Âşık Yaşar ve Anadolu’nun buğulu gerçekçiliği

"Yaşar Kemal, 6 Ekim 1923'te bugün, (bazı kayıtlarda 1926) Osmaniye’nin Kadirli ilçesine bağlı Hemite köyünde doğdu. Üç yıl sonra Cumhuriyet ile birlikte onun da 100. yaşını kutlayacağız."

06 Ekim 2020 19:29

Yaşar Kemal, 6 Ekim 1923'te bugün, (bazı kayıtlarda 1926) Van Gölü’ne yakın Ernis köyünden olan (bugünkü adıyla Ünseli) ailesinin Rus işgali yüzünden göç etmek zorunda kalarak gelip yerleştiği Osmaniye’nin Kadirli ilçesine bağlı Hemite köyünde doğdu. Üç yıl sonra Cumhuriyet ile birlikte onun da 100. yaşını kutlayacağız.

Yaşar Kemal’i sadece okurların ve edebiyat araştırmacılarının değil, sosyologların, antropologların, etimologların, tarihçilerin, siyaset bilimcilerin, dil bilimcilerin hatta müzikologların da aynı iştahla okuması gerekir. Çünkü Yaşar Kemal, Anadolu halklarının geleneklerini, mitlerini, dillerini, türkülerini ve düşlerini sadece anlatmamış, bize adeta sesleriyle kokularıyla yaşatmıştır.

Yaşar Kemal, kır insanına ilişkin edebiyatın nazım şekilleri olan koçaklama, güzelleme, ağıt ve taşlamayı tek forma indirgeyip şiirli bir düzyazıya dönüştürür. Şiir, Yaşar Kemal Külliyatının en karakteristik özelliklerinden biridir. Bu nedenle yazımın başına koyduğum “Âşık Yaşar” nitelemesi, bu toprakların özgün formlarını ortaya koyan Yaşar Kemal adıyla ters düşmez. O, kendine has bir dokuda oluşturduğu bu dil(ler)le, Anadolu insanını ve içinde yaşadığı doğayı, düş gücü sınırlı okurun gözünde dahi kâh bir düğün coşkusunda kâh bir ağıt hüznünde bire bir canlandırır:

“Yazar her romanında ayrı bir dil kullanmak zorunda. Çünkü her roman aynı değil. Göçebeyi anlatıyorsan ona göre dil kullanacaksın, İstanbul’u anlatıyorsan başka bir dil… Örneğin, duran bir ağacı anlatıyorsan, dilin de duran bir dil olmalıdır. Gel de gökyüzünü dalgalı bir deniz gibi anlat!...”[1]

Usta, bu dili, yöresel deyişlerle, ironilerle ve ona özgü sessel tekrarlar ile zenginleştirerek, verili imlânın dışına çıkar ve okuru ile yürekten bağ kurar. Dağ, yayla, ada, deniz, börtü böcek onda bir karaktere dönüşür. “Bir yağmur yağıyordu siyim siyim, uzun bacaklı Çukurova yağmurlarından biri” gibi haiku kıvamındaki eşsiz doğa betimlemeleri de böylelikle zihnimize çakılır kalır. Karakter betimlemeleri o kadar yalın ve gerçekçidir ki, genetik kodları bu özgün dilde gizli olan Meryemceler, Taşbaşoğulları, Memidikler, Abdi Ağalar, İnce Memedler, Rus Klasiklerinin devleri Gogol’un, Tolstoy’un, Dostoy’unkilerle at başı yarışır.

Âşık Usta, Anadolu insanının sözlü anlatımının geleneksel öğelerini çağdaş roman teknikleriyle harmanlarken Pertev Naili Boratav, Yaşar Kemal’in âdeta “Bir Yörük Kilimi” dokuduğunu ifade eder.[2] Asuman Kafaoğlu Büke ise, hepimiz adına son noktayı koymuş gibidir:

“Anadolu’yu ve insanını bize Yaşar Kemal kadar güzel anlatan başka bir yazar olmadı. Bir kültürün estetiğini onun kadar yaşatan olmadığı gibi...”[3]

Kilikya Ülkesinden Akdeniz’e, Mecbur İnsanın bitmeyen yolculuğu

Toplum ve doğanın arasında sıkışan insanın açmazları ve umutları, Yaşar Kemal’in beslendiği ana damar olmuştur. Kendi deyişiyle onun anlattıkları “Mecbur Adamların” hikâyeleridir. Ve bu hikâyeler hiçbir zaman sonlanmaz. Çünkü feodal düzenin şekli değişir; pamuk toplayan nasırlı ellerin yerini makineler alır; ama işlevi aynı kalır. Bu döngü içinde “Mecbur Adamın” yazgısı da bir türlü değişmez. Adnan Binyazar, bu sürekliliği şöyle belirleyecektir:

“Yaşar Kemal’in romanları bir epik süreklilik içinde gelişir. Bu süreklilik içinde hiçbir romanı da sonuçlanmaz. Bittiği yerden daha yoğun olaylarla, doğa, kişi ve yeni bir yapıyla yeniden başlar.”[4]

Yaşar Kemal, Anadolu insanının ruh halinin kodlarını da verir. Kır insanının kendi içinde yaşattığı düşleri, hesapları, acıları olduğunu gösterir. Toplumsal gerçekliklerin yanında insanı önceler, onların iç dünyasına da ışık tutar. Yöresel referanslarla tek bir tipe indirgenen insanın her birinin ayrı bir hikâyesi olduğunu gözümüze, aklımıza, belleğimize sokar. Bugün sahillere vuran göçmen bebelerinin ağıtını çok önceden yakıyor gibidir. Doğaya karşı amansız bir mücadele sürdüren kır insanı, özünde teslimiyetçi ve kadercidir. Aklının ermediğinden, gözünün görmediğinden korkar. Yeri geldiğinde doğaya başkaldıran bu insan, içinde bulunduğu şartların sorumlusu olan feodalite, yerel bürokrasi ve siyasi erk karşısında da o derece edilgendir. Doğanın ona verip vermedikleriyle ilgili Tanrı ile nasıl barışıksa, sosyoekonomik kayıpları karşısında da siyasi erke karşı o kadar teslimiyetçidir. Sorumlu olan kaderdir; bunun için Ortadirek’teki o unutulmaz yolculuğun kaderi bir uç uç böceğinin kerametine teslim edilir. Biri her zaman onların yerine, onların adına düşünmektedir. Düşünce insan işi değildir. İnce Memed; bunun için İnce Memed olur. Pis Hikâye’deki Yumru Veli haklıdır: “…Bizim aklımız ermez. Senin benim aklımız erseydi işine, onun hökümetliği nerde kalırdı!..”

Canlı-cansız varlıkları gerçek üstü abartılarla farklı formlara sokarak ustaca yeni gerçeklikler yaratır. Bu yanıyla büyülü gerçekçilerle örtüşse de, kullandığı şiirli dil ve ete kemiğe büründürdüğü bu toprakların binlerce yıllık acılara meftun yazgısı onu farklı kılar. O, Buğulu Gerçekçidir. Ama umut, her daim oralarda bir yerdedir. Ne olursa olsun bir gün bulunmak umuduyla... Onsuz olmaz!..

“…Benim kitaplarımı okuyan; katil olmasın, savaş düşmanı olsun. İnsanın insanı sömürmesine karşı çıksın. Kimse kimseyi aşağılamasın. Kimse kimseyi asimile edemesin. İnsanları asimile etmeye can atan devletlere, hükümetlere olanak verilmesin. Benim kitaplarımı okuyanlar bilsinler ki bir kültürü yok edenlerin kendi kültürleri, insanlıkları ellerinden uçup gitmiştir.”[5]

Yaşar Kemal, Anadolu insanında evrenselliği de yakalar. Gelenekler, söylenceler, ilişkiler yerel olsa da, yaratılan kişiler ve yaşananlar evrenseldir. Fethi Naci, Ölmez Otu’nda onun Memidik’in kişiliğinde bir köylü Hamlet’i yarattığını söyler. Yaşar Kemal’in Ortadirek’ de konu ettiği o “mecbur yolculuğun” bugün yaşadığımız göçmen facialarından ne farkı vardır? Mecbur insanın sonu gelmeyen kadim yolculuğu değil midir bu?

Onunla hayattayken tanışma, yan yana aynı masada bulunma onuruna ve şansına eriştim. Sohbetlerimizin birinde en çok hangi romanını seversin diye sormuştum. Soru da, soru hani. Babaya hangi çocuğunu seversin diye sormak gibi. Binboğalar Efsanesi  demişti. Benim de en sevdiğim romanı olduğu için çok sevinmiştim. Bilmiyorum, belki de öyle dedi diye, en çok onu sevdim! Onu kaybettikten sonra dostlarıyla konuşurken anladım ki, hepimize farklı bir romanını söylemiş. Çocuklarını ayıramamış yine.

Aşkolsun sana Âşık!..


[1] Cumhuriyet Kitap, 30 Mayıs 2002, Yaşar Kemal ve Alpay Kabacalı söyleşisi.

[2] Pertev Naili Boratav, Bilim ve Sanat Dergisi, Şubat 1982.

[3] Asuman Kafaoğlu Büke, “Söz Ustasından Söyleşiler”, Yazın Sanatı, 2011

[4] Adnan Binyazar, Milliyet Sanat Dergisi, Nisan 1980.

[5] Boğaziçi Üniversitesi Fahri Doktora Konuşması, Haziran 2009