Aslı E. Perker: Bana göre gerçekçi düşünmeyip yine de açık uçları birbirine bağlayabilen kişi yazardır. Yazmayı bir uyku hali gibi düşünün. Yazarken insan tıpkı rüyalarındaki gibi özgürdür...
01 Ekim 2015 17:24
En son 2011 yılında yayımladığı Sufle ile okur karşısına çıkmıştı Aslı E. Perker, yemek ve mesafelerle dolu hikâyesiyle büyük beğeni toplamıştı. Dört yıllık sessizliğini, yazarlık yolculuğunda birçok anlamda "ayrı" özellikleri olan, kurgusundan diline "kendini en sakınmadığı" romanı Bana Yardım Et'le sonlandırdı. Perker'le yeni romanını konuşmak üzere bir araya geldik.
2011'de yayımlanan Sufle'nin ardından, dördüncü kitabın Bana Yardım Et ile okur karşısındasın. Bu, yepyeni bir hikâye olmasının yanı sıra, senin yazarlık yolculuğunuzda da ayrı bir yere sahip bir roman, öyle değil mi?
Başkalarının Kokusu, yıllarca içimde taşıdığım, çok yazmak istediğim bir hikayeydi. Çocukken bir mezarlık bekçisi nasıl yaşar, diye düşünmeye başlamıştım. Sonra Cellat Mezarlığı ortaya çıktı. Sufle, ilk yazmak istediğim kitaptı, başlamıştım; ama sonra o kitabı yazmak için beklemem gerektiğini hissetmiş, 10 yıl bekledikten sonra yazmıştım. Bana Yardım Et, tüm kitaplarımdan farklı biçimde ortaya çıktı. Bir arkadaşım bana anahtarlar verdi, bunları kullanarak ne yazabileceğimi denedik: Avusturya, engelli bir karakter, bir yabancı ile bir Türk. Ben bu anahtarları kullanarak ne yapabileceğimi görmek için, yani bir anlamda beyin jimnastiği amacıyla başladım, sonra hikâyeyi çok sevdim ve yazmaya devam ettim, ortaya Bana Yardım Et çıktı. Yani diğer kitaplarım gibi hep aklımda olan bir hikâye değildi.
Kitap aynı zamanda anlatım biçimi ve diliyle de sanki diğer kitaplarından ayrılıyor? Daha akıcı, daha başka türlü?
Benim için Bana Yardım Et'te konudan çok, dil önemliydi bir de. Bu, benim dil olarak kendimi aştığım, yeni bir şeyler yaptığım kitap olması açısından önemli. Bir Türkçe klasiği yazdım anlamında söylemiyorum. (Türkçeye doymak istediğimde Vedat Türkali okurum. Her zaman beni tatmin eder.) Ben bu romanda dil anlamında kendimi aştım derken şunu kastediyorum: Başkalarının Kokusu'nda, Cellat Mezarlığı'nda, Sufle'de konuyu, anlattığım hikâyeyi ön planda tuttum, ben anlattıklarımın gerisinde durdum. Yazdıklarıma kendi kişiliğimden bir şey koymamaya çalıştım. Dolayısıyla kendi konuştuğum, kullandığım dili de kitaplarıma çok yaklaştırmadım. Ben aslında rahat konuşan biriyim; ama kitaplarımdaki dil daha düşünülmüş, daha edebiydi belki. Bir çekingenlik vardı üzerimde, bilinçliydi. "Ben yeni bir yazarım, ne hakla kendimi pat diye öyle ortaya koyarım?" çekincesiydi belki de bu. Bana Yardım Et'te ise kendimi o anlamda çok rahat bıraktım, çekinmedim; metaforlardan, süslenmiş cümlelerden uzak durdum. Lafı uzatmayan bir kitap oldu bu yüzden Bana Yardım Et. Belki artık kendime daha çok güveniyorumdur, kendime güvenmem gerektiğini öğreniyorumdur. Her yazarın bence bir kırılma noktası vardır, belki benim için o nokta da Bana Yardım Et'tir.
Tür olarak kitaplarımı birbirine benzetiyorum. Çünkü her birinde yolları kesişen insanların hikâyelerini anlatıyorum. Aralarında sadece Cellat Mezarlığı farklı; ki o da aslında yolları kesişen insanları anlatıyordu; ama o bir psikolojik gerilimdi, suç unsurlarını barındırıyordu. Ayrıca ölüm teması da yazdıklarımda hep yerini buldu. Bu benim çok merak ettiğim şeylerden biri oldu hep. Bu tema Bana Yardım Et'te bir suç unsuru olarak değil de, mecburiyetten, adeta iyilik yapmak amacıyla birinin ölümüne sebebiyet verme biçimine dönüşüyor.
Tam burada, Bana Yardım Et'in hikâyesinden biraz bahsetmenizi isteyeceğim...
Aslı, anneannesini yakın zaman önce kaybetmiş, bu yüzden zor günlerden geçen genç bir yazar. Annesi ve babasıyla çok zaman geçirmemiş, bir anlamda anneannesi tarafından büyütülmüş; dolayısıyla bu kayıp onun için büyük bir sarsıntı. Psikolojik olarak böyle bir duygu içersindeyken, daha önce başvurmuş olduğu ve aslında kabul edileceğini hiç düşünmediği, Avusturya'daki bir yazar evinden davet geliyor, konuk olarak gidiyor. Orada kendisine bir hemşirenin kiraya verdiği çok ucuz bir ev buluyor. Evin ucuz olmasının sebebi, evde bir kedi olması ve evi kiralayacak kişinin kediye de bakacak olması. Aslı kedilerden pek hoşlanan biri olmamasına rağmen, bu evi tutuyor. Avusturya'daki ilk gecesinin ardından, sabah yedi buçukta evin telefonu çalıyor ve karşısındaki yaşlı kadın sesi, kendisinden yardım istiyor.
Ve hikâye de burada başlıyor...
Evet. Aslı ile çok çok yaşlı olan Daniella'nın sıradışı arkadaşlığı ve hikaye, burada başlıyor. Aslı Avusturya'da bir yandan Bana Yardım Et isimli kitabını yazıyor, bir yandan hayatına giren bu yeni insanla birlikte değişiyor, bir anlamda belki iyileşiyor ve ayrıca aşk da karşısına çıkıyor bu hikâyede.
Bana Yardım Et, kahramanların birbirlerine birçok anlamda yardım etmelerinin yanı sıra, okuru kendi içinde bir düşünsel, içsel yolculuğa davet ediyor, diyebilir miyiz? Yani bu okuyanın da belki kitaptan çıktığında kendi çıkmazları, korkuları, çaresizlikleri üzerine eğilmesini beraberinde getiren türden bir hikâye sanki...
Kesinlikle diyebiliriz. O sabah o telefondaki Daniella "Bana yardım et" diyor; ama aslında yardıma ihtiyacı olan Aslı. Kahramanımızın büyük bir vicdan yarası var. İyi bir niyetle, kötü bir şey yaptığını düşünüyor. Aynı zamanda söylediğim gibi, anne baba ilgisinden uzakta, anneanne sevgisiyle büyümüş ve tek ebeveynini de kaybetmiş bir kadın. Yani bu anlamda pek çok çocuğun hikâyesi. Ve yardım isteyen Daniella, aynı zamanda Aslı'ya yardım ediyor diyebiliriz.
Kitapta vicdan, doğru-yanlış sorgulamaları yerini oldukça buluyor. Genel geçer yargılara, duvarlara meydan okuyan bir kahraman, bir hikâye var Bana Yardım Et'te...
Ben hiçbir şekilde duvarlara inanmıyorum. Kadın- erkek ilişkilerinde, insanlık ilişkilerinde, milletlerarası ilişkilerde, ırklar arasında duvarlara kesinlikle inanmıyorum. Aynı şekilde doğru ve yanlışa da inanmıyorum. Elbette her birimizin kendi kuralları vardır, olabilir. Onu bile esnetebileceğim yere kadar esnetirim. Çünkü bence hayat bu kadar "öyle" olmamalı. Bu kadar sınırlarımızla dolu olmamalı. Dolayısıyla ben yazarken de yaşarken de doğru ya da yanlış olarak hiçbir şeyi tanımlamıyorum.
Bahsettiğiniz duvarlar, mutsuzluk, huzursuzluk, güvensizlik çağrışımları uyandırdı zihnimde...
Duvarlar bir kere, kötülük getiriyor. Duvarların bende uyandırdığı en büyün anlam bu: Kötülük. Başka birini anlayamadığın anda kaçacak deliğin yok çünkü. Başka birini anlamaya çalışmadığın anda, kötülükten kaçabileceğin en ufak bir delik bırakmıyorsun kendine. Başka birini, diğerini anlamaya çalışmadığın anda, ilk sözünde, ilk eyleminde başvuracağın şey, kötülük. Bir beyin cerrahı profesörün yazdığı bir kitapta, beynin elastisitesinden bahsediliyor. Yani kitapta anlatılanlara göre, beyinlerimiz elastik aslında. Fakat belli bir yaştan sonra bu elastisiteyi kaybetmeye, kalıplara daha çok girmeye başlıyoruz. Kendimize benzeyen insanlarla arkadaşlık etmek istiyoruz mesela. Bizimkilere uyan fikirleri duymak istiyoruz. Eh, ben de diyorum ki, eninden sonunda bu hepimizin başına gelecek madem, o zamana kadar mümkün olduğunca duvarlar örmekten kaçınmalı, tolere edebilmeli, esnek olabilmeliyiz.
Bana Yardım Et'i konuşurken, hikâyenin ana kahramanı Aslı ile yazarı Aslı'yı bu söyleşide pek ayırt edemiyorum...
"Anlattığın hikâyedeki bu karakter sen misin?" sorusunun yanıtını sen sormadan rahat rahat vereyim; ben seve seve anlattığım Aslı olabilirim. Aslı olsaydım hiç üzülmezdim, sevinirdim. Kitaptaki yazar Aslı ile kitabın yazarı olan Aslı'nın hisleri, yani benim hislerim herhalde aynı. Bakışımız, dertlerimiz aynı. Yaşananlar benim başımdan geçmedi; ama ana karakter benden izler taşıyor. Zaten ana karakterimin ismi başta Ela idi, sonradan adını Aslı yapmamın bu özdeşleştirmeyle ilgilisi var. Bir de şöyle bir şey var; okur olarak her zaman fark ediyorum ki, yazarı, anlattığı karakterin yerine koyuyorum çoğu zaman. Eh, ben de bu kez bir okur olarak hissettiğim şeyi, kendi hikâyemde kurguladım. Böyle bir hikâyede böyle olaylar benim başıma gelseydi ben ne yapardım, bunu düşünerek yarattım ana karakterimi ve hikâyeyi böyle yazdım.
O zaman, Bana Yardım Et'teki "cesur" aşk hikâyesiyle ilgili de söyleyeceklerini merak ediyorum. Aşk ve cesaret, aşk ve korkular nasıl yan yana senin bakış açına göre?
Benim, galiba bu yetiştirilmekle alakalı, hiçbir zaman hiçbir korkum olmadı. Deprem olması bir ihtimal, ölmek bir ihtimal, uçağın düşmesi bir ihtimal; ama demek istediğim, bu ihtimalleri göz ardı etmedim; ama bu ihtimallerin korkusu yüzünden uçaktan ya da binalardan kaçmadım. Aşkta da aynı şekilde hiçbir korkum olmadı. Hiç ama. Ben eşim Kutlukhan Perker ile tanıştığımda, onun Amerika'ya gitme planı vardı, benimse İtalya'ya. Ama bu gitme ihtimallerimiz yüzünden, bununla gelecek bir ayrılık ihtimali yüzünden ben Kutlukhan'dan, onunla yaşayacağım ilişkiden uzak durmadım. Bugün, 14 yıldır evliyim Kutlukhan'la. Romanda Aslı'nın başına gelen de aslında bu anlamda benzer bir aşk. Hakan, Avusturya'da çıkıyor karşısına. Bu ilişkinin başlaması oldukça zor. Büyük riskleri de var. Hatta bana kalırsa, bu ilişkinin sürme ihtimali de düşük. Ama işte, göze alıyorlar. Göze almak da lazım bence.
Belki de o an'ın ihtimallerini kaçırmamak gerekiyordur...
Evet. Ben kaçırmam. Aslı da kaçırmıyor.
Kitapta, bir karakter, şöyle bir şey söylüyor: "Gerçeklik dediğimiz şey çok fazla ciddiye alınıyor. Hayallerimizde, yazdıklarımızda ne kadar gerçeklik olmalı ya da gerçekliğimiz ne kadar hayal ürünü?" Ben bu soruyu size soruyorum.
Ben hayatımı hafife alıyorum her şeyden önce. Hayat bence o kadar da gerçeklere bağlı kalınarak yaşanmamalı. Çünkü bana göre yaşamak çok zor. Yani en basit haliyle bile, yaşamak denen şey sahiden çok zor. Bir de üstüne her anın gerçekliğine sarıldığımız zaman... Hayatı çok ciddiye alırsanız, bana göre çok zor gelir. Belki de hatta bu yüzden ölümü, intiharı kafamda çok çevirip duruyorumdur, yazdıklarımda bu kadar yer veriyorumdur. İntihar, gerçekçiliğe sarılındığında, uzak bir seçenek değil insana. İşte o noktada biraz gerçeklikten ben uzaklaşıyorum en azından. Gün içinde tamamen kendi oluşturduğum baloncuğun içinde yaşıyorum. Başka türlü katlanabileceğimi zannetmiyorum çoğu şeye.
Gerçekliğe sıkı sıkı sarılmak, olduğundan zor hale getirmekten başka bir şey yapmıyor belki de...
Kesinlikle. Mesela ben, ailemin işi sebebiyle çok dolaştığım, sürekli taşındığım bir çocukluk geçirdim. Bu, yalnız bir çocukluk getirdi beraberinde. Yani şöyle ki, hiçbir zaman fiziksel olarak yalnız kalmadım; ama köklü ilişkiler kuracak kadar da kalmadım hiçbir yerde. Bir keresinde, Çorum'a tayinimiz çıkmıştı. Evimiz yerleşene kadar misafirhanede kalıyorduk. Ben odada yalnız kalıyordum ve Joan Baez dinliyordum. Birdenbire ağlamaya başladım. O anda, o şehirde, beraberimde getirdiğim annem ve babamdan başka kimsem olmadığını, tam şu anda onları kaybetsem, yok olsalar bu şehirde yanımda olacak, "Bana yardım et!" diyebileceğim kimse olmadığını düşündüm ve ağlamaya başladım. Tüm bunlar beni bunalıma sürükleyebilirdi. Ama kendimi bir şekilde kurtardım. Gerçeklere saplanmayarak yaptım bunu işte. Ben kitap okumayı bu yüzden çok severim. Bambaşka hayatların içine girmeyi çok severim. Yeter ki bu dünyanın içinden çıkayım, başka bir dünyanın içine gireyim de; o kimin dünyası olursa olsun.
Bu kitapta müzik yerini çok güzel bulmuş...
Evet, doğru. Kendimi ortaya koyduğum kitapta, hayatımda büyük önemi olan bazı şeyler de doğal olarak yerini alacaktı. Bunların başında elbette müzik geldi. Müzik, çocukluğumdan bu yana hayatımda çok büyük yer kapladı.
Ve son olarak, yazarlığın senin hayatındaki tarifini yapmanı istiyorum...
Bana Yardım Et'ten alıntıyla yanıtlayacağım bunu: "Bana göre gerçekçi düşünmeyip yine de açık uçları birbirine bağlayabilen kişi yazardır. Yazmayı bir uyku hali gibi düşünün. Yazarken insan tıpkı rüyalarındaki gibi özgürdür. Ancak uyandığı anda tıpkı rüyalarına anlam yüklemeye çalıştığı gibi yazdıklarını da hayata bağlamak ister. Galiba yazdıklarını okurlar ne kadar iyi tabir edebilirlerse, o da o kadar iyi bir yazar olur. Çünkü hayat ancak gerçekliği kadar absürt, absürtlüğü kadar da gerçektir."