Başak Baysallı: “Yüzleşmekten kaçtığımız olaylar yalnızca geçmişin değil, bugünün de meselesi.”

"Her şeyden önce apartmanın kendisi oluştu zihnimde. İstanbul’da, Kuzguncuk’ta, 6-7 Eylül’ün izlerini taşıyan bir apartman… Apartmanın kapısı, merdivenleri, terası, terastaki bahçe zihnimde şekillenirken karakterler de yavaş yavaş dairelere yerleşti. Apartmanı karakterler kadar öne çıkarabildiysem ne mutlu bana!"

07 Ocak 2021 17:03

Geçtiğimiz aylarda Everest tarafından yayımlanan Fresko Apartmanı, ülkenin en karanlık tarihlerinden biri olan 6-7 Eylül olaylarını merkeze alarak Kuzguncuk’taki bir apartmanda yolları kesişen insan hikâyelerini sunuyor okura. Öykülerin hepsi büyük bir sahicilikle ve incelikle bezenmiş ve birbirine iliklenerek ilerliyor. Hüzün ve zarafet kol kola girmiş bu metinlerde… Başak Baysallı çeşitli mecralarda öyküleri yayımlanmış, birçok ödüle de layık görülmüş gözlerden uzak bir yazar. Sosyal medya edebiyatından ve atölyecilikten uzakta duruyor. İyi edebiyatı seven okura ulaşmayı bekleyen Fresko Apartmanı, yazarın ilk öykü kitabı.

Önce kitabınızın oluşma sürecinden bahsedelim. Bu kitabı yazmaya nasıl karar verdiniz?

İstanbul’a geldiğimde on sekiz yaşındaydım ve o güne dek Anadolu’nun küçük şehirlerinde yaşamıştım. İstanbul, bu mekânların ardından, bir panayır yeriydi benim için. Renkli, canlı, ışıl ışıl… İlk karşılaşmadan itibaren bu şehir sokakları, mimarisi, tarihi eserleri ve Boğazı ile beni hep büyüledi. Hâlâ da büyülemeye devam ediyor. Ne kadar değişse de… İşte o günlerde hangi sokağa girsem, hangi taşı kaldırsam; hangi pasajın, hanın, apartmanın kapısını aralasam buradan gitmek zorunda kalanların bıraktığı izlerle karşılaştım. Sonra Neden gitmişler, neler olmuş, kalanlar ne yapmış?” gibi soruların peşine düştüm. Onların hikâyesi günümüzün göç ve sürgün hikâyeleriyle birleşti. Fresko Apartmanı, böyle bir sürecin sonunda şekillendi sanırım.    

6-7 Eylül olayları bu ülkenin utanç tarihlerinden biri. Sizin hayatınızda nasıl bir yansıması var?

Geçmiş –yalnızca burada değil, bizden çok uzaktaki topraklarda da– utanç tarihleriyle dolu ne yazık ki. Bunları öğrenmeye başladığımda yaşananlara bir süre inanamadım, olanlar akıl alır şeyler değildi çünkü. Tarihte kara bir leke gibi duran, yüzleşmekten kaçtığımız olaylar yalnızca geçmişin sorunu değil; bugünün de meselesi. Geçmişle hesaplaşma tamamlanamadığı için bugün benzer olayları yaşamaya devam ediyoruz, birlikte yaşamayı hâlâ beceremiyoruz. Tarihi yalnızca devralmıyoruz, onu düşüncelerimiz ve eylemlerimizle yaşatmaya devam ediyoruz. Tam da bu nedenle defterleri açmak, gerçeklerle yüzleşmek ve yaşananlardan ders çıkarmak zorundayız. Geriye dönüp bakınca, olan biteni kabul ettiğimde ve gerçekle yüzleştiğimde içimi derin bir keder ve çaresizlik duygusunun kapladığını hatırlıyorum. Uzun süre bu hislerle ne yapacağımı, nasıl başa çıkacağımı bilemedim. Okumaya, araştırmaya, öğrenmeye devam ettim. Dert edindiğim meseleler de haliyle bir kenarda birikti. Bu hisler bugün de sürüp gidiyor, geçip bitmiş değil. Bulabildiğim tek çözüm ise öğrendiklerimi unutmamak, kendime ve başkalarına daima hatırlatmak.

Fresko Apartmanı, kitabın karakterlerinden biri gibi. İnsanlardan önce sanki bu mekân dile geliyor. Özellikle kapsayıcılığıyla anlatının merkezinde yer alan bu mekân-karakter okurun bakışını da belirliyor. Gaston Bachelard, Mekânın Poetikası’nda Ev, manzaradan çok bir ruh halidir. Yalnızca dış cepheden ibaret olarak yeniden-üretilmiş bile olsa, bir içselliği dile getirir,” der. Fresko Apartmanı nasıl bir ruh haline sahip ve neyi temsil ediyor sizin için?

Çoğu zaman öyküler karakterlerle aklıma düşer ilkin, ancak Fresko Apartmanı’nda öyle olmadı. Her şeyden önce apartmanın kendisi oluştu zihnimde. İstanbul’da, Kuzguncuk’ta, 6-7 Eylül’ün izlerini taşıyan bir apartman… Apartmanın kapısı, merdivenleri, terası, terastaki bahçe zihnimde şekillenirken karakterler de yavaş yavaş dairelere yerleşti. Apartmanı karakterler kadar öne çıkarabildiysem ne mutlu bana! Fresko Apartmanı, nasıl orada yaşayanlar için bir sığınaksa benim için de öyle oldu. Yazarken sığındığım bir yerdi. Kötülükten, önyargılardan beni koruyup kollayan; yazmaya devam edebilmemi sağlayan bir mekândı adeta. Kitabı Londra’da yazdım, Fresko Apartmanı’nın dairelerinde gezinmek benim için İstanbul’da, evde olmak demekti. Başka bir ülkenin yabancı mekânlarından uzaklaşıp kendimi bulabildiğim, kendi sesimi duyabildiğim bir yerdi. Dil, varlığın evidir,” der Heidegger. Fresko Apartmanı, o günlerde yalnızca yazmakta olduğum bir kitap değil, beni kendi dilimin tınısıyla ve ritmiyle buluşturan bir mekândı aynı zamanda.

Kitabınızın ilk öyküsünün ismi gibi birbirlerine teyel”leniyor bütün öyküler. Hepsi bütünlüklü bir anlatıyı oluşturuyor. Bazı karakterler bir öyküde başroldeyken bir diğerinde figüran olabiliyor. Ben kitabınızı okurken bir roman tadı aldım açıkçası. Ama siz niçin öykü kitabı olarak nitelendirdiniz, doğrusu merak ediyorum.

Bu soruyla sık sık karşılaşıyorum. Ben her şeyden önce dert edindiğim meseleleri anlamak, oradaki düğümleri görmek, yakından tanımak istediğim karakterleri tanıyabilmek, bir başkasını anlayabilmek için yazıyorum. Bu anlama çabası edebiyatın türlerine, biçimlerine de yönelebiliyor zaman zaman. Fresko Apartmanı’nda da bunun izleri var. Evet, sizin de söylediğiniz gibi karakterlerin hikâyeleri birbirine iliştirilmiş durumda. Bu nedenle metnin romana yaklaştığı söylenebilir elbette. Haliyle kitap, Bir öykü kitabının içindeki öyküler, birbirini tamamlasa da bağımsız okunabilmelidir,” ilkesiyle çelişiyor. İlkelere inanmasam da biliyorum ki böyle de bakılabilir. Gerçi ben yine de kitaptaki öykülerin bağımsız olarak okunduğunda oradaki karakterin ruh halini, hayatından bir kesiti sunabildiğine inanıyorum. Bir öykü kuru bir yaprağı, bir kuşun uçuşunu da anlatabilir; illa o yaprağın ya da kuşun kurgunun sonunda bir yere varması gerekmez. Görünüp kaybolabilir, okuru vurup geçmez belki ama belli belirsiz bir iz, his bırakır. Dolayısıyla ben kitaptaki her öykünün ana kurgudan bağımsız olarak bir his bırakabildiğini düşünüyorum. Bu nedenle öyküler birbirini tamamlasa da her biri kendi içinde başka bir dünya barındırıyor. Öte yandan metin roman olsaydı birtakım soru işaretlerinden arındırılmış olurdu. Ölüme yakın duran iki karakter var. Kirkor ve Ani... Onların ölümüyle neler olacak, neler değişecek? Rüya, onlar olmadan ne yapacak? Nadia ülkesine dönebilecek mi? Ali Turhan ve Nadia arasındaki aşk, Nadia’nın dönmesine engel olabilecek mi? Ali Turhan’ın durumu ne olacak, başına neler gelecek? Defne şimdi ne yapacak? Öğrendiği gerçekle nasıl yaşayacak? Fresko Apartmanı’nı roman olarak yazsaydım bu soruların yanıtını verirken olayları ve karakterleri daha detaylı işlerdim. Örneğin, provayla yetinmez, Nadia’yı Fosforlu Cevriye rolünde sahneye çıkarırdım, o ânı da yazardım mutlaka. Öyküleri teyelle değil, sağlam bir dikişle birbirine iliştirirdim. Bunların tartışılması çok önemli. Belki çağdaş edebiyat, türler arasındaki sınırları kaldıracak, kim bilir? Ben okur olarak romana ya da oyuna yaklaşan bir öykü gördüğümde, öykü gibi bir şiir okuduğumda ya da şiir gibi bir romanla karşılaştığımda çok heyecanlanıyorum. Edip Cansever’in Ben Ruhi Bey Nasılım’ını roman olarak da okuyabiliriz desem buna kim karşı çıkabilir ki? Ben biraz böyle bakıyorum. Bu nedenle Fresko Apartmanı, okurun gözünde roman da olabilir öykü de, oyun gibi” olmuş diyenler de var. Önemli olan kitabın –türden bağımsız olarak– okurda bir his bırakabilmesidir. 

Selim İleri Milliyet Sanat’ın Kasım sayısındaki yazısında kitabınıza değinmiş. Başak Baysallı’yı başarılı kılan ne diye düşündüm. Öyle sanıyorum ki çağdaş edebiyatımızı, romanıyla, öyküsüyle, şiiriyle okumuş, özümsemiş olması.” diyor İleri. Fresko Apartmanı’nda Cemal Süreya, Turgut Uyar, İlhan Berk ve Ömer Hayyam’dan dizelere, alıntılara rastlıyoruz. Kitap, Necatigil’in dizeleriyle açılıyor; Nadia’nın öyküsünde ise Fosforlu Cevriye çıkıyor karşımıza. Bu isimlerde sizin okurluğunuzla da ilişki kuruyoruz. Siz nasıl bir okursunuz? Nelerden, kimlerden beslenirsiniz?

İyi yazmaya çalışan biri her şeyden önce nitelikli bir okur olmak zorundadır. Yüzyıllar öncesinde yazılmış ve bugüne ulaşmış bir metinden de güncel edebiyatın has örneklerinden de zevk alabilmeyi bilen bir okur… Kalıplara, kurallara, ezberlere göre okumayan; yeniliklere her daim açık olan, aynı zamanda klasik eserlerin de kıymetini bilen bir okur… Ben de böyle bir okur olmaya ve buradan güç alarak yazmaya çalışıyorum. Sevgili Selim İleri’den, kitaplarıyla büyüdüğüm bir yazardan bunları duymak, onun tarafından fark edilmek tarifsiz bir duygu. Gelenekte iz bırakmış her yazarı ve onlardan beslenmeyi çok önemsiyorum. Edebi bir metin yaratarak geleneğe dahil olmaya çalışıyorsak bizden öncekilerin söyledikleri zihnimizin bir köşesinde her zaman yankılanmalı ve gerektiğinde yazdıklarımızda yerini bulmalı. Bu, onlara bir teşekkür; bir saygı duruşu olarak da okunabilir. Sözünü ettiğiniz isimler, eserler rasgele seçilmiş değil tabii ki. Öykülerin mekânı bir apartman olunca Behçet Necatigil’in dizelerini anımsamak kaçınılmazdı. Ben de onun gibi gün batıp da evlerin ışıkları yandığında cama vuran gölgelerin hikâyesini hep merak ettim. Fresko Apartmanı’nın ortaya çıkmasında belki de en çok bu merak duygusu etkili oldu. Fosforlu Cevriye ise okur okumaz beni etkisi altına alan, üzerinden yıllar geçse de zihnimdeki yerini hiç kaybetmeyen bir roman karakteri. Nadia’nın imgesi Cevriye’yi çağırdı, diyebilirim. Fosforlu Cevriye’ye öyküde yer vermezsem Nadia tamamlanamayacaktı. Ve şiirler… Matilda’nın bahçesinde, Kirkor’un sofrasında o şiirler okunmasaydı bir şeyler eksik kalırdı.

Edebiyat öğretmenisiniz. Bu kimliğiniz yazar kimliğinizi nasıl etkiliyor, ikisini nasıl konumlandırıyorsunuz?

Yazma eylemi ve edebiyatın ne olduğunu, ne olmadığını anlatma eylemi birbirini sürekli besliyor. Yazarken keşfettiklerimi öğrencilerimle paylaşmak, okumaya ve yazmaya ilgi duyan öğrencilerime deneyimlerimi aktarmak, onlarla derste bir metni incelerken düşündüklerimi yazıya taşımak, her daim bu etkileşimin içinde olmak heyecan verici. Edebiyatla iç içe bir mesleğimin olması, yazmaya ayırdığım zaman dışında da edebiyatla meşgul olabilmemi sağlıyor. Öte yandan uykudan arta kalan zamanın neredeyse tamamını edebiyata ayırabilmek de başka bir mutluluk.  

Önümüzdeki zamanlarda okurlarınızı neler bekliyor? Şimdilerde nasıl bir yaratım süreci içindesiniz?

Şu sıralar Fresko Apartmanı oyun olsaydı nasıl olurdu?” sorusuna yanıt arıyorum. Oyun yazma fikri hep zihnimin bir köşesindeydi. İlk denemeyi her şeyine hâkim olduğum bir metinden yola çıkarak yapmak oyun metninin dinamiğini görebilmem için iyi olacak, diye düşünüyorum. Bir yandan da Fresko Apartmanı’nı tamamlayacak başka bir kitabın peşindeyim, onun taslaklarını oluşturuyorum. Sanırım roman olacak. Bu kitapta, Fresko Apartmanı’nda hiç görünmeyen, yalnızca varlığından söz edilen Eleni’yi yazmak istiyorum – ve 1940-1955 yılları arasındaki İstanbul’u. Ayrıca bu bütünlüklü çalışmaların çizdiği sınırların dışına çıkabilmek, orada nefes alabilmek için başka karakterlerin öykülerini yazmaya da devam ediyorum.