'68 Hareketi'nin eksik romanı

Bugün hâlâ düşünce hayatı diye bir şey var olacaksa, fikir geliştirmeye devam edilecekse, "gerçekliğin diktatörlüğü"ne boyun eğmemek, '68 sloganına sadık kalmak gerekecektir: İmkânsızı iste!

17 Mayıs 2018 14:12

“Gerçekçi ol imkânsızı iste!”

'68 Hareketi'ni en iyi temsil eden, en güzel sloganlardan biriydi bu oxymore. '68 gençliğinin özelliğini, bugünkü gençlerden farkını özetliyordu bu formül. Harekete katılanlar başka bir şeyin, başka bir yaşam tarzının mümkün olduğu düşünüyordu. Bunun ne ve nasıl bir şey olduğunu ifade edemiyor, ancak var olduğunu, aranabilir, yaratılabilir, erişilebilir olduğunu umuyorlardı. Hareket ona yönelikti. “Bugünkü gençlik ise o başka şeyin mümkün olduğunu düşünmüyor. Özlemiyor. Çok daha muhafazakâr “ (Alain Badiou, France Inter, Boumerang, 30 Nisan 2018). Senelerdir ona (liberal) ekonomik mantığın önceliği, kamu hizmetine artık güvenilmeyeceği anlatılıyor. Nesiller arası dayanışmaya, kamu desteğine, devlet sübvansiyonlarına artık sırtını dayayamayacağı, “muhteşem otuzlu yılların” sonuna gelinmiş olduğu söyleniyor. 

Bugünkü gençliği rüyasız, hayalsiz, “ gerçekçi” yaşamlara davet ya da mahkum eden bir söylem bu. “Gerçeğin diktatörlüğü” diyor Badiou: “Başka bir seçenek yok, başka bir çözüm yok!” 70’lerin sonundan itibaren bugüne kadar Fransa’nın ve özellikle gençliğin üstüne çökmüş olan duygu bu. (Türkiye ise 2013’te, Gezi’de tam da bu rüya ve ütopyayla alev almadı mı? Avrupa gençlerini iki nesildir ütopyadan, ideallerden caydırmış olan mantık Türkiye’ye pek de sirayet etmemiş olmalı!?)

'68 Hareketi sağ yazarların, siyasetçilerin, Sarkozy’lerin manipülatör ithamlarına, “kaçınılmaz gerçek”e boyun eğme çağrılarına, eleştirilerine, alaylarına hedef oldu. Sağ cenahın suçlamalarına, '68’de Maocu iken sonradan otoritenin ve hiyerarşilerin aşınmasından şikâyet eden eski sol yazar ve entelektüellerin de katılmasıyla bu romantik, şiirsel, kutlamayı, eğlenmeyi seven, mizahı kuvvetli, son derece yaratıcı, özgürlükçü hareketin yansımaları, aurası aşındırılmak istendi. Peki başarılabildi mi? '68 hareketine ve sonuçlarına o zaman ve bugün yöneltilen suçlamalar neler? '68’in kalıcı etkileri nasıl değerlendirilebilir?

'68, şiddete başvuran, sekter bir hareket olmakla suçlandı. Oysa pek az siyasîleşmiş bir hareketti. Evet hareketin liderleri Mao, Lenin, Che Guevara hayranları idiler, ancak hiçbir zaman iktidarı hedeflemediler. '68 baharının rengini belirleyen, daha ziyade itirazcı, özgürlükçü, yaratıcı, istihzası kuvvetli, muhayyilesi geniş, sevinçli, umursamaz, bayram etmeyi seven bir ruhtu. Barışçıydı. Bu hareket bir ihtilal değildi, Fransa’nın geleneksel ahlak, düşünce ve davranış kalıplarını sarsan, kadın erkek ilişkileri etrafındaki cendereyi gevşeten, işçi çalışma şartlarına reform getirilmesini isteyen, yaşam tarzlarıyla ilgili kültürel bir devrimdi. Kökenlerini, yeni fikirlerle kaynayan 19'uncu yüzyılın ikinci yarısından itibaren gelişen “tüm insanlığın özgürleşmesi” ideallerinde aramak mümkün. 

Unutmayalım ki, 1960’larda Fransız toplumu tutucu, gelenekçi, hiyerarşik, hayli kemikleşmiş bir düzen içinde yaşıyor. Türkiye elitlerinin o yıllarda Sartre, Beauvoir, Camus aracılığıyla “tanıdıkları” Fransa zannettikleri gibi özgür cinsel ilişkilerin hüküm sürdüğü, resmî sözleşmelerle değil de arzuya bağlı evliliklerin genelleşmiş olduğu bir ülke olmaktan uzaktı. Fransa o sırada hâlâ evin erkeğinin “aile şefi” olduğu, kadınların çek imzalama hakkına sahip olmadığı, banka hesabı açmak için koca izni gereken bir ülkeydi. Kadınların bu haklara sahip olmaları için 1965’i beklemek gerekiyordu. Topluma yansımaları için de '68 hareketini… Kadınların özgürce koruyucu hap kullanma haklarının yasallaşması 1967’yi buldu. Çocuk aldırma, kürtaj hakkı '68 sonrasındaki mücadeleler sonucunda, 1974’de Simone Veil Kanunu’yla yasallaştı. Hamile kalma olasılığının tehdit etmediği bir cinsellik çağı o zaman açıldı. Bu hakların elde edilmesinde '68 hareketinin etkisi belirleyici oldu. Aşırı sağın ısrarlı hamlelerine rağmen, bu haklara toplumca sahip çıkılmasında ve geri dönüşü olmayan bir şekilde yerleşmelerinde '68 hassasiyeti belirleyici oldu.

'68 hassasiyetinin kadın erkek arası hiyerarşiyi sorgulamasıyla aile içindeki ve nesiller arasındaki muhafazakâr, dikey ilişkileri de sarsmış olmasına şaşırmamak gerek. Oysa bir başka suçlama da '68’in aile kurumunu zayıflatmış olduğu iddiasıdır. Fransa’nın tüm sınıflarına hâkim patriarkal aile düzeninin çözülmeye başlamasına yalnızca '68 hareketinin sebep olduğunu düşünmek tabii ki yanlış olur. Sekülerleşme ve individüalizm (ferdîlesme) gibi toplumu uzun dönemde derinden değiştirmekte olan eğilimleri bir yana bıraksak dahi '68 hareketine gelinceye kadar, meselâ “çocuk”un statüsünün değişmesinden sorumlu çok daha etkin söylemler hâkimdi 60’ların Fransa’sında. ('68’e yöneltilen suçlamalardan biri de aileye “kral çocuk” hükmünü dayatmış olması) Bunlardan biri de Sigmund Freud’un çocukluk çağı deneyimlerinin yaşam boyu etkisi hakkındaki teorileriydi.  

'68’in hiyerarşileri aşındırmaya katkıda bulunduğu, kişisel özgürleşme süreçlerini perçinlemiş ve hızlandırmış olduğuna şüphe yok. Artık aile sofrasında yalnızca soru sorulduğunda konuşma hakkı olan biri değil masadaki; keşke ebeveynini soru yağmuruna tutsa, merakını ifade etse diye gözünün içine bakılan bir çocuk orada oturan. Masadaki anne baba ise “kaza” bir hamileliğin mecbur ettiği, ya da aileler arası olası bir ortaklığı perçinleme uğruna planlanmış evlilik partnerleri değil, birbirlerini duygusal, duyusal eğilimleriyle seçmiş olduklarını varsayabileceğimiz fertler... her ne kadar zaman içinde eğilimleri değişmiş olsa bile.

“Hepimiz Alman Yahudi’siyiz!”

'68 Hareketi'ni en iyi tanımlayan sloganlarından biri de bu haykırıştı. Hareketi yürüten gençlerin çoğunluğu II. Dünya Savaşı’nın hemen sonrasında doğmuş nesildendi. Doğal yönelimleri kozmopolit olmak, kendilerini dünya yurttaşı addetmekti. Avrupa Birliği'nden evvel “Avrupalı”ydılar. Avrupa Birliği’ne götüren eğilimleri yalnızca ekonomi ve siyasetle sınırlamak çok doğru olmaz. '68’cilerin yaydığı değerleri, özlemleri, barışık, eşitlikçi bir dünya varsayımından hareket etmeleri AB’yi gerekli kılan hassasiyetler, mantıklar arasında sayılmalıdır. Oysa '68 Hareketi'nin bu değerleri savunması sağ cenahta olayın “gayrimillî”likle suçlanmasına sebep olmuştu. 

Unutmamak gerekir ki, '68 Hareketi Fransa’nın tanıdığı en büyük işçi grevine yol açtı ve bu grev neticesinde asgari ücret %30 arttırılırken, diğer ücretlere de %10 zam getirildi. Çalışma şartları sorgulandı ama önemli bir konu olarak addedilemedi, sadece satın alma gücünün artmasını hedefledi sendikalar. Ne işçilerin katılması ne de Fransa’yı felce uğratan büyük grevler '68 olaylarının Fransız Komünist Partisi tarafından “ayrıcalıklı küçük burjuva entellere” mal edilmesini, geçici bir “kapris” olarak suçlanmasını engellemedi. İşçiler için çalışma koşullarının değişmesini de pek getiremedi. Kamera karşısında, çalıştığı işyeri hakkında “hayır hayır oraya geri dönmek istemiyorum, oranın nasıl bir cehennem olduğunu bilmiyorsunuz, hayır dönemem...” diye canhıraş haykıran genç kadın grevci işçinin umutsuz isyanı '68’in en etkileyici görüntülerinden biri olarak belleklerde yer etti.

Suçlama söylemlerini saymak, '68 ideallerini yalanlamaya devam etmek, “gerçekliğin diktatörlüğünü” kabul etmek, dünyanın emrettiği objektif kurallara boyun eğmek tabii mümkün. '68’i izleyen yıllarda bu yapılmadı değil. Hatta '68’liler kendileriyle alay etmekte kimseye pabuç bırakmadılar. O neslin ünlü karikatürcülerinden Wolinski olaylardan 10 yıl kadar sonraki bir deseninde ceket/yelek/üç parça takım elbiseli, “attaché case”li, iş kıyafetli, küçük bir çocuğa, elini tuttuğu, uzun saçlı, pejmürde kılıklı, depresif hâlli babasına “unut bunları babacığım artık geçti” dedirtir. Roller tersine dönmüştür. Realist olan, düzenle uyumlu davranabilen çocuktur, yani yeni nesildir. Baba hâlâ eski hülyalarından vazgeçmeyip yenik düşmüştür.  Wolinski ise 7 Ocak 2015’de, Charlie Hebdo saldırısı esnasında öldürülecektir.

Ve seksenindeki felsefeci Alain Badiou hatırlatıyor: bugün hâlâ düşünce hayatı diye bir şey var olacaksa, fikir geliştirmeye devam edilecekse ve karşılaşmaları (encounter) engellemeyen hayatlar yaşanacaksa, “gerçekliğin diktatörlüğü “ne boyun eğmemek, '68 sloganına sadık kalmak gerekecektir: İmkânsızı iste!