Bir insanın anlatılmamış hikâyesinden daha sahici ne var? İnsanlığın hikâyesini dinleyen ve aktaran Svetlana Aleksiyeviç’in külliyatı, roman gibi hayatlar ve hayat gibi romanlarla dolu
05 Ekim 2017 14:05
Külliyatı ile bağrınıza bastığınız yazar, artık bir yazardan çok daha fazlasıdır. Ondan ve kurduğu dünyadan bir şeyler sizin hayatınıza da nüfuz eder. Birlikte soluk alıp vermeye başlarsınız. Ve artık gecenin üçünde ya da sabahın beş buçuğunda; bitmez bir gecenin, başlamasa denen bir sabahın o ancak tek başına olunan ânında en derin sırlarınızı kendinize ve dolayısıyla dünyaya itiraf ederken, artık bir tanığınız vardır. Bir ruhdaşınız. İnsanlığın hikâyesini dinleyen ve aktaran Svetlana Aleksiyeviç benim için böyle bir tanık, böyle bir ruhdaş.
Svetlana Aleksiyeviç’in İkinci El Zaman kitabını okurken… Böyle bir cümle yok. Onunkiler okunan kitaplar değil. İçlerine yüzlerce insan sığışmış ve sığınmış. İlk andan itibaren Aleksiyeviç aracılığıyla bana konuşuyorlar. Okurun hissi işte bu. Sana sırlar emanet ediliyor. Resmî tarihin parlak zafer anlatılarından nasıl da farklı her şey. Üstelik kimi hikâyeler o âna kadar yaşayanı tarafından bile inkâr edilmiş. Ve işte ellerimin arasında. Neredeyse dokunabilirim bu insanlara. Hiç tanımadığım, hepsi de Sovyetlerin “kızıl insan”ından en vahşi hâliyle gelip çatan kapitalizmin kurbanlarına, bu hayat hikâyeleri bir yanıyla biricik, diğer yanıyla beni de kapsıyor. Hakikat, kocaman soyut bir kavram olmaktan çıkıp da sıradan insanın günlük hayatının orta yerinde bir anda ağzından dökülüverince, hepimiz birleşiveriyoruz. Çünkü anlatılan, dünyanın en kudretli ve en aciz varlığı, çelişkiler yumağı insanlığın ta kendisi.
İsveç Akademisi, 2015’te Aleksiyeviç’e Nobel Edebiyat Ödülü'nü verirken eserlerinin “zamanın acılarına ve yürekliliğine adanmış bir anıt, duyguların ve ruhun bir tarihi” olduğunu belirtmiş, sıra dışı bir sözlü tarih çalışması için yeni bir edebî tür yarattığını vurgulamıştı. Upuzun monologlar, onların içinden lotus çiçeği gibi açan farklı sesler, döneme ait belgeler, gazete haberleri... her şey bilmezden, duymazdan gelineni karşımıza getiriyor.
Roman gibi hayatlar ve hayat gibi romanlarla dolu Aleksiyeviç’in külliyatı. İkinci El Zaman'da, Gorbaçov’a darbe girişiminde bulunulan 19-21 Ağustos 1991’den 2012’ye kadarki bir zaman dilimine yayılan söyleşiler, her biri uçsuz bucaksız SSCB’nin farklı bir köşesinden, yaşlılardan gençlere, kadınlardan çocuklara bambaşka deneyimler biriktirmiş insanların büyük tarihle kesişen küçük hayatlarına ortak ediyor bizi.
Darbe günlerinin coşku ve korkusuna ilk elden katılan Aleksiyeviç, taraf olmanın yazarlıkla çelişen tehlikesini de paylaşıyor dürüstçe: “Barikat, sanatçı için tehlikelidir. Tuzaktır. Orada görüş bozulur, gözbebeği kısılır, dünya rengini kaybeder. Orada siyah beyazdır dünya. Orada insan ayırt edilmez olur, sadece kara bir nokta görünür –hedef. Hayatım boyunca barikatlardaydım, oradan ayrılmak isterdim. Yaşama sevincini öğrenmek. Normal görüşüme kavuşmak. Ama on binlerce insan yeniden sokaklara çıkıyor. El ele tutuşuyor. Ceketlerinde beyaz kurdeleler var. Dirilişin simgesi. Işığın. Ben de onlarla birlikteyim…”
Mesele şu ki Aleksiyeviç, sadece o darbe günlerinden başlayarak kendi kuşağının, farklı değerlere inananların, özgürlük talep edenlerin zamanını anlatmakla yetinmiyor. Barikattaki yerini bize açıkça söyledikten sonra, Afganistan’daki savaşı ve Çernobil nükleer felaketindeki devlet yalanlarını, her birinden yine ayrı kitaplar çıkaracak kadar derinlemesine öğrendiğinde artık fena hâlde sorgular olduğu SSCB Komünizmini anlamaya girişiyor. Kendisinin de içinde yetiştiği, dâhil olduğu komünist “bellek komşularına” veriyor sözü, şu “kızıl insanlara”: “Ben sıkıca bir fikre bağlananları, bu fikri koparılamayacak denli içine alanları aradım –devlet onların kozmosları olmuş, onların her şeyinin, hatta kendi hayatlarının yerini almıştı. Büyük tarihten çıkamıyor, onunla vedalaşamıyorlardı, başka türlü mutlu olamıyorlardı.”
İşte maharet burada. Yazar değil, insan olarak mahareti Aleksiyeviç’in. Tanınmış bir muhalif kimliğiyle yazdığı bütün o kalın kitapların on yıllara yayılan çalışma döneminde en büyük emeği komünizme ve Sovyetlere kayıtsız şartsız ömrünü vakfetmiş insanların güvenini kazanmak için harcadığını hissediyorum. “Benim son bir arzum var; gerçeği yazın. Ama benim gerçeğimi… Sizinkini değil. Böylece benim sesim kalsın” diyen 87 yaşındaki Komünist Parti üyesinden polit büro çalışanına, en uzak topraklarda unutulmuş yaşlı köylüden kayıp kuşak gencine, doktorundan mühendisine bir halk, anlayamadığı şeyleri sanki anlatırsa anlamlandırabilecek gibi konuşuyor. Devasa bir sayıklama…
Doksanına gelmiş bir komünistin çocukken kendi dayısını ihbar edişini anlatmasında olduğu gibi sistemden duydukları ama söyledikleri anda atomlarına kadar parçalanacakları için kendilerinden bile sakladıkları o tarifsiz acıları, hayal kırıklıklarını itiraf ediyorlar.
“Sonsuz miktarda insanî doğru var. Tarih sadece olgularla ilgilenir, duygular güverteye alınmaz. Onlar tarihe de alınmaz. Ben zaten dünyaya insancıl bakıyorum, tarihçi olarak değil. İnsan şaşırtıyor beni” diyor Aleksiyeviç ve âdeta bir kaleydoskop hayat getiriyor önümüze. Parçalar sürekli değişiyor, gerçekler de…
Gelelim benim gerçeklerime… Uzun zaman sonra ilk kez bir kitabı daha fazlasını alacak gücüm kalmadığı için yarısında bırakıyorum elimden. Dahası onu öyle bir yere kaldırmışım ki aylar sonra yeniden bakmak istediğimde rafların altını üstüne getirmem gerekiyor. İyi de onca ölümü, ihaneti, ihbarı, intiharı geçip de neresinde takıldım bu kitabın? Açıp buluyorum kaçtığım şeyi; yazar Maria Voyteşonok’un sürgün bir Polonyalı, bir osadnik olarak yeraltı kulübeleri ve bodrumlarda tarifsiz bir sefalet içinde geçen çocukluğunu okurken, “Kendi doğum günümü bilmiyorum… Yılını bile… Bana dair her şey yaklaşık” cümlesinde; kızkardeşiyle sipariş şalını verdikleri kadının paranın yanında bahçesinden çiçek kesip verdiği anda “Anlaşılıyor ki ekmek dışında…yemek dışında… bize bir buket çiçek de verilebilir” deyişinde kopuyor içimde bir şeyler. Bir de 24 yaşındaki topograf Olga V.’nin Abhazya’da doğmuş bir Rus olarak 92 yılındaki savaşta birlikte yaşadığı insanların bir anda Rus, Gürcü, Abhaz diye katliama hazır düşmanlara dönüşünü anlatışında dağılıyorum. “Abhaz geleneklerine göre masada misafirlerle geçirilen zaman yaşam süresinden sayılmaz çünkü insan şarap içip mutlu olmuştur. Peki, öldürerek geçirdiğin zaman neyden sayılır? Başkasına ateş ederken geçirdiğin… Ha, neyden? Şimdi sürekli ölümü düşünüyorum” deyişinde… Annesinin onu zorla Moskova’ya yollayışını, garlarda yatıp kalkışını anlatıp Aleksiyeviç’e “Teşekkürler… Benden korkmadığınız için. Diğerleri gibi gözünüzü kaçırmadığınız için. Dinlediğiniz için” dediğinde vuruluyorum. Delilik, kadınlık, katliam, aşk, sefalet ve ıstırapta.
Sonra okuyorum ama. Bütün o insanları, yeni dönemin boşluğuna düşmüş gençleri, terör saldırılarında, iç savaşlarda, protesto gösterilerinde ölen, örselenen gençleri, yeni canavar kapitalizmin ettiklerini okuyorum.
Hızımı alamıyorum. İlk kitabı Kadın Yok Savaşın Yüzünde’yi alıyorum bu kez de elime. II. Dünya Savaşı’nda Sovyet kahramanlarının zaferlerinin arasında sesi unutulmuş kadınlar var karşımda. Keskin nişancılar, piyadeler, cerrahlar, sıhhiyeciler, hemşireler, çamaşırcılar, kadın cerrahlar, pilotlar söz alıyor. “Mütemadiyen başka bir insana dönük büyük bir kulağa dönüşüyorum gitgide. Sesi ‘okuyorum’” diyor Aleksiyeviç, bugün artık alametifarikası sayılan o monologlar arasına giren farklı seslerle ve inanılmaz bir kurguyla örülmüş kadınların cephe hikâyeleri için. Yeni dilin ve kurgunun kaçınılmazlığını anlamamızı sağlıyor. “Kadınların hikâyeleri başka türlüdür, başka bir şeyi anlatır. ‘Kadın’ savaşının kendi renkleri, kokuları, ışıkları ve duygu evreni vardır. Kendi sözcükleri. Kahramanlara ve akla hayale gelmez yiğitliklere yer yoktur bu anlatılarda; insanlık dışı insan işleriyle meşgul insanlardan söz edilir sadece. Üstelik bu hikâyelerde yalnızca onlar (insanlar!) değil, toprak, kuşlar, ağaçlar da acı çeker. Bizimle birlikte yeryüzünde yaşayan kim varsa. Acıları kelimesizdir ki daha da ürperticidir bu.”
Resmî tarih savaşların mağlubiyet ve zaferlerini anlatadursun, Aleksiyeviç bütün o suskun kadınları dile getiriyor: cephenin, ölmenin, öldürmenin, nefret ve merhametin çıplak dünyasını. Aradan geçen yıllar içinde sansürlenen ya da kendisinin dâhil etmeye çekindiği bölümleri ve sansür heyetiyle konuşmalarını da katarak tabuları ifşa ediyor. Hayatlarının bir yanını cephelerde bırakmış bu kadınların cesaretine layık olarak…
Ukrayna’nın Stanislav şehrinde, Beyaz Rus baba ve Ukraynalı bir anneden dünyaya gelen Svetlana Aleksiyeviç, “Benim üç evim var. Belarus, toprağım, babamın vatanı, bütün ömrümü geçirdiğim yer. Ukrayna, annemin vatanı, doğduğum yer. Ve büyük Rus medeniyeti, kendimi onsuz hayal edemediğim… Benim için hepsi değerli. Sevgiden söz etmek ise, bizim çağımızda zor” dedi aidiyeti sorulduğunda. II. Dünya Savaşı’ndaki kadınları, çocukları, Sovyet-Afgan savaşını, Çernobil faciasını, SSCB dağılınca hayatına zemin bulamayıp intihar edenleri tanıttı dünyaya. Yakın tarihin en travmatik dönemlerine odaklanınca da elbette rejimin hışmına uğradı. 2000 yılında hakkında yasal kovuşturma başlatılması üzerine ülkesini terk eden, hayatının sonraki on yıllık kısmını, Paris, Göteborg ve Berlin gibi şehirlerde, siyasî sürgün olarak geçiren Aleksiyeviç ancak 2011’de ülkesine, Minsk şehrine dönebildi.
Şimdi elimde Çernobil Duası var. 26 Nisan 1986’da meydana gelen tarihin en feci nükleer reaktör kazasını doğrudan yaşayan insanların, halkın, itfaiye erlerinin, parti yöneticilerinin askerlerin sesi. En suskun katman bir kez daha muhatabını buluyor Aleksiyeviç’te. Söze dökülemez olanı anlatmaya girişiyor; kaydedilsin hakikat diye. “Neden bahsedeceğimi bilemiyorum; ölümden mi yoksa sevgiden mi? Yoksa bu ikisi aynı şeyler mi… Hangisinden bahsetmeli” diyen Lyudmila İgnatenko, yeni evli olduğu biricik aşkı itfaiye eri Vasiliy’nin iki hafta süren, kendisininse ömrüne mal olan ölümünü anlatıyor anbean. Daha önce hiç bilinmeyen sinsi bir düşmanın can alışını. Son âna kadar sevdiğinin yanından ayrılmayışını. Radyasyonun insana ettiklerini. Hamile hâliyle ödediği bedeli… Yine elimden bırakıyorum bir kitabı. Yine can evimden vurulduğum için.
Olsun varsın. Acıtsın ne yapalım. Ve bunca emeği, insan denen varlığa duyduğu sevgi, saygı, inanç ve heyecan için Svetlana Aleksiyeviç’e bir kez daha şükran duyuyorum. Okuması katlanılmaz olanı yaşayanları onurlandırdığı, bunca hikâyeyi sırtlandığı ve o yeni türle edebiyatı hayata bir kez daha yakın kıldığı için. Bir insanın anlatılmamış hikâyesinden daha sahici ne var? Üstelik bu bir davet aynı zamanda. O hiç tanımadığımız insanlar bizi ruhlarının dehlizinde dolaştırırken, bir an gözümüze bakıyorlar sanki. “Sahi, senin hikâyen ne” der gibi.
Anlatmaya başlıyorum.