Ağrıyan yerimizi daha çok hissetmek: Yuva

Emre Yeksan: Kendi yaşamımda hissettiğim sıkışmanın genişleyip bir ormanın içinde bile insana hayatı dar edeceği fikriyle geldi sanırım bu hikâye bana...

09 Mayıs 2019 09:00

Emre Yeksan'ın yazıp yönettiği, dünya prömiyerini 75. Venedik Film Festivali’nin Biennale College–Cinema bölümünde yapan Yuva, ormanda münzevi bir hayat sürdüren Veysel'e (Kutay Sandıkçı) ve onun yuvasından edilme hikâyesine odaklanıyor. Çekimleri İğneada’da yapılan film, Biennale College–Cinema’nın 2017/18 döneminde finanse etmeye layık bulduğu üç projeden biri olmakla birlikte, Türkiye’den bu programın desteğini alan ilk film olma özelliğini de taşıyor. Bu fonun önemli iki özelliği var: Dokuz ay gibi kısa bir sürede ve alınan fondan daha fazlasını harcamadan filmin çekilmesi gerekiyor. Bu yönüyle de heyecan verici bir proje olan Yuva, bir gönüllü yalnızlık hikâyesi. Hangi sebepten olduğunu bilmediğimiz bir “doğaya sığınma, onunla hemhâl olma” hikâyesiyle eşzamanlı bir yerinden edilme hikâyesi de aynı zamanda. İki yetişkin insanın kardeşliklerini yeniden keşfederken, doğanın da bu sürece müdâhil olduğu bir hikâye anlatmak için yola çıkan filmin arka planında birbirine pek de benzemeyen bu iki kardeşin, Veysel ve Hasan'ın (Eray Cezayirlioğlu) örtük gerilimi filmin önemli dinamiklerinden.

Emre Yeksan, bu kez izleyiciyi kelimenin tam anlamıyla Veysel'i takip eden, dışarıdan onu âdeta “dikizleyen” bir konuma oturtarak bizi zaten parçası olmadığımız bir dünyanın daha da yabancısı hâline getiriyor. Özellikle filmin ilk dakikalarında, bir süre sadece dalların, yaprakların arkasından ormanda günlük hayatını sürdüren Veysel'i izlemek, tüm o günlük yaşantıyı onun gözünden değil de bir avcı gibi onu izleyerek deneyimlemek, bugünün politik ve sosyal ortamında tam da böyle dikizleniyormuş gibi hisseden insanın içine bir kaygı salıyor. Yönetmen, hikâyenin bir noktasında, ilk filmi Körfez’den de aşina olduğumuz şekilde gerçeklikte bir kırılma yaratıyor. Bir anda Veysel'in ormandaki sıradan gibi görünen hayatı hem dış saldırılar hem de açığa çıkan gerçeküstü ögelerle bilinmedik bir yöne doğru direksiyon kırıyor. 

Yuva, konusu itibariyle üzerine uzun uzun düşünülebilecek, filmin içindeki her ögenin ayrı ayrı analizine imkân veren bir film olmakla birlikte, sinematografik açıdan da önemli bir başarıya erişmiş. Filmin ilginç yapım süreci, gerisindeki politik atmosferi, mekânın filmlerindeki yeri ve gelecek projeleri üzerine Emre Yeksan ile sohbet ettik.

İki filmini de izlemiş olan herkesin ilk düşüneceği sorulardan biriyle başlamak istiyorum. En son K24’te Ayhan Geçgin’in Bir Dava’sı üzerine de bir yazını yayınladık; orada da mekân duygusunun üzerinde duruyor ve hatta Geçgin'in karakterini mekânla ilişkisi üzerinden de okuyordun.[1] Yine Körfez’den Yuva’ya da bu konuyu, farklı bir şekilde de olsa taşıdığını görüyoruz. Senin için ”ev”, “yuva” ne ifade ediyor ve özellikle sineman açısından kendine nasıl bir yer bulmaya devam edecek bu kavramlar?

Yuva’yı temelde bir mekândan ziyade bir duygu olarak görüyorum, anlamlandırıyorum galiba. Aslında hem bireyin yaşadığı mekânla olan ilişkisi hem de bireyler olarak o mekânla birlikte kurulan ilişki olarak alıyorum. Dolayısıyla iki kardeşi kardeş yapan şey aynı evle, yani aynı mekânla kurdukları ilişki mi? Aynı yuva duygusu mu, kandan ve bilumum toplumsallıktan öte, aslında bir duygudaşlıkla mı gerçekten oluşuyor o kardeşlik dediğimiz şey? Bende hep bir mesele bu ev, yuva konusu. Galiba “Türkiye evlatlarına kendisinden başka bir şeyle meşgul olmak imkânını vermiyor” cümlesine de gidiyor her seferinde. Biz yuvayla hep dertliyiz yani. Kimisi laiklikle, bir diğeri kentsel yıkımlarla, Kürtler dille dertli örneğin. Ülkede herkes başka bir şeye dertli olsa da herkes yaşadığı yerin ve yaşadığı yerle kurduğu ilişkinin üzerinden burayla dertli. Türkiye özelinde bir durum mu bilmiyorum. Tabii ki dünyanın pek çok başka yerinde de olan bir şey. Ama özellikle sanırım kendimizi olduğumuz yerde rahat hissetmediğimizde, o yuva duygusu dediğimiz şeyi kaybettiğimizde, o duygu bize kaybettirildiğinde ister istemez bir soruna dönüşüyor bu. İster istemez kendini hissettiren bir şeye, ağrıyan yerimizi daha çok hissetmek gibi bir şeye dönüşüyor.

Babaannem yaşlandığında, hafızası karışmaya başladığı bir dönemde, hep eve gitmek istiyordu örneğin. Ama 40 yıldır yaşadığı yerde yaşıyordu. Bir süre anlayamadık. Aslında Balkan göçmeni. Oraya mı gitmek yani, diye soruyoruz ama hayır orası da değil. Yani tarif edemediği bir ev var. Olan şey, muhtemelen bütün geçmişi karıştırmaya başlamasının, bütün o karışıklığın içinde artık kendisini bir yerde rahat hissedememe, evim, yuvam duygusunu yaşayamama hâlinin bir sonucuydu. Ev konusu biraz da oradan, onun o duygusundan, o kaybolma hâlinden anlamlandırmaya çalıştığım bir şey oldu. Yazdığım şeylerde çok temel bir yerde duruyor. Ayhan Geçgin romanlarıyla da buradan ilişki kuruyorum. Çünkü onun karakterleri de farklı bir perspektiften de olsa, hep evle derdi olan, o evi kurmaya ya da yıkmaya çalışan, boşluğuyla boğuşan bir yerden hareket hâlindeler. Bana bu yüzden çok tanıdık gelen bir şey var karakterlerinde ve romanlarında.

Bu kez Yuva filminde o ev olan ya da olamayan mekân ormandı. Bu hikâye sana nasıl geldi? Körfez için İzmir’e gittiğinde, filmin, oradan gelen kokudan ve o kokunun seni götürdüğü yerden çıkan bir hikâye olduğundan söz etmiştin. Yuva’nın çıkış noktası ne oldu?

Körfez’le ilgili şimdi konuşurken aklıma gelen bir şey oldu. Selim’e ev duygusunu tekrar veren şey o kokunun kendisiydi belki de. Bu kötü bir koku da olsa, o hatırlama hâli ister istemez ev duygusunun tekrar canlanmasına, artık kendini yabancı hissettiği o şehirde, parçası hissetmediği o dünyada belki tekrar mekânın yeniden bir parçası hissetmesini sağlıyordu. Yuva’da ise aslında bir karakterin bilinçli olarak bir evi, yuvayı terk edip kendisine yeni bir evi inşa etme, bunu da, doğa dediğimiz o uçsuz bucaksız ve zor, insana korku veren yerin içine sığınarak yapma arzusu, fikri vardı. Bu, biraz ben şehirden uzaklaşıp doğada vakit geçirmeyi, inziva duygusunu, tek başına uzun süreler bir yerlerde kalmayı sevmeye başladıkça, 30’lu yaşlarımdan itibaren, gelişen bir şey oldu bende. Yeni bir mekâna, o yaşıma kadar aslında çok da ilişki kurmadığım bir mekâna dair yeni bir ilişki kurma çabası olarak da görüyordum o yalnızlığa dair olan pozitif duygumu, merakımı. Sanırım oradan çıktı Veysel karakteri. Ve son aşamada da aslında doğanın ona belki önüne çıkardığı üçüncü bir yuva olması fikrinden. Belki de gerçekten bu film özelinde yuva diyebileceğimiz yer orası. Çünkü yuva kelimesinin sevdiğim kısmı evden farklı olarak, ilk anlamda da bir hayvanın evi olması. Hem çok da kullanıyoruz, yuvam, sıcak yuva, yuva gibi... Dolayısıyla, burada da birazcık doğanın ona açtığı, en son kardeşi Hasan’ın da girdiği o yuva fikriyle aslında üç katman vardı. Terk edilen, yeniden inşa edilen ve karşılaşılan yuvalardı.

Bu soru daha önce de gelmiştir, gelmeye de devam edecektir. Filmin politik arka planından söz edelim mi biraz? Bir taraftan ormanın içindeyiz ama birçoğumuzun aşina olduğu hâliyle göz yaşartıcı gaz fırlatan birtakım kuvvetler var. Bu kötü adamlar, yuvayı yıkmaya çalışan kişiler, ne anlam ifade ediyor hem senin hem de film için?

Hikâyeyi ilk yazmaya başladığım dönemler 2013 Mayıs ayıydı. On sayfalık bir taslak öykü olarak yazdığım bu dönem, Gezi’nin hemen öncesi yani. Sezgisel olarak çarpışmanın geldiği, evimizde rahat hissetmeme hâlinin çok baskın olduğu bir andı. Belki Gezi bir ay önce olsaydı, yazamayabilirdim bu hikâyeyi. Çünkü gerçekten o mayısta kendimi artık evimde hissetmemi engelleyecek her şey vardı etrafımda. Dolayısıyla, birazcık öyle bir yerden çıktı diyebilirim. Ev hissinin, artık şehirde özellikle bir tehdite dönüşmüş olması, kendi evinde sürekli tehdit altında olma duygusu, o inşaatın ve sermayenin sürekli büyüyen ve sevdiğimiz her şeyi yutan bir makine görüntüsü… Aynı zamanda 1 Mayıs’ta sokakları yaşarken artık yaşayamama hâlimiz. Diğer tarafından da inzivaya gidişlerimle birleşen bir hikâyeydi. İzmir’e ya da köye gidip biraz dağda kalıp vakit geçirdiğimde, bu bana iyi geliyordu. Ama “bir süre sonra artık burada da rahat ettirmeyecekler muhtemelen” duygusunu taşıyordum. Yani şehirden buralara doğru kaçıyoruz, ama saldırı öyle bir büyüyor ki biz bir şekilde bununla mücadele etmezsek buralarda da artık kendimizi evimizde hissedemeyeceğiz, kaçacak yerimiz kalmayacak korkusuydu. Biraz öyle bir yerden çıktı herhalde. O inzivadaki karakterin, yıllardır orada yaşayan, neredeyse ailesi tarafından da öyle kabullenilmiş bir karakterin artık orada da bir rahat bulamaması, sıkıştırılması, yaşadığı yerin ona dar edilmesi hissiydi. Kendi yaşamımda hissettiğim sıkışmanın genişleyip bir ormanın içinde bile insana hayatı dar edeceği fikriyle geldi.

Sanırım kaçmanın çözüm olmayacağı fikrini ikinci filminde de görmüş oluyoruz böylece. İlkinde Selim İstanbul’dan İzmir’e taşınıyor ve bir tür dünyanın sonu deneyimi yaşıyor; burada da Veysel ormana sığınıyor ve yine rahat bırakılmıyor. Bunun arkasında, kaçtığımızda da kurtulamayacağız fikri mi var?  

Belki meta düzeyde benim için bu var, evet. Veysel karakterinin oraya gidiş nedenini hep kapalı tutmayı tercih ettim. Bir şeyin sonucu olarak gitmiş olabilir ya da bir arayışla oraya gitmiş olabilir. İkisi de bence mümkün. Bu anlamda, bu film özelinde, önemli değil niye orada olduğu. Önemli olan, olduğu yerde artık olamaması. Onu orada oldurmayan bir şey olması. Ama tabii ki etrafımızdaki ormana kaçalımcılık, türlü çeşit ezoterik deneyimden tutun da şehir hayatını terk etme çabaları da etkiliydi… Bunlar bir yandan çok haklı ve çok anlaşılır çabalar ama çözüm olmuyor. Belki küçük hayatımızda birkaç senemize huzur sağlayabilir ama belki de daha büyük bir yıkımın engellenmesini de öteleyebilir. Veysel belki o mücadelenin parçası değildi şehirde ama en azından kendi olduğu alanda, ormanda bir şeyler yapmaya çalışıyor. Ağaçlardaki çarpı işaretlerini silerek küçük de olsa orayı olduğu biçimde tutmaya çabalıyor. Bu küçük bir direniş onun açısından. Biz de olduğumuz yerde küçük de olsa bunu yapmalıyız, o çarpı işaretlerini silmeliyiz.

Biraz da filmin çekim aşamasından, çekim sürecinden söz edelim istiyorum. Hem kısa sürede hem de sadece mikro bir fonla çekilmesi zorunluluğu seni ve ekibi nasıl sınırlandırdı, diğer yandan da size nasıl imkânlar sağladı? Artıları eksileri ne oldu, ortaya çıkan sonuca baktığınızda?

Bu hikâye kâğıda dökülmeye başladığında, Anna Maria’nın (Aslanoğlu) yapımcı olacağı ve Kutay’ın (Sandıkçı) başrolde olacağı en baştan belliydi. Hatta Kutay’la senaryoyu da birlikte çalıştık bir dönem. Daha o zamandan bizim için belliydi küçük bütçeli bir film olacağı. Yani bunu büyütürsek filmin duygusu kaçar, bunu büyütmek projenin kendisine ihanet olur gibi bir fikrimiz hep vardı. Ne küçüklükte bir bütçeyle ne kadar hızlı olacağı ayrı bir tartışmaydı elbette ama neticede bence bütçede bir sıkıntı yoktu. 150 bin euro, biz tabii yükselmesinden önce kullanmış olduk o parayı ama, Türkiye şartlarında birtakım imkânların sağlanabileceği bir para. Sinema için hâlâ küçük ama bizim için bize yetecek imkânları sağlayabildiğimiz bir bütçeydi. Benim için esas zorlayıcı olan şey zamandı. Ben biraz daha geniş zamanda çalışabilen bir insanım. Neyse ki proje 2013’ten itibaren hep Körfez’in yanında ilerleyen paralel bir projeydi. Tamamen yazdık, kenara koyduk, beş sene sonra geri aldık gibi bir şey değildi. Tekrar dönüp ara ara baktığımız, hatta bize nefes aldıran bir şeydi. Bazen insan tıkanıyor bir şey çalışırken. Körfez’de tıkandığımız zamanlar dönüp bir Yuva’ya bakalım da havamız değişsin diyorduk. Dolayısıyla, o bana birazcık güven veriyordu. Yoksa o an ilk kez yazdığım bir şey kazansaydı fonu, muhtemelen böyle olmazdı. O yıllar içinde, projenin en azından kafamızda gelişmiş olması bir avantajdı. Yine de fiziksel olarak, fonu aldıktan ve senaryoyu oluşturduktan sonra, ocaktan mayıs ayına kadar geçen beş ay çekim gerçekten zorlayıcıydı. Bu zorluk tabii ki bir sürü şeye yol açmıştır ama diğer taraftan da verilen birtakım hızlı kararların çok farklı yollar açtığını da görüyorum. Filmin final sahnesi örneğin, dans sahnesi için birkaç tane mekân fikrimiz vardı. Onları çözemedik o sırada, zamansızlıktan aslında, finansal bir şey de değildi. Sonra birden görüntü yönetmeninin aklına yapay orman fikri geldi. Sonra ben de biraz baktım, okudum üstüne. O sondaki yapay orman da bambaşka bir anlam kattı böylece. Geçenlerde de yapay ormanların ne kadar arttığı, bunun doğal ormanı karşılamadığı ama bu çabanın neye karşılık gelebileceği, yine de ne kadar değerli olabileceğine dair bir makale okudum. Bu sahneye şimdi tekrar dönüp baktığımda, bu tercihimiz çok anlamlı geliyor örneğin. Bazen içinde bulunduğumuz çıkmazlar, o an tahmin etmediğimiz ama bizi de açan, hoşumuza giden sonuçlara yol açabiliyor.

Körfez için de benzer bir durum söz konusuydu, Yuva için de geçerli bu. 2017'de gösterime giren Körfez'in fikrinin seneler önce şekillenmeye başladığını biliyoruz. Yuva'da da beş sene önceki bir fikrin, 10 sayfalık bir taslağın filme dönüştüğünü görüyoruz. Sanki bir çantan var da oradan çıkarıp bu projeleri hayata geçiriyorsun gibi. Başka ne projeler var, Emre Yeksan’ın heybesinden çıkmayı bekleyen?

Aslında bu ikisinden de önce yazılmış bir proje var ama onu hâlâ bekleteceğiz gibi görünüyor. Onu finanse etmeye çalıştık Körfez’den önce ama olmaması iyi olmuş. Belki aralarında bütçe olarak en büyük, şu an yazmaya çalıştığım şeylere göre yapısal anlamda zorlayıcı tarafları olan bir proje bu. Politik nedenlerle yapamamıştık aslında. Bakanlıktan destek alamadık o dönem. Belki onu tekrar ele alırız. Onun dışında da seneler içinde beş on sayfalık taslaklar olarak yazılmış, kenara notlar aldığım fikirler var ama şu an yeni bir şeye başlıyorum. Bu biraz daha vakit alacak muhtemelen. Ama içeriğine baktığımda, ne üzerine çalıştığıma baktığımda, yine aynı meselelere giden, belki tek farklı tarafı, iki insanın arasındaki duyguya, ilişkiye dair daha fazla şey içerecek. O iki insanın arasındaki ilişkiyle mekânı da bağlayan, o mekânla kurulan ilişkiye de giden bir hikâye üzerinde çalışıyorum. Gene galiba benzer sularda dönecek.

Sanırım Körfez’de ve Yuva’da olduğu kadar mekânın ön planda olduğu bir hikâye olmayacak ama bu?

Evet, bu kez iki ana karakterin arasında olanlar daha belirleyici olacak. Aslında Yuva’nın da ormanda geçen bir hikâye olarak yazılmadığı, hatta Yuva’nın değil de başka bir hikâyenin iki kardeşi merkeze alan bir versiyonu vardı örneğin. Çok daha kardeşlerin arasındaki ilişkiye odaklanan bir şeydi. O sonra orman fikriyle Yuva’ya dönüştü. Dönüşebiliyor da yani, hiç belli olmaz.

Bir anda mekân yine başrole geçebilir yani. Son olarak, biraz da senaryo yazarlığı ve yönetmenlik süreçlerinden söz etmek istiyorum. Hem film sonrası soru cevaplarda hem de başka söyleşilerinde yazma sürecinden çok başka tutkuyla bahsettiğini fark ettim. Senin için bir filmin en heyecan verici kısmı hangisi oluyor, yazmak mı yönetmek mi?

Her an değişen bir cevabı var bunun. Yazmak yapmaya çok daha erken başladığım bir şey hayatta. Yönetmenlik deneyimim çok yakın zamanda olan bir şey. Yapımcılıktan daha farklı bir deneyim. Dolayısıyla film üretiminin içinde olmakla da sadece açıklayamıyorum. Yazmak ortaokul yıllarımdan itibaren yaptığım bir şeydi. Bana iyi gelen bir şeydi. Yazmayı seven biriydim, edebiyatı çok seven biriyim. Hatta bana hep, sinema sanki edebiyat olmaya çalışan bir sanat gibi gelir, edebiyatın yüksekliğine ulaşmaya çalışan bir sanat gibi. Bu onu kötüleştiren değil tam da iyi yapan şey. Bir taraftan edebiyatın sahip olmadığı bir sürü şeye de sahip. Görsel-işitsel keskinliğe sahip. Edebiyat bana her zaman kurgusal üretimin en üst seviyesi gibi gelir. Dolayısıyla, bu senaryo da olsa -biraz daha teknik bir şeyle uğraşıyoruz sonuçta- uygulamaya yönelik bir taslak yazımı da olsa, yine de daha edebî bir süreç. Oradaki o edebiyat hissi. Bugün film sonrası soru cevaplarda da anlattım, köpeğin öldürülme sahnesini yazarken duyduğum heyecan gibi. Bazen öyle anlar oluyor ki, ne yazacağımızı bilmeden oturup başına bir anda çıkan şeyden kendimiz de etkilenerek, kendimiz de ona şaşırarak yazıyoruz. O deneyimler bana çok güçlü geliyor.

Projenin ilk çıkış ânı olmasının da etkisi var sanırım.

Evet, orada gerçekten bir doğum etkisi var. İnsanı da şaşırtan, “ne oldu şimdi” dedirten bir an. Yönetmenliğe bakarsak, o çok daha organizasyonel. Ben yönetmenliği filme dâhil olan bütün kişilerin, filmin parçası olan bütün insanların yaratıcı enerjisini damıtma işi gibi görüyorum. Dolayısıyla görüntü yönetmeninin, yapımcının, kurgucunun, sette olan herkesin... Biraz da öyle yaşamaya çalışıyoruz setleri, fikirlerin ifade edilebildiği, üzerine düşünülebilen forumsal bir alan olarak. Orada yine bir yaratım süreci var, ama çok daha kolektif ve kontrol isteyen, zaman sınırlaması, imkân sınırlaması olan bir şey. Belki öyle bir kıyasla yazmada, hayal gücünü sınırlamama ya da en azından sınırlamak zorunda -en azından prodüksiyon düşünmüyorsak o sırada- olmama hâli daha keyif verici olabiliyor. Senaryonun sonraki aşamaları da daha teknik bir süreç örneğin. Biz yedi sekiz versiyon çalışıyoruz senaryoları hep. Bu artık gerçekten o ilk anda çıkan fazla duygusal ve eciş bücüş şeyi sinemasallaştırmaya çalışmak, daha okunabilir bir hâle getirmek oluyor ki o süreçte yönetmenliğe daha yakın bir hâli oluyor senaryo yazımının. Esas hikâyenin ilk çıkış ânındaki yükselmelerin tadı kalıyor. Yoksa senaryo yazım sürecinin de sonrası hep ciddi bir emek ve mesai.

 

[1] https://t24.com.tr/k24/yazi/tekinsiz-vadi-de-bir-dava,2252