"Görüntü bombardımanı altında olan, her alanda pornografiye maruz kalan 21. yüzyıl bireyi için Balthus’un sansasyonel resimlerinin sadece sansasyonel olma biçimleriyle ya da Nabokov’un romanının sadece konusu itibariyle yargılanması bir anlam ifade ediyor mu artık?"
26 Mayıs 2020 16:52
Balthasar Klossowski de Rola, nam-ı diğer Balthus, 20. yüzyılın en tartışmalı ressamlarından biriydi. Bunun nedeni sadece çizdiği sansasyonel resimler değildi, aynı zamanda dönemin geçerli hiçbir ekolünü benimsememesiydi. Balthus sanat çevrelerinden en çok tepkiyi belki de bu yüzden çekmişti. Figüratif sanatın görmezden gelindiği bir zamanda figürü çalışmıştı. Modernizmi küçümsemiş, kübizmi ve dışavurumculuğu imge hurdalığı olarak görüp avangart sanatı yapaylık ve özentilikle suçlamıştı. Resimleri kadar poetikasıyla da tavizsiz bir sanatçıydı. Ona göre sanat her şeyden önce ve her şeyden çok bir tür masumiyet arayışıydı. Masumiyetin yitirilmeye başladığı o belirsiz geçiş ânını yakalamaktı amaç. Bunu da ancak ânı ölümsüzleştirebilen resim sanatı başarabilirdi. Masumiyet bir tablonun içine sığabilirdi.
Anne ve babası da ressam olan Balthus, sürekli sanatçıların girip çıktığı –bunların arasında Monet de vardı– bir evde büyümüştü. Yeniyetmeliğinde annesinin sevgilisi şair Rilke’yi yakından tanıma fırsatı bulmuş, ondan bir anlamda modern sanatçının tavizsiz ahlak anlayışı hakkında ilk dersleri almıştı. Hoş, kendisi modernizmi küçümsese bile, tüm hayatını aslında modern bir sanatçının ilkeleriyle yaşamıştı. Rilke’nin Balthus üzerinde etkisi büyüktü, kullandığı Balthus takma ismini o vermişti, Mitsou adında bir kedi karakterin çizimlerini içeren bir kitap çıkarmasına ön ayak olmuş ve kitaba bir de önsöz yazmıştı. Balthus hiçbir sanat okuluna gitmemiş, geleneksel şekilde, ustaların resimlerinin kopyalarını yaparak kendini yetiştirmişti.
Balthus’un resim dünyasında ilk dönemleri yoğun bir parasızlıkla mücadele içinde geçiyor. Belki de ileriki dönemlerinde gösterişi ve şatafatı sevmesi bundan. Tıpkı Balzac gibi ismine uydurma bir unvan ekliyor. Kont de Rola. Japon karısından Kontes diye söz ediyor. Ünlü olduktan sonraki en büyük saplantısı ise şatolarda yaşamak. Balthus sadece modern bir sanatçının yapacağı gibi kendi sanatını yoktan var etmiyor, aynı zamanda kendi kimliğini de bir tür mitoloji yaratarak yoktan inşa ediyor. Modernizm bundan güzel nasıl ifade edilir, bilmiyorum.
Resim dünyasının dikkatini çekmeden önce sosyetenin ilgisini çekiyor denebilir. Önceleri manzara resimleri çiziyor, sonra ünlülerin portrelerini yaparak meşhur oluyor. Kraliyet aileleri, yazarlar ve sinemacılarla kurduğu yakın ilişki bir yerden sonra koleksiyoncuların da ilgisini çekiyor. Balthus bir noktada ikili bir hayat yaşayarak hem sosyal bir ün kazanıyor, hem keşiş bir ressam portresi çiziyor. Bu hassas denge ününü daha da artırıyor.
Ancak Balthus geniş çevrelerce bunlardan daha çok, kimilerine göre skandal olan resimleriyle tanınıyor. Yeniyetmeliğin eşiğindeki genç kızların cinsel çağrışımlarla yüklü portreleri çoğunlukla öfkeyle karşılanıyor. Çocuk tenini kutsallık ve masumiyet kisvesi altında istismar etmekle suçlanıyor. Bu konuda Nabokov’la yarıştığı bile söyleniyor. Bathus’a göre, çocukluk yok olan bir altın çağ ve onu devamlı hatırlamaktan başka bir şey gelmiyor elden. Aynı şekilde Nabokov’un roman ve öykülerinde de çocukluk özlemle hatırlanan ve arzulanan bir dönem. Peki burada gerçekten de yazarla ressam arasında bir bağ olduğu söylenebilir mi?
Vladimir Nabokov aristokrat bir aileden geliyordu, Bolşevik Devriminden sonraysa her şeyini kaybetmişti. Göçmen olarak yaşayıp hayata tutunmaya çalışmış, en sonunda ana dilinden başka bir dilde yazmak zorunda bile kalmıştı. Elbette bu kişisel bir tercihti. Ama ABD’de edebiyatla kendisine yeni bir hayat inşa etmek istediğinden belki de bir zorunluluktu. Rusçanın İngilizceye nazaran daha şiirsel olduğunu söyleyecekti hep. Ancak unvanlarını ve ailesinin parasını kaybetmiş olsa da Nabokov hep bir aristokrat gibi yaşadı. Balthus ise hep ait olmak istediği o aristokrat hayatın peşinden koşmuş, bu uğurda kendi poetikasıyla uyuşmayan birçok şey yapmıştı.
Edebiyat tarihinde sansasyon yaratmış, yasaklanmış birçok roman sayılabilir. Lady Chatterley’in Sevgilisi (D. H. Lawrence), Madame Bovary (Gustave Flaubert), Yengeç Dönencesi (Henry Miller), Ulysses (James Joyce), Çıplak Şölen(Burroughs) adlı romanlar bunlardan sadece birkaçıdır. Ancak sanırım hiçbiri Nabokov’un Lolita’sı kadar şoke edici olmamıştır. Nabokov ısrarla ve kibirle bunun bir aşk romanı olduğunu söylese de, azımsanmayacak bir çoğunluğa göre ortada kırk yaşında bir adamın on iki yaşındaki bir çocuğu istismar edişinin öyküsü vardır. Günümüzde artık popüler bir kültür ikonu haline gelmiş Lolita tanımlaması, kimine göre ikiyüzlü erkek cinselliğinin bir çeşit metaforudur.
Elbette her dönemde olduğu gibi yayınlandığı dönemde de roman fırtınalar koparmış, yazarının çok önüne geçen bir üne kavuşmuştu. Birçok ülkede basımı yasaklanmıştı.
Peki sansasyonları bir yana, Lolita neden büyük bir romandır? Elbette bu sorunun yanıtı her zaman son derece sübjektif olacaktır. Lolita’nın pedofil karakteri Humber Humbert, on iki yaşındaki Dolores Haze’i (Lolita) kendi fantezi dünyasının kurbanı yaparken, aslında Annabel adındaki kayıp çocukluk aşkını aramaktadır. Nabokov metnini kurarken hikâyeyi birkaç katmanda kurgulamıştır. Annabel karakteri Edgar Allen Poe’nun ünlü Annabel Lee şiirine bir göndermedir. Humbert Humbert’in romanda jüri üyelerine durumunu izah ederken Annabel hikâyesiyle, işlediği kriminal suç arasında bağlantı kurma çabası, bir anlamda trajedisine rasyonel bir neden bulma gayreti, biz okurlar için bu kabul edilmesi imkânsız suça sanatsal, estetik bir boyut açmaktadır. Nabokov daha romanın başında nasıl bir oyunun içinde olduğumuzu açık etmektedir aslında.
Humbert Humbert’in roman olarak okuduğumuz anlatısı ya da savunması bir itirafnamedir. Yargılanmadan önce her şeyi tüm boyutlarıyla anlatmak, aslında kurbanın kendisi olduğuna biz okurları (jüriyi) inandırmak istemektedir. Nabokov böylece oyun sahasını mahkeme yerine, romanı okuyan her bir bireyin vicdanı haline getirerek genişletir. Üstelik daha başlangıçta, romanın oyunbaz önsözünde, Humbert Humbert’in duruşmanın başlamasına bir iki gün kala damar tıkanıklığından öldüğünü öğreniriz. Mahkemesi görülmemiş bir suçun yegâne tanıklarıyızdır artık.
Kabul etmek gerekir ki okuyucular açısından acımasızcadır bu durum. Ama yine kabul etmek gerekir ki, Nabokov’un düzyazısında bu acımasızlık hep vardır, güzellik ve kötücül olan at başı ilerler orada. Okuyucuların çektiği acı, Nabokov’u zerrece ilgilendirmez.
Peki Balthus’un sansasyonel resimlerinde güzellik ve kötücül olan nasıl harmanlanır?
2017 yılında Anna Zuccaro ve Mia Merrill adlı iki kız kardeş Metropolitan Müzesine bir dilekçe verirler. Balthus’un Thérèse Dreaming adlı tablosunun kaldırılmasını ya da sunumunun başka bir şekilde yapılmasını talep ederler. Dilekçe kısa sürede on binin üzerinde imza toplamıştır. Balthus, 1936 yılında komşusunun kızı Thérèse Blanchard’ı 11 yaşından itibaren üç yıl boyunca model olarak kullanmıştı. Sansasyonel resim Blanchard 12 ya da 13 yaşındayken çizilmişti. Thérèse Blanchard’ı söz konusu resimde bükülü bacakları iç çamaşırını gösterecek şekilde hafifçe ayrık, gözleri kapalı, düşüncelere dalmış bir halde görürüz.
Bu dilekçe ve ardından gelen tepki, elbette kendi karşıtını da yaratmakta gecikmedi. Önemli bir kesim tüm Batı sanatının bu sansürcü görüşle çarpışarak geliştiğini iddia etti. Sonunda müze resmi indirmeyi ya da sunumu konusunda değişikliğe gitmeyi kabul etmedi. Ama burada uzlaşma için arabulucu çözüm ileriye sürenler de oldu. Gerçi bu çözüm yenilenen dilekçede de vardı. Resmin bir uyarı yazısıyla sergilenebileceği, bazı sanatseverlerin bu resimlerden rahatsız olabileceği uyarısının yapılabileceğini söyleyenler olmuştu. Ancak müze yönetimi bu konuda taviz vermedi.
Balthus kendisine sapık diyenlere, pedofiliyle suçlayanlara öfke kusmuştu hep. Ona göre, tam geçiş döneminde olan, ergenlikle çocukluk arasındaki bu kızlar meleklerin cisimleşmiş halleriydi. Tensel olanı tinsel olana bağlayan zaman dışı bir güzellikti çizilen. Ve buradaki erotizm cinsellik dışıydı. Bu ne kadar kabul edilebilir bir açıklama tartışılır elbet. Ancak kanımca Balthus gerçek ününü bu resimlere borçlu olduğunun bilincindeydi. Bu resimlere gelen tepkilerin hatırlatılması onu kızdırsa da, söz konusu resimlerin kendi sanatından ayrılamayacağının farkındaydı. Balthus ve onu sevenler resmin niyetinin bakanın gözlerinden kaynaklandığını söylüyorlardı sert eleştiriler karşısında.
Nabokov da Lolita ve kardeşler arasındaki tutkuyu anlattığı ve yine altın dönem olarak çocukluğu işaret ettiği Ada ya da Arzu romanlarında okuyucuya bir anlamda aynı huzursuzluğu verir. Onu okurken hem büyük bir haz alırız, hem de girmek istemediğimiz, zihnimizin derin kuyularına attığımız düşüncelerin ortaya çıkmasından, okuyucuyla kedi fare oyunu oynayan bu yazardan korkarız. Bu korku aynı zamanda okumadan duramamanın, ona teslim olmanın, yazara biat etmenin rahatsızlığıdır da.
Has Nabokov okurları yazarının dediği gibi Lolita romanının bir aşk romanı olduğunu bilirler. Ama kanımca bu roman, Humbert ile Dolores Haze arasındaki bir aşkı anlatmaz, İngilizceyle Nabokov arasındaki romantik aşk ilişkisini ve derin tutkuyu anlatır. Zira yeryüzünde sonradan öğrendiği bir dille, sanki bunu vurgulamak istermiş gibi, bir çeşit gövde gösterisi yaparmış gibi, dilsel oyunlarla bu kadar parlak romanlar yazan çok az yazar vardır. Lolita’nın sayfalarını çevirdikçe hem yapılan eylemin kabul edilemez olduğunu düşünür, hem de anlatıcının devamlı çerçevesini genişlettiği anlatısının tekrarlarla örülü mimari girdabına kapılmaktan kendimizi alamayız. Zira anlatıcı sadece utanılacak zaafını, Lolita’nın kendi gözünden nasıl göründüğünü, onun için nelere (çirkin annesiyle evlenmek zorunda kalmıştır) katlanmak zorunda kaldığını, çektiği acıyı itiraf etmez, aynı zamanda göz kamaştırıcı bir üslupla, bizlere hayatın nasıl bir şey olduğunu, mutluluğun ve mutsuzluğun bir duygu durumundan ziyade, bir çeşit piyango olduğunu, yaşamın bizim acılarımız ve dertlerimizle hiç ilgilenmediğini (tıpkı yazarının biz okuyucuların acısıyla ilgilenmediği gibi), bir resmin en küçük ayrıntılarına inerek anlatır gibi kapsayıcı bir şekilde anlatır. Humbert Humbert diliyle, rahatsız eden duygudaşlığıyla, ironisiyle, çektiği acıyla, bir keman sonatı sergiler, önümüze tecavüzden doğan bir aşk hikâyesi koymaya çalışır. Biz ona güldükçe, acısına inandıkça, dahası onu anladıkça artık onun suç ortaklarıyızdır. Hem ona büyük bir öfke duyup hem onun söyleminden kaçamayarak biz de acı çekmeye başlarız. Humbert Humbert bir kız çocuğunun bedeninde affedilmez bir suç işleyerek zamandışı bir güzelliği ararken, biz okuyucular da Nabokov’un düzyazısında o zamandışı güzelliği buluruz.
Balthus çocukluğun o altın çağına bir daha asla dönemeyeceğimizi bilerek çocuk bedeninin içine hapsolmuş yetişkin bakışları ve jestleri çizer. Onları bir anın içine hapsederek büyümeye direnmelerine yardımcı olur. Hatta belki de bunu başarır. Resimlerinin sarsıcılığı biraz da buradan gelir. O büyümüş de küçülmüş bedenlerde, kapalı ya da düşünceli gözlerde tüm deneyimlerin ağırlığı vardır sanki. Bedensel toyluk bir çeşit ruhsal deneyimle iç içe geçmiştir.
Büyük çoğunluğumuz kategorik olarak Balthus’un çizimlerine karşıyızdır. Onun aldatıcı biçimde olgun görünen genç kız çizimleri tüylerimizi diken diken eder. Resim sanatının doğrudan anlatımıyla roman sanatının dolaylı anlatımı (gizlemek belki açık etmenin en etkili yoludur) arasındaki fark, belki de etiğin devreye girdiği yerdir. Kimine göre ise sansürün.
Görüntü bombardımanı altında olan, her alanda pornografiye maruz kalan 21. yüzyıl bireyi için Balthus’un sansasyonel resimlerinin sadece sansasyonel olma biçimleriyle ya da Nabokov’un romanının sadece konusu itibariyle bu şekilde yargılanması bir anlam ifade ediyor mu artık? Günümüz bireyini hangi görüntü şaşırtabilir ya da bir şeye şaşırıyor muyuz artık? Bu konuda şüpheliyim. Emin olduğum bir şey var ki, o da sanatın bu noktadan itibaren başladığı…
•
GİRİŞ RESMİ:
Balthus, otoportre, 1940'lar. Nabokov kelebek avında, 1950'ler.