarladığım bir koli kitabı almak için küpemi satıyorum; her kitaptan sonra bilincim yarılıyor, parçalanıyor ve ben yeniden doğarken, çevrenin ilgi ve sevgi halesiyle kuşatılıyorum. Bu ilgi hoşuma gidiyor, ne olduğunu bilmeden sözlü bir kız oluveriyorum. Hiçbir şey kitap okumanın önüne geçemiyor, ne üniversiteye devam etmek ne yaşımı büyütüp bankada işe başlama fikri ne de evlilik... Liseyi bitirdiğimin ertesi yılında sokakları sarsan tankların gürültüsüyle ve hiç bitmeyecek olan metalik seslerle uyandık. Kitaplar, silahtan daha tehlikeliydi, çuvallara doldurduğumuz kitapları köye gönderdiğimiz gün evimiz basılmıştı. “Bir terörist bir kitap, bir kitap bir teröristtir!”diyen o gök gözlü komiser ve komiserler...
MOLA: Sözde demokratik ülkelerde “öteki” olmak, kadın olmak, insan olmak, sanatla ve siyasetle uğraşmak cesaret ister. Katmanlı ezilmişliğin çemberindedir kadınlar. Gelenekselliğin ve kutsallığın şerbetini içirmeye çalışanlar iktidar oldukça, özgürlük hayalden başka bir şey değildir! Ya Sokratik kurnazlar, platonik gevezeler, Aristotelesçi mantık oyunları... Hiçbir şeyi aşamamış o sahte eril zihniyetler... Bu nedenle gelişmek ve sanatsal üretim, hem acıdır hem değildir. Kendilik yitimimizin ve varoluşumuzun siyasal, toplumsal sorunlarımızla sıkı bir bağı varsa, gerçekliğimizde ısrarcı ve kararlı olmak, bizleri öznesi belirsiz silik bir cümle olmaktan kurtarır ancak.
3. PERDE: Seksenli yılların sonunda anne olunca kaygılanıyor, ev içinde çürüyeceğim korkusuyla yıllarca takip ettiğim tüm edebiyat ve siyasi dergilere sıkıca tutunuyorum, okudukça yalnızlaşıyorum, yazma isteğim ciddiye alınmıyor; edebiyat sevdam ve yazma kararlığım yabani bir pantere dönüşüyor. El yazısıyla gönderdiğim şiirlerim ciddi edebiyat dergilerinde yayınlanırken, kentimin atmosferi değişiyor, kadınlar alanlara iniyor, ön saflarda erkeklerle omuz omuza, dağda ve cezaevinde, kucağında çocuğuyla elleri havada zafer işareti yapıp zılgıt çekiyorlar. Kaçırılıp da dönmeyenler, sokak ortasında vurulanlar, ömürlerine kazılan birer yemin oluyor... Ve dağlar bir yanılsama olmaktan çıkıyor. Kafka “Çocuğu beşikten çalmak, gergin ipte dans etmektir” diyor. Bizler de beşikten çalındık, gergin ipten öte, ateş üstünde dans ediyor, kendi dilimizin göçmeni ve günahkârı olmamış mıydık? Ölümlerin çetelesini tutarak güne başlarken, kadınlık hıçkırıklarım öykülere dönüşüyor. Yalnızlığımın Şahmaran’ı büyülü ve direngen kentimin öykülerini fısıldıyor. “Önce eylem var!” diyen Faust’a kafa tutuyor, “Yazmak da bir eylem” diyorum. İki dil arasında dramatik yolculuğum başlıyor; yerin ve göğün dilleri kavgaya tutuşuyor, sözcüklerin bilinci ve gücü önemini dayatıyor, kimliğimin momentinin dilde gizli olduğunu söyleyen tarihle kuşatılıyorum.Yazmak özgürlük ve güçtü! Odamda kabıma sığamayan o büyülü dünyada yolculuğa çıkarken, ilkin iki kızıma sonra da aileme karşı sorumluluğum ağır basıyor, çok şeyimi bastırıyorum, fırtınalı bir yaşam sürecek cesareti kendimde göremezken, en güzel aşkı ve sevgiyi kitaplarda arıyorum.
4. PERDE: Savaş sürerken, yaşam acıtıcı bir şekilde devam ediyor... Bana varoluşumu sunan kentimde yaşamaktan mutluydum. Yaşanan insan hakları ihlalleriyle, kutlanan Newroz’uyla dünyanın ilgi odağı! Uluslararası festivallere ev sahipliği yapıyor, dünyanın dört bir tarafından gelen sesler ve düşüncelerle buluşuyordu kentim. İlgi odağı olmak, sorumluluk duygumu beslerken, kaygımı arttırıyor. Birçok şeyi ertelemenin acısını çekiyorum...
Köle ve efendi ilişkilerine tepkim çoğalıyor, bu tepki; gelişmiş olmanın ve üretmenin, gelişmeyeni doğal olarak reddedişiydi. Yirmi yıllık evliliğimi bitirme kararını verebiliyorum.
2003’te Cenevre Belediyesinin Edebiyat ve Sanat Festivaline katıldıktan sonra, o naif dünyama girmede ısrarcı olan sese, nasıl radikal bir karar verdiğime ve Cenevre’ye yerleştiğime şaşırıyorum. Bir röportajda da dile getirmiştim, Dostoyevski’nin kahramanlarıyla somut yaşamda karşılaşmak gerekiyor, kötüyü ve kötülüğü tanımadan iç deneyimin gerçekleşemeyeceğini, çok şeyin eksik kalacağı realitesini gecikmeli de olsa öğrendim ve yaşadım.
Farklı bir ülke, yeni bir dil ve çevre, hiç de kolay değildi! Cenevre’nin sakin ve bilgiç dinginliği yazma eylemimi kışkırtırken, aklım ülkemde ve kentimde.
PERDE: Naci’nin elinde annesinin külleri, Jean Paul olmasını dayatmasına karşın, annesini affediyor, küllerini evrenin sonsuzluğuna ve sevgiye savuruyor.
Grütli’den çıkıyorum. Hep ürküten hem de beni bağımlı hale getiren yalnızlığımı karşıtım yapmayı da öğrenirken, E. Said’in entelektüellerin yazgısının sürgüne ve yalnızlığa yazılı olduğunu hep anımsıyorum...
2-Mart.2016/ Conches /Cenevre