Karanlık, erkeklerin kadınlara bıraktığı biricik bölgedir; ilkel, gizemli ve karanlık olana gururla sahip çıkmamız beklenir
23 Mayıs 2019 10:00
Birkaç yıl önce sevgili Melike Uzun ve Ayşegül Tözeren’le birlikte katıldığım bir söyleşide, bize sonradan üzerinde çok düşündüğüm bir soru sorulmuştu. Diyordu ki okur-dinleyici, “neden büyük yazarların yarattığı büyük kadın kahramanlar romanların sonunda hep ölüyorlar? Bu nasıl bir tesadüftür? Bu yazarlara kadın düşmanı diyebilir miyiz?” Anna Karenina, Emma Bovary, Bihter, neden öldüler? Yoksa öldürüldüler mi?!
Salondan ve bizden yükselen seslerle uzun uzun tartışmıştık. Soru sorulduğu anda, bu yazarların kesinlikle kadın düşmanı olmadıklarını düşündüğümü hatırlıyorum. Evet, kadın düşmanlığı hayatın her alanında gayet açık ve basit bir şekilde görünür; ne kadar temizlerseniz temizleyin, siz daha arkanızı döner dönmez evi yeniden sarmaya başlayan toz zerreleri gibi yaygın ve istilacıdır, ve açıktan açığa kadın düşmanlığı yapan yazarlar da elbette vardır, ama söz konusu edebiyat olduğunda, sorunun cevabının bu kadar basit olamayacağına emindim. Edebiyat dediğimiz şeyin, yüzeysel duyguların denizinde yüzmekle kalmadığını, her zaman ama her zaman daha derine daldığını, kişisel olarak beni etkileyen şeyin de aslında bu dalışlar olduğunu çok iyi biliyordum çünkü. Söz konusu edebiyatsa, sadece bir kadın düşmanı olarak kalem oynatmak, nasıl diyeyim, fazla basit, fazla ahmakça olmaz mıydı? Yani kısacası sadece kadın ya da şu bu düşmanı olana edebiyat fazla gelirdi. Bunun altında yatan başka bir şey olmalıydı. Ama edebiyat ölümsüz olan bütün kadın kahramanlarını öldürmüştü birer birer tuhaf bir istikrarla… Soru hâlâ önümde asılı duruyordu: Anna, Emma ve Bihter neden öldürüldüler?
Aklıma ilk gelen şeylerden biri Bihter’in edebiyatımızda aynaya ilk bakan roman kahramanı olduğuydu. Aynaya bakan, kendi varlığından, çıplaklığından haz duyan, kendi bakışının hem öznesi hem nesnesi olmayı başarabilmiş bir kadın roman kahramanı; edebiyatımızın ilk trajik kahramanı. Trajik çünkü kendine yenilmeye mahkûm… Aynanın karşısında kendine dikmiş gözlerini çünkü, ayna bakmak demek olduğu kadar, kırılmak da demek... O kırıklar içindeki aynaya bakarken sanki şöyle sesleniyordu bana Bihter: Bir erkek yazar, bir kadını yazıp kahramanlaştırdıkça bilemezsiniz nasıl da korkar kendinden! Yazdıkça boğulur, boğuldukça kendinden taşıp nasıl da devleştir... Hiçbir yerde söylememiştir belki ama, Tolstoy nasıl Anna Karenina, Flaubert nasıl Emma Bovary’nin ta kendisiyse, ben de o kadar Halit Ziya’nın kendisi, o kadar Bihter! Ben Bihter, Halit Ziya Uşaklıgil’in bizzat kendisi olan Bihter!... İşte, aradığım cevap karşımda apaçık duruyordu. Flaubert, Emma’ydı. Halit Ziya, Bihter… Onlar kadın düşmanı değil, kendi içlerindeki kadının düşmanıydılar, kendi içlerindeki kadını öldürmeye, o kadınsı yanı cezalandırmaya çalışıyorlardı aslında, o kadar.
Düşündüklerim okumalarıma yön verirken, yolum nihayetinde kıymetli Nurdan Gürbilek’in pek yerinde bir şekilde adını koyduğu, edebiyatta kadınsılaşma endişesine getirdi beni. Oflaya puflayla çıktığım dik bir yokuşun başında aniden denizle karşılaşmışım gibi soluğumu kesti bu karşılaşma. Yürüyüşüm kolaylaştı, aklım berraklaştı. Dil erkekse, edebiyat kadındı. Ve demek ki erkekler de, cümle kalem erbabı, bunu biz kadınlar kadar iyi biliyor, hissediyor ve yazdıkları her an, ölüme karşı dururmuş gibi, türlü çeşit yöntemle kadınsılaşmayla savaşıyor, erkekliklerini kanıtlamaya çalışıyorlardı. Bu, temelde ıvır zıvır işlerle uğraşan, hobi, merak olabilecek bir şeyi işe dönüştüren eksik adamlara karşı toplumun, kültürün ve piyasanın, ticaret erbabının yaklaşımı da belliydi. Yazarlara bir işin değil, bir merakın parası ödeniyordu. Düşük telifler, lütuf babında telifsiz yazma teklifleri, yayıncının, dağıtımcının, matbaacının, kapak tasarımcısının, reklamcının, dizgicinin aldığından az tutan satış yüzdeleri... Hani öyle ki, yazar dışında bütün bu insanlar bir iş görüyor, yazaraysa, bir yarım akıllının eline para tutuşturur gibi, o zayıf, o romantik, o eksik kalbi kırılmasın diye acınarak harçlık veriliyordu sanki… E, sözü geçen koskoca yazarlar bile para kazanamazken bu piyasada, biz çelimsiz kadınlar ne cüretle ortaya çıkıp, yaptığımız iş olmayan işin parasının, telifinin, itibarının peşinde koşacaktık?! Evet, Emma’nın, Anna’nın ve Bihter’in ölümünden hareketle çıktığım yolda, aslında okuru pek de ilgilendirmeyen, bizim şu teliflerin neden bir türlü ödenmediğine kadar gidiyordum.
Flaubert, “Emma Bovary benim” dediğinde, sadece yaratılmış bir karakterle özdeşleşen yazara işaret etmiyordu. Emma, Flaubert’in içindeki kadındı, o masanın başına geçmiş, toplumsal ve kültürel olarak "iş"ten sayılmayan, karşılığında para kazanılamayan şeyi yapan kadınsı erkek-yazarın içinde dolaşan, sakil, hayalperest, özenti Emma... Elleri narin, erkeksi işleri göremeyen, ruhu dünyayı ve insanı anlamaya çalışacak kadar, neredeyse bir kadın kadar hassas ve kim bilir belki bedeni de en az bir kadın kadar zayıf. Toplumsal olarak bu zayıflıklarını, zaaflarını, dolayısıyla da bu komplekslerini diliyle iktidarı etkileyerek, ona ortak olarak, hatta kim bilir o iktidarı yaratarak örtmeye çalışan adam. Dili ve iktidarı güçlendiği ölçüde erkekliğini en başta sürekli kendine kanıtlayan, hatırlatan, eğer şansı yaver giderse kitlelere ulaşıp düşük bir ihtimal da olsa cebini bu "sözde işle" dolduracak olan.
Romantizm kuramcısı, edebiyatçı ve düşünür Madame de Stael, antik dönemde hiç roman yazılmamış olmasını, klasik dünyanın erkekler ile kadınlar arasındaki duygusal ilişkilere, büyük oranda kadınların aşağı toplusal konumunun bir sonucu olarak, görece çok daha az önem verilmesine bağlamıştı. Zira iki cins arasındaki aşk düşüncesinin yeryüzündeki yaşamın en üstün değeri olarak kabul edilmesi insanlık tarihinde bildiğiniz gibi oldukça geç bir zamana denk gelir. Hatta bu değerin ortaya çıkışı, Batılı kültüre göre antik dönem bir yana, 11’inci yüzyıl civarına tarihlenir. Madame de Stael’in dikkat çekmeye çalıştığı şey, bu söz konusu gecikme değildir ama; Stael, romanın yükselişiyle kadının toplum içindeki yükselişi arasında tartışılmaz bir paralellik kurmuştur. Romanın doğuşu ve yükselişi, kadının modern toplumda daha fazla özgürlük elde etmesiyle, aşkla, kültürle, toplumla kurduğu bağın kuvvetlenmesiyle ilgilidir ona göre. Evlilik ve aşkın yanı sıra, kadınların hem bir okur hem de bir yazar olarak gündelik hayatın ayrıntılarına duydukları ilgi de modern romanı şekillendirmiştir. Öyleyse, roman kadınla birlikte, kadına doğmuştur diyebilir miyiz?! Virgina Woolf da aşağı yukarı aynı fikirdedir. Yazar, "Kadınlar ve Kurmaca" adlı denemesinde bunu masaya yatırır. “Genellikle bir kadının günlük yaşamında elle tutulur hiçbir şey yoktur. Pişirilen yemek yenir; beslenip büyütülen çocuklar evden çıkıp yaşama karışır. Aksan nerededir? Romancının benimsemesi gereken çarpıcı nokta nedir? Söylemesi bir hayli zor. Kadın romancının yaşamının, son derece şaşırtıcı ve ilginç isimsiz bir karakteri vardır. İlk kez, bu karanlık ülke roman sayesinde keşfedilmektedir.” Kadın yazarlar, kadınsal birey oluşla birlikte ortaya çıkan bu sanat dalında ilerlerken, söz konusu sanatı, romanı da şekillendirirler, diğer yandan da genel olarak hemen tüm roman yazarları, kadınların okumalarına göre, kadın okurların beğenilerine göre yazma pratiği geliştirirler. Woolf’un gözünden daha açık bir şekilde devam edelim: “Roman, geçmişte olduğu gibi halen kadınlar için yazması en kolay edebiyat türüdür. Bunun nedeni oldukça basittir. Roman, edebiyat türleri içinde yoğunluğu en az olandır. Bir oyun ve şiirin aksine, bir romana kolaylıkla başlanılıp bırakılabilir. George Ellliot babasına bakmak için bir romanı yarım bırakmıştır. Charlotte Brontë, patateslerin deliklerini ayıklamak için kalemini bir kenara bırakmıştır. Etrafındaki insanlarla birlikte oturma odasında otururken, aklını gözlem ve karakter analizi kullanmaya eğitmişti. Bir şair değil, bir romancı olmak için eğitim almıştı.” Kendi deneyimimi de içine katarak söyleyebilirim ki, bugün hâlâ gündelik hayatın bütün yükünü kadının omzuna gönül rahatlığıyla bırakan erkek dünyasının karşısında kadınlar, patateslerin yanı sıra, harıl harıl roman yazmaya devam ederek Woolf’u her an haklı çıkarırlar. Kadın ve roman, tüm engellerin karşısında birbirlerini yaratırlar.
Eleştirmen Ian Watt da yine tam bu noktadan baktığımızda görebileceğimiz şekilde, Romanın Yükselişi adlı çalışmasında romanı diğer edebî türlerden ayıran başat tür özelliklerinden birinin altını çizer. Ona göre, roman öncesi hemen tüm düzyazı biçimleri konularını tarihten, dinden ve mitolojiden alırken, roman bireyselleşmeye başlayan insanın gündelik, önemsiz yaşamını hikâye eder. “Hiç kuşku yok ki romanı diğer edebiyat türlerinden ayıran temel husus hem karakterlerinin bireyselleşmelerine hem de yaşadıkları çevrenin ayrıntılı sunumuna büyük önem vermesidir.” Tarihi etkilemeyen gündelik yaşam! Demek bu çerçeveden baktığımızda, yine kadının dâhil olduğu yaşam, henüz tam bireyselleşemese de içinde kadının gezdiği hikâye demektir. Diğer yandan da Woolf’a hak veriririz yine burada çünkü böyle bir hikâyeyi “en azından başlangıçta” tarih bilgisi, devlet bilinci, mitolojik bakış açısı olmayan herhangi bir kadın da pekâlâ yazabilir. Niyetim ne romanı ucuzlatmak ne de okuyan ve yazan kadını. Sadece romanın doğuşuyla modern bir birey olarak kadının doğuşunun aynı güne denk gelmesinin bir tesadüf olamayacağını eleştirmenler ve yazarların görüşleri ışığında söylemeye çalışıyorum. Kaldı ki, Virginia Woolf da yine bütün bunların hemen bir adım ötesinde kadınların giderek kişisel ve politik ilişkilerin ötesindeki şairin cevabını bulmaya çalıştığı o daha büyük soruya yöneldiklerinin, yazarak kader ve hayatın anlamının peşine düştüklerinin altını çizmiştir.
Bizim romanımız da, hatta genel olarak modern Türkçe edebiyat, bir kadınsılaşma endişesine, bir efemineleşme korkusuna doğar Nurdan Gürbilek’e göre. “Yabancı arzuların peşinde bir ucubeye dönüşen züppenin hikâyesi, kudretini yitirmiş imparatorluk topraklarında gecikerek modernleşmenin yol açtığı bozulma endişesinin, kültürel melezleşmenin doğurduğu kendini kaybetme korkusunun hikâyesidir. Ama züppe figürüne daha yakından baktığımızda, bu ulusal endişenin bir cinsel endişeyle iç içe geçmiş olduğunu fark ederiz. Erilliğini kaybetmiş ya da bir türlü erilleşememiş oğlun, hadım edilmiş ya da kadınsılaşmış genç erkeğin, yani bir kadın-adamın hikâyesidir aynı zamanda züppenin hikâyesi. O halde ilk romanlardaki züppe bolluğu yalnızca yerel-ulusal kimliği yitirme, bir 'ödünç şahsiyet'e dönüşme endişesini değil, bu endişeyle iç içe geçmiş bir ikinci endişeyi, bir 'ödünç cinsiyet'e dönüşme telaşını da yansıtıyordur.”
Bunun yanı sıra, ilk romanlarımızın içine yerleşen bir kalıp vardır: Elinden kitap düşürmeyen bir kadın kahraman, okuyan, okumakla da kalmayan kadın, okuduklarından etkilenerek o küçük aklını ve önemsiz hayatını mahveder hep. “Hayatı ve aşkı romanlardan öğrenen kadın imgesi” kabaca baktığımızda etkileyici, makûl ve elbette romanesk gelecektir. Hemen her hikâyede, bir köşede roman okuyan kadın olması, dönemsel bir gerçekliğe ışık tutuyor da olabilir mi peki? Ne diyordu hani Cemil Meriç “kadın okuyucular romanesktir, hassastır kitabı yaşamaya kalkarlar, Madam Bovary gibi.” Olabilir mi? Eğer öyleyse, yukarıda sözünü ettiğim yönelim bizim edebiyatımızda da kendini doğrular. Roman okuyan, romana kendini veren kadın okurlar beğenileriyle sanatı yönlendirir, şekillendirir. Ama eğer öyle değilse, yani okuyan kadın bir tür imgeyse, ilk dönem hemen tüm romancıların kadın aklının ve kalbinin yabancı etkilere daha açık olduğunu düşünerek yazmasının, Batı etkisini, yabancılaşma korkusunu kadın kalbi üzerinden aktarmasının sebebi nedir peki? Romanlarda, romanlardan etkilenen sadece kadınlar değildir erken dönem edebiyatımızda, erkekler de etkilenir. Ancak erkek etkilendiği ölçüde züppeleşir, efemine hâle gelir, kadınsılaşır ve gülünçleşir. Bu gülünçleşmeyi kadının üzerine atmak tercih edilmiştir çoğu zaman. Yabancı etkiye açık olmak, bu anlamda rezil olmaktır. Araba Sevdası’ndaki, Şıpsevdi’deki, Sodom ve Gomore’deki, Felatun Bey İle Rakım Efendi’deki bütün “anti”erkek kahramanlar da etkilenmenin, Batı'ya özenmenin felaketini taşırlar üzerlerinde. Onlar roman okuyan kadın olmuşlardır bu anlamda. Ödünç cinsiyet, yazarlardan kahramanlara taşınmıştır. Yazarak edebiyatın içinde yol alsa da bunun toplumsal karşılığını göremeyen, meslek olarak yazarım diyemeyen nesillerce erkek ve kadın yazar hiç durmadan bir yandan yoksullukla baş etmeye çalışıp diğer yandan da sanki doğar doğmaz kalplerine yerleştirilmiş o genetik endişenin romanlarını yazmıştır. Ne hazin ama ne güzel bir hikâye!
“Bir kadının nerede başlayıp nerede bittiğini kim bilebilir ki? Dinle hanım, benim köklerim var, bu adadan daha derin köklerim var. Denizden daha derin, karaların yükselişinden daha eski. Ben karanlığa uzanırım! Ay yokken, ben vardım. Kimse bilmiyor, kimse bilmiyor, kimse benim ne olduğumu söyleyemez; bir kadının ağaçların köklerinden daha derin olan, adaların köklerinden daha derin olan, Yaradılış’tan daha eski olan, güce sahip bir kadının, bir kadının gücünün, ne olduğunu söyleyemez. Kim karanlık hakkında sorular sormaya cesaret eder? Kim karanlığa ismini sorar?”
“Ben sorarım” diye cevaplar Tenar, Ursula K. Le Guin’in Tehanu’sunda. “Ben karanlıkta yeterince yaşadım!”
Çünkü karanlık, erkeklerin kadınlara bıraktığı biricik bölgedir; ilkel, gizemli ve karanlık olana gururla sahip çıkmamız beklenir. Ama tıpkı Tenar gibi bizim de zamanımız gelmiştir. Sadece karanlığa değil gün ışığına da sahip çıkacağımız, içinde varolduğumuz tüm karanlığın adını sorup adını koyacağımız zaman gelmiştir. Bunun için roman yazıyoruz, bizi kandırıp paramızı çalan yayınevleri batacak, teliflerimizi vermeyen dergiler kapanacak, itibarımızı gölgeleyenlerin adı unutulacak ve yazdıklarımız kalacak geriye. Kadınla birlikte doğan roman, yazarı hangi cinsel kimlikten olursa olsun dişilin alanından erki, eril olanı dönüştürmeye devam edecek. Varsın Anna her seferinde bir daha, bir daha atsın kendini o trenin altına, biz onun bunu neden yaptığını çok iyi biliyoruz!
Kaynakça
Sözcüklerdir Bütün Derdim, Ursula K. Le Guin, Çeviri: Damla Göl, Hep Kitap
Kör Ayna, Kayıp Şark, Nurdan Gürbilek, Metis
Romanın Yükselişi, Ian Watt, Çeviri: Ferit Burak Aydar, Metis Yayınları
Granit ve Gökkuşağı, Virginia Woolf, Çeviri: İlknur Güzel, İletişim Yayınları