Hasan Cemal

15 Ocak 2021

Trampet sesleri... Pat pat kaz adımları... Naziler mi?..

Batı demokrasisi yaşamakta olduğu "orta yaş krizi"ni aşabilecek mi?..

Günlüğüm sayfaları arasında dolaşıyorum.
Viyana, 9 Şubat 2019
Sokağın adını görünce hemen saptım,
etrafa bakına bakına yürümeye başladım.
Karl-Popper-Strasse...
Popper'in Açık Toplum ve Düşmanları
kitabı ve de Popper'le Wittgenstein'ın
Cambridge Üniversitesi'ndeki kavgası
aklıma geliyor.

Tarih, 25 Ekim 1946.
İkinci Dünya Savaşı yeni bitmiş.
Yirminci yüzyıla damgalarını vuran
Avusturyalı iki büyük filozof,
Wittgenstein'la Popper, Cambridge
Üniversitesi'ndeki bir bilim
kulübünde karşı karşıya gelirler.
1930'larda Hitler cehenneminden
kaçıp İngiltere'ye sığınmış ikisi de.
Tartışmayı yöneten bir başka büyük filozof,
Bertrand Russell şöyle der:

Wittgenstein, zeki insanlarla konuşarak
aklını orospulaştırdığını söyledi.
Ben de ona deli olduğunu söyledim.
O da bana, Allah beni aklı başında
olmaktan koruyor diye
yanıt verdi. Eminim, en geç Şubat ayı
içinde intihar edecek Wittgenstein...

Bertrand Russell

Tartışma sorularından biri şu:
Filozoflar siyasetle uğraşmalı mı?
Bu soruya Russell'la Popper'ın yanıtı
evet olur. Wittgenstein aynı kanıda değildir.
Ayrıca Popper'la felsefeye bakış açıları
farklıdır. Popper, felsefenin daha ciddiye
alınmasını savunur.

Karl Popper

Wittgenstein ise felsefede gerçek
problemlerin değil, sadece dile ilişkin
bilmecelerin varlığından söz eder.
Fikir savaşları içinde yaşayan
iki filozof da birbirini
felsefenin düşmanları olarak görür.

Ludwig Wittgenstein

Viyana sokaklarında avare avare
yürüyorum. Mahler'in 5. Senfonisi
kulağıma çalınıyor. Bir köşede
Mozart'la burun buruna geliyorum.
Freud'un, Klimt'le Schiele'nin ruhları
volta atıyor.
Şakır şakır yağmur. Otel odama
sığınıyorum. Dışarıdan sesler...
Pencereyi açıyorum:
Trampet sesleri...
Pat pat adımlar... Kaz adımları...
Hepsinin ellerinde birer bayrak,
tek tip giyinmiş bir kalabalık...
Sloganlar atarak bando mızıka
pat pat kaz adımlarıyla
otelin önünden geçip gidiyorlar.
Resepsiyona soruyorum
kim bunlar diye, yanıt kayıtsız
bir ses tonuyla geliyor:

Neo-Naziler...
Her hafta hükümeti
protesto yürüyüşü yaparlar,
Başbakanlığın önünde
bağırıp çağırıp dağılırlar.

İçim daralıyor.

Günlüğüm sayfaları arasında dolaşıyorum
İstanbul, 23 Eylül 2018

Hiçbir şey sonsuza kadar sürmez.
Demokrasi de gün gelecek
tarihin sayfaları arasına gömülecek.
Güçler ayrılığı, yargı bağımsızlığı,
özgür medya demek olan
liberal demokrasi bugün
orta yaş krizini yaşıyor,
perişan halde. Demokrasiye
daha iyi bir alternatif var mı?
Churhill 1947'de, "Demokrasi en kötü
yönetim biçimidir" der, ama hemen
arkasından,"Bugüne kadar denenmiş
bütün yönetim şekilleri hariç olmak
şartıyla..." diye ekler.
Batı demokrasisi yaşamakta olduğu
"orta yaş krizi"ni aşacak!

Bu satırlar benim değil, elimin altındaki
bir kitaptan aldım. Adı, Demokrasi Nasıl
Sona Eriyor (How Democracy Ends).
Yazarı, David Runciman,
Cambridge Üniversitesi'nden
bir siyaset bilimi profesörü.

Askeri darbelerin artık geçmişte
kaldığının altını çiziyor.
Askeri darbelerin yerini,
günümüzde seçim sandığından
çıkan sivil darbelerin aldığına
işaret ediyor.
Verdiği örnekler arasında
Türkiye'yle Erdoğan da var.
Kitapta uzun uzun demokrasiye dair
alternatifler anlatılıyor, tartışılıyor.
Çin modeli bu çerçevede yerini alıyor.
Yükselen popülist milliyetçiliği besleyen
kaynaklar da büyüteç altında.
Kitapta şu noktalara dikkat çekiliyor:
İkinci Dünya Savaşı'nı izleyen
40 yıllık Soğuk Savaş döneminde
liberal demokrasinin
en iyi zamanlarını yaşadığı...
Çünkü kapitalizmin istikrarlı
bir ekonomik büyümeyle
hayat standartlarını yükselttiği...
Refah devletine kapıyı açtığı...
Sağlık, eğitim, sosyal adalet gibi
alanlarda gelişme sağladığı...
Böylece, siyasal elitlerin de
kitleler nezdinde güven kazandığı...
Bunlar belirtiliyor kitapta.
Günümüzde ise, özellikle son 20 yılda,
bütün bu alanlarda geriye gidişin
yaşandığını, bunun da liberal demokrasileri
fena halde gerilettiğini,
kitlelerin gözünde çekiciliğine
darbe indirdiğini söylüyor,
Cambridge'li siyaset bilimi hocası...
David Runciman'ın kitabını okurken,
genellikle yanıtsız birçok soru
uçuştu kafamda...
19. yüzyılla 20. yüzyılın başlarındaki
vahşi kapitalizm ve milliyetçilik dönemini
düşündüm. Bu dönemin insanlığın başına
sardığı korkunç felaketleri anımsadım.

Birinci Dünya Savaşı...
Lenin... Stalin...
Mussolini...
Büyük Ekonomik Buhran...
Hitler...
İspanya İç Savaşı, Franko...
İkinci Dünya Savaşı...
Holokost...
Mao...
Pol Pot...
Sovyetler'deki, Doğu Avrupa'daki
totaliter rejimler...

Acaba küresel kapitalizm
kendini yeniden toparlayabilir mi?
İşsizliğe, yoksulluğa ve eşitsizliklere
çözümler üretebilir mi?
Ya da küresel kapitalizme
alternatif yeni bir model, sol-sosyalist
bir model sahneye çıkabilir mi?
Batı'nın demokrasi projesindeki
"Amerika-Avrupa ittifakı"yla
Soğuk Savaş sonrasında kırk yıllık
demokrasi dönemi açılmıştı.
Bu da 1989'da Berlin Duvarı
ve 1991'de Sovyetler Birliği'nin
yıkılmasını getirmişti. Sonraki 20 yıl
boyunca tarihin sonu çığlıklarıyla
liberal demokrasinin zafer sarhoşluğu
yaşanacaktı.

Berlin Duvarı'nın yıkılış anından - 1989

Ama bu zafer sarhoşluğu
öyle uzun sürmedi. Amerika'da patlayan
2008 mali krizi ile birlikte
küresel kapitalizmin çöküş hâlleri
gözler önüne serildi.
Şimdi durum şu:
Dünyada bir şeylerin çökmekte olduğu
anlaşılıyor ama yarın neyin geleceği
henüz bilinemiyor. Küresel kapitalizmin
ekonomik ve siyasal elitleri
doymak bilmeyen açgözlülük
ve kibirleriyle sınıfta çaktılar.
Trump böyle kazandı!
Avrupa'da milliyetçilik ve popülizm
böyle sahne almaya başladı.
Irkçı, yabancı düşmanı,
Müslüman düşmanı, farklılıklardan
hiç hazzetmeyen, demokrasiyi sevmeyen
karşı-devrimci siyasal akımlar
Avrupa Birliği'nin sınırları içinde
böyle güçlendiler, hatta iktidara tırmandılar.

Saudade...
Portekizce bir sözcük...
Melankoli ve nostalji peşinde koşma hissi
anlamına geliyormuş...
Benim bugünlerdeki hissiyatımı
yansıtan bir sözcük...
2019 yılı Şubat ayının bu soğuk sisli
günlerinde Trieste'den Viyana'ya
dolaşırken, kendimi sadece zaman tünelinde
bulmuyorum. Aynı zamanda
tarihi yaşarken yakalamak gibi
bir duygu kımıldıyor içimde...
İkinci Dünya Savaşı sonrasında
Hitler-Stalin cehenneminden kurtulan
Orta Avrupa'da bugün yeniden
kaz adımları, trampet sesleri duyuluyor.
Acıklı mı, korkunç mu?
Ayrıca, bu ürkütücü sesler sadece
Viyana'da değil, 2018'in ilk aylarında
dolaştığım Orta Avrupa'da, Varşova'da,
Krakow'da, Prag'da da,
hatta Almanya'sından Fransa'sına,
Hollanda'sından İtalya'sına,
Avusturya'sına, Bretix Britanya'sına kadar
her yerde kulakları tırmalamakta...
Daha vahimi, bu sesler sadece kulaklara
çalınmıyor. Bu seslerin temsil ettiği
demokrasi düşmanı, milliyetçi,
yabancı düşmanı, ırkçı akımlar
artık sadece muhalefette değil,
iktidar koltuklarında da güç kazanıyorlar.
Bugün Avrupa, Orta Avrupa
başka sulara savruluyor gibi...
İkinci Dünya Savaşı sonrası
Avrupa'sında esen ve Avrupa Birliği
çerçevesinde kurumlaşan liberal demokrasi,
hukuk ve özgürlük havası bugün
Doğu'dan gelen rüzgarlar
tarafından epeyce kırılmış durumda...

Günlüğümün sayfaları arasında
dolaşıyorum.
Gökova, 10 Ağustos 2020
Geçen ay New York'ta çıkmış bir kitap.
Kindle'a tıklar tıklamaz tekneye,
bulutların üstünden elimin altına iniyor.

TWILIGHT of DEMOCRACY.

Türkçesi:
Demokrasinin Alacakaranlığı. 
Konusu:
Demokrasilerin dünyada özellikle
son çeyrek yüzyılda kaybettikleri zemin.
Kitabın yazarı, Doğu Avrupa'yı
iyi bilen, kocası Polonyalı olan
(Polonya Dışişleri Bakanlığı da yapmış)
Amerikalı bir kadın
gazeteci:
Anne Applebaum.
Otoriter rejimlerin, diktacı eğilimlerin,
yabancı düşmanlığıyla ırkçılığın
Trump Amerikası'nda, Avrupa'da,
Polonya ve Macaristan'da
nasıl sinsi sinsi ilerlediğini,
liberal demokrasileri nasıl aşağı doğru
çekildiğini anlatıyor kitabında...
Okuduklarım çok aşina. Türkiye de
kaç zamandır böyle bir karanlık süreçte
yol alıyor.
Kitabın Macaristan ve Polonya
bölümlerini okurken bazı satırların
altını
çiziyorum. 

Tek adam...
Tek adam devleti...
Tek parti devleti...
Tek parti yargısı...
Tek parti medyası...
Tek parti akademiyası...

Rüşvet ve yolsuzluğun olağanlaştığı,
liyakat sisteminden uzaklaşıldığı,
işin ehline verilmediği
bir devlet düzeninin yerleştirildiği...
Özellikle Macaristan'da, Victor Orban'ın
kendi ailesinin, kuzenlerinin,
arkadaş çevresinin sürekli korunması,
kollanması, -Avrupa Birliği fonları da
kullanılarak- zenginleştirilmesi...  

Orban karşıtı protesto 

Vergi sopası ile, korkutma ve sindirme 
ile tek adama biat eden
bir iş dünyası yaratılması...
Seçimle, halkın oyuyla gelen organlarda,
özellikle muhalefetin
kazandığı belediyelerde
hakların sistemli biçimde gasp edilmesi...
Muhalif belediye başkanlarına
kara çalma kampanyaları... 
Macaristan'da bir muhalefet partisinin
seçim kazanmasını neredeyse
imkansızlaştıran bir sistem kurulması...
Muhalefeti sindirmek için sürekli 
yeni düşmanlar bulunması
ve onlarla savaşılması...
"Düşmanlar"a gelince...
Soros'lar, Yahudi komploları,
liberaller, sol entelektüeller...
Avrupa Birliği'yle, dış düşmanlar ve
yabancı elitler eliyle Polonya'nın, 
özellikle Macaristan'ın kendi
gerçek kimliklerinden, kendi gerçek
tarihlerinden uzaklaştırılmasına dönük
yalanların beslenmesi...
Yabancı düşman edebiyatıyla
toplumsal ve siyasal kutuplaşmanın
körüklenmesi, keskinleştirilmesi...

Anne Applebaum'ın demokrasi üstüne
kitabını okurken, sanki Erdoğan
Türkiyesi
'ni okuyorum.
(
T24, 10 Ağustos 2020)

Demokrasi Notları'nın dördüncüsü yarına...


Demokrasi Notları 1 |  Azledin Trump'ı, o bir Başkan değil bir haydut!

Demokrasi Notları 2 | Harvard'lı iki profesör soruyor: Bizim demokrasi de tehlike altında mı?