Romanın kahramanlarından bazıları, ülkede yaşanmış ve yarası hâlâ kanayan olaylardan tanıyacağımız kişiler. Motel sakinleri dâhil hepimizin yüzünde, ülkemizin ve dünyanın geçmişinde açılmış yaraların izleri var...
20 Temmuz 2017 14:02
Sema Kaygusuz'un son romanı Barbarın Kahkahası; şiddetin içkin hâlini renkler, sesler, kokular, duygular ve düşünceler arasından sıyırarak gösteren bir eser.
Süfli bir suçla ilgili ağır kokan bir kuşku... Her katmandan her düzlemden olanca sefaletiyle barbarlık... Toplumsal düzene, dile ve gündelik yaşama biçim veren sistemlerin karmaşasını açığa vuran bir roman. Kendimizden ve çevremizden bildiğimiz, hatta kitaplardan, gazetelerden, haber bültenlerinden tanıdığımız insanları Beyaz Kumru Moteli'nde, yaz tatilindeki hâlleriyle anlatan, aydınlık, sissiz, buğusuz, ağdasız bir dil... Bugünün girift ilişkilerini, birbirine karışmış bağlamları, anlaşılması nice psikolojik görüşe göre farklılaşan ruhsal çözümlemelere muhtaç sapmaları, iç içe geçmiş toplumsal sorunları karanlığa boğmadan gösteren bir anlatım...
Romanın spot cümlesi şu: "Evcil hayatlarımıza sızmış biri çocuk, diğeri yetişkin iki barbar, hicveden bir kahkahayı, karşılıklı atışan âşıklar gibi tamamlıyorlar."
Dar bir mekânda birbirinden farklı birçok karakterin kanlı canlı korkuları, takıntıları, hasetlikleri, erdemleriyle dört bir yandan hikâyeye katılmasıyla kurulan romanın gizemli özdenliğini; fütursuz asi entelektüel Eda, tıp tarihi profesörü Simin, romanın ikinci anlatıcısı sayılabilecek Simin'in Osmanlı kültürüne ait müktesebatıyla, italik dizilmiş bölümleri ve yazar ile Simin arasındaki ipince geçişgenlik derinleştiriyor.
Romanın tamamının geçtiği, romandaki polisiye gizemin yaşandığı motelin bahçesinde, diğer insanların arasında, hezaren koltuğunda oturup sürekli defterine bir şeyler yazan Simin'in; bölümler arasında, Osmanlı zamanından kalmış münevver ve yaşlı bir kadın olduğu anlaşılan bir tür "ikinci anlatıcı" olarak "divertimento"ları var. Romanda italik dizilmiş bölümler içinde verilen bu "ara anlatım"lar, yapay bir yazı hüneri olmaktan çok romanla zorunlu bir bütünlük oluşturan, ancak bir araya gelince kurgunun tamamlanabildiği bölümler.
Bu bölümlerde Tabib Yadigâr'ın kitabında yer alan şerbetleri, macunları bilen, bunları düzenli bir şekilde kartekslere geçirmiş, Tanzimat ya da Cumhuriyet dönemindeki aydın ve açık fikirli bir kadında yansıyan, yer yer bilime, yer yer gündelik hayatın inceliklerine dokunan bir irfan var. Bu anlatıcı, hem romanın kişilerini tanıyor hem de okuyucu olarak bize sesleniyor. Donanım ve dağarcığı, yaşı ve hatta olaylara bakışıyla yazardan daha öznel bir anlatıcı.
İkinci anlatıcının kendisi olduğunu daha romanın başında anladığımız Simin Hanım, alçakgönüllü bir bilgelik ve hayretsiz, alışkın gözlerle olup biteni izlerken, defterine bir şeyler yazarken, ya da birileriyle (Özellikle de Eda ile) konuşurken fazilet dolu soğukkanlılıktan hiç vazgeçmiyor. Aslında, asıl anlatıcı/ yazar ile, gözlemci anlatıcıdan, hâkim anlatıcıya zaman zaman geçiş yapan, ikinci anlatıcı arasında bir akrabalık yok değil. Aynı ruhsal seziş yeteneği, aynı "marifet" arayışı, aynı erdemli ve arifane izleyiş.
İkinci anlatıcının sözlerinin bir yerinde kendinden bahsetmesi ve "zihninde taşıdığı sülaleye" yani kişisel kahramanlarına bakarsak bu kahramanların kadın hekim ve şifacılar olduğunu görüyoruz. İtalik kısımların yazarının, yalnızca bir irfanla değil aynı zamanda bilimle de kuşanmış olduğunu öğreniyoruz. Bu bilge kadın, romanın içinde olmadığından ya da anlatısı ile aynı anda romanda olmadığından Eda ile ilgili tavsiyelerini Eda'ya sunma olanağı yok.
Romanın bu ikinci anlatıcısı, romanın asıl anlatıcısının aktardığı olayların ve kişilerin, analizlerini de veriyor. Bunu bir şifacının tanı koyma usulleriyle kotarıyor. Bu ruhsal analizler kurgu dışı bir bilgiden değil kendisinde bulunan şifacı kimliğinin bahşettiği bir tanı yeteneğinden kaynaklanıyor.
Romanın iki anlatıcısı olması ve ikinci anlatıcı olan Simin'in aynı zamanda romanın kahramanlarından biri olması, Simin'in romandaki olayları kendi gözünden anlattığı anlamına gelmiyor. Çoğul anlatıcılı romanlardan farklı bir durum var bu romanda. Yazarın önceki romanı Yere Düşen Dualar’da, Adamkadın, Yâşur ve Sağgöz’ün bir hırsızla karşılaştıkları bölümün hırsızın gözünden anlatılması ya da gene aynı romanda romanın birden kendi gözünden anlatılmaya başlandığı sirkçinin sözleri gibi değil Simin'in bölümleri tam olarak. Simin, romanın hem içinde hem de dışında. İkinci anlatıcı olan Simin ile romanın içinde hazeran koltuğuna oturup olayları görece ilgisiz şekilde izleyen Simin arasında mekân ve zaman olarak tam bir örtüşme olmadığını sezinliyoruz. Simin'in ikinci anlatıcı olarak bize anlattıklarındaki üsluba dikkat kesilirsek, romandaki olaylara müdahale etme konusunda hiçbir işaret vermediğini görüyoruz. Tamamen romanın dışındadır sanki. Kahramanların nasıl davranmaları gerektiği, nelerle sağaltılabileceklerini söylüyorsa da onlara bunu iletmesi sanki uzamsal olarak olanaksız gibi. Anlatının biçeminden çıkarılabilseydi Simin'in romandaki olayların gerçekleşmesinden çok sonra bu sözlerini kaleme aldığını düşünebilirdik. Ancak anlatıya göre olaylar sırasında Simin'in orada olduğunu biliyoruz. Bir yerde iken aynı anda orada olmamak gibi, biri iken aslında başka biri de olmak gibi mutlak gerçekliğe aykırı, postmodern bir karakter olarak romanda yer alıyor Simin.
Bir okur olarak, yazar, Simin ve Eda'nın aynı kişinin hayatının çeşitli dönemlerindeki hâlleri olduğunu düşünmek çok mümkün. Edanın durulup dibe çöküp de "irfan" hâlini almamış zihin gücü, anti-Freudcu, post-Marksist feminizm anlayışına karşı, anlatıcıların (yazar/ anlatıcı ile Simin'in) post feminist "marifet"i arasında bir öncelik sonralık ilişkisi seziliyor. Bu ilişki, aynı kişilikteki, üç ayrı kuşağın üç aydın kadını bu anlatıda bir araya geliyor ve aynı kişinin 25, 45 ve 65 yaşındaki hâllerini çağrıştırıyor.
Eda… Şuh, ballı viski içen, sevgilisiyle ateşli zamanlar geçirmek isteyen, cesur, çizgi dışı olduğu kadar akıllı ve birikimli bir kız. Bu tüm hatalarının affedilebilirliği karşısında, çizgi dışı ve kadınsal isyanı, kültürü ve erdemiyle yazarın bu karaktere özel bir yer ayırdığını düşündürüyor.
Doktora yapmış ya da doktora tezini hazırlamakta olan Eda, siyasal itirazlardan feminist anti-oedipus ve şizoanaliz'e, psikanalizden uygarlık tarihine, Kibele'den Fatmana'nın eline kadar bir çok kaynaktan yola çıkıp bütünsel bir erkekegemen toplum eleştirisine varacak kadar sağlam bir feminist.
İçindeki bilgece tepkiselliği söze dökünce basitleştiren Serpil -Serpil romanın görünür barbarlarından biri olan bir oğlan çocuğunun (Ozan'ın) annesidir- ile ilgili olarak Simin'in sözlerini okuduktan sonra, bu irfan sahibi yaşlı kadının Eda hakkında söyleyeceklerini merakla beklemeye başlıyor okuyucu. Nihayet ikinci anlatıcı olan Simin, Eda ile ilgili konuşmasına sıra geldiğinde onun fazilet ve bilgisini anıyor ve kafasında Eda'ya çeşitli otlardan, meyvelerden reçeteler hazırlıyor.
Eda'nın, Freud'un özellikle, imrenme (penis kıskançlığı) tezi konusundaki itirazı adeta bir isyana dönüşmüş hâlde. Kadıncılık'a kadar vardığı her sıradan erkeği suçlamasından anlaşılan bu isyanı, imrenmenin Freud'un ataerkil tavrını açıkça gösteren mantık dışı bir tez olduğunu ileri süren öncü feminist Kate Millett'in etkisiyle gelişen bir literatürün benimsenmesiyle ilişkili olmalıdır. Eda’nın isyanı ve bunu dile getiriş biçimi Simon de Beauvoirvâri bir duruştur. Bu nedenle Eda'nın bu kadınca duruşu Beauvoir’ın İkinci Cins adlı kitabında geçtiği şekliyle bir kadının "erkek karşısında, göğsünü gere gere dişiliğe sahip çıkması"dır. Motelin çalışanlarından Selçuk'un Eda hakkındaki belirlemesi bu bağlamda dikkat çekiyor: "Manyak karı konuşurken elinden her şeyini alıyor adamın."
Olgun bir edebiyat okuru (tatilde İnger Christensen okuyor), tepkili bir feminist, içi isyanla dolu bir sosyalist, modernizmin tabularına karşı çıkabilen bir entelektüel olarak gördüğümüz Eda hakkında Simin'in (ikinci anlatıcının) görüşleri şöyledir: "Tabii ki faziletli bir şahsiyet, hakkını yemeyelim, kendinden devşirdiği her hassasiyetin, her ferasetin, her malumatın, şu kalın kabuklu yeryüzünde çoktandır kök salmış olduğunu, kendisinin sadece bir filiz olduğunu idrak etmesi gerek."
Eda insanlık tarihinin macerasını, "Homosüspüsler"le "Neyondanteller"in başından geçenler olarak beş yaşındaki bir çocuk için aşırı vulgarize biçimde anlatırken "hezaren koltuğunda" oturan Simin Hanım'ın, anlatılan hikâyedeki şiddetin, çocuğun ruhunda yer edeceği düşüncesiyle Eda'ya müdahale edişinde bir ebeveyn tatlı- sertliği var.
Öte yandan iskelede yerleşmiş, motelin bulunduğu sahildeki iskeleyi adeta sahiplenmiş iki erkeğin savaşım ve çekimle dolu, tereddütlü, alıngan, birbirini yaralayan konuşmaları sahilden onlara bakan bazı sakinler arasında dedikodulara yol açıyor. Birbirlerine yaklaştıkça canları acıyan bu iki adamın uzak macerası hakkında bir bilgimiz yok. Arkadaşlıkları, geçmişleri hakkında yalnızca tahminde bulunabiliriz. Yazar/ anlatıcının bildiği ve bir yerde ima ettiği gerçeği okurlar olarak açıkça öğrenmiş değiliz. Kendimizi kandırmayalım. Bunu merak etmemiz aslında bizi bu iki adamın "durumlarını" merak eden motel sakinlerinden birisi yapıyor.
Yazar empresyonist bir resim gibi betimliyor romanın mekânını. Maddi ayrıntılardan uzak bu betimlemeler romanın, mekânının bir maketini eksizsizce hayal ettiriyor.
Motel'in mutfağının damında iki garsonun esrarlı bir sohbeti var romanda. Simin'in bölümleri dışında romanda rastladığımız gerçek vezin değişimi burada görülüyor. Adeta konuşma balonları şeklinde belki de deneysel bir vezin değişimi bu. "Kelimelerin düşüncelerden önce" çıkıyor olmasıyla karakterize olan bu sohbetin vezni gibi konusu da romanın bütünüyle bağlamsal kopukluk ve tümlük taşıyor. Bir hayal aleminin hafifliğinde, derin uykuda bir sayıklama gibi bulutlarda dolaşan düşüncelerin üst üste istiflenmesi, bu kısımdaki yazım şekli ile sohbetin içeriğinin oluşturduğu bütünlüğü yansıtıyor.
Bu sohbette geçen avcılık hikâyeleri yani Alikâr'ın babasının kuş, keçi ve özellikle ayı avı, iskelenin müdavimlerinden İsmail'in dayısının domuz avı ve Melih'in balık avlama hikâyesiyle beraber Ozan'ın ürpertici av görüntüleriyle bir bütünlük oluşturuyor. "Avcılık" bir arketip olarak kendi başına değilse de "yeniden doğuş arketipi"nin muharriki olarak kendini gösteriyor. On iki yaşında bir çocuk olan Ozan'ın keçiyle ilk karşılaşmasından itibaren yaptığı avlar - balık, keçi, yılan, kaplumbağa- bir yanıyla barbarlığı imlerken diğer yanıyla avcının kişisel dönüşümüne uzanıyor. Bu av ve dönüşüm bağlantısı, söz edilen diğer av hikâyelerinde de görülüyor.
Arketipten söz etmişken Simin'de kişilik bulan; şaman, danışman, yardımsever, simyacı, mistik, şifacı gibi rollerden de söz etmek gerekir. Jung tarafından belirlenmiş dört temel arketipten "çocuk arketipi" ve "sabotajcı arketipi"nin de romanın omurgasında önemli yer tuttuğu açıktır.
Yazarın önceki romanlarında da gizli ya da açık "şiir" önemli yer tutar. Bilinç akışı, serbest çağrışım, sayıklama ya da sarhoş muhabbeti de deseniz, işte iki insanın ruhlarının dibinden, en derininden gelen konuşma Sema Kaygusuz'un bu romanının "şiir"ini oluşturuyor. Freudcu psikanalizden teolojiye, ontolojiden dinsel düzen eleştirisine, hatta Yeni Platoncu düşünceye sürtüne dokuna gezinen bir sohbet. Saat gibi işleyen romanın bu şiiri bitince hem bir şarkı dinlemiş de kulağında kalmış gibi hissediyor okuyucu hem de bir sohbetin iki tarafını da içlerinden doğru görmüş olmanın şaşkınlığını yaşıyor.
Kendine özgü dili, ironik ile "aşırı doğal" arasında gidip gelen "fasih" anlatımıyla Simin'in anlatılarını içeren italik bölümler ve daha sonra "Esrariler" bölümündeki senaryo tarzı konuşmaların birlikte yarattığı "birleşim" romanın üslubunda önemli yer tutuyor. Bu üsluba, romanda geçen bir kargaşadan sonra toplanan kalabalığın, uğultulu söylenmelerinin arasına karışmış anlamsız ve soyut sözleri de eklersek romanda rastlanılan üslup daha da dikkat çekici oluyor.
Köşeli parantez içinde Turgay'ın iç sesi, ikinci anlatıcının bölümleri, Selçuk ile Alikâr'ın sağa - sola yaslanmış ve Senaryoyu andırır bir biçimle yazılmış konuşmaları gibi bütün bölümler Romanın kapsadığı alanın genişliğiyle birleşerek renkli bir "insanlık" fotoğrafı çiziyor.
Romanın kahramanlarından bazıları ülkede yaşanmış ve yarası hâlâ kanayan olaylardan tanıyacağımız kişiler. Motel sakinleri dâhil hepimizin yüzünde ülkemizin ve dünyanın geçmişinde açılmış yaraların izleri var.
Bildik hâllerini yaşayan orta sınıf insanlar, aslında "bu kalın kabuklu yer yüzünde" bütün bu acıların filizleri değil miyiz.
Romandan ad ve kavramlar:
Mobius Şeridi: Diğer kenarıyla 180 derece döndürülerek elde edilmiş daire şeklinde bir şerit. Bu şekilde "tek yüzlü" bir şerit elde edilir.
Demevî Mizaç: Geleneksel şifa bilgisi içinde yer alan dört mizaç tipinden birisidir (Safravî, Balgamî, Sevdavî ve Demevî Mizaç). Bu geleneğe göre demevî mizaçlılar duygusal, uysal, hassas bünyeli kişilerdir.
Tabip Yadigâr: Tabip İbn-i Şerif tarafından 15. yüzyılda yazılmış önemli bir tıp kitabıdır.
Hezaren Koltuk: Bambu ya da Hintkumaşı denilen bitkiden yapılmış koltuk.
İnger Christensen: 2009 yılında dünyaya veda etmiş olan Danimarkalı (kadın) şair.
Fisto: Giysi ya da örtülerin kenarına süs olarak yapılan bir tür işleme.
Edviye-i Müfrede: İshak Bin Murad tarafında yazılmış çok eski bir tıp kitabı.
Daikiri Frappe: Rom, misket limonu ve şekerle yapılan ve Hemingway'in çok sevdiği söylenen bir kokteyl.
Alfanumerik şifre: Harf ve rakamlardan oluşan şifre.
Uskuna: Arka direği uzun, ön direği kısa, iki yelkenli bir gemi türü.
Kalvados: Fransa’da üretilen bir tür elma brendisi.