Otuz beş yaşına varmadan dünyada tanınan, dilin ve türün sınırlarını zorlayan çağdaş edebiyatçılara ilişkin notlarımızdır
Mary Shelly Frankenstein’ı yazmaya on dokuz yaşında başladı, yirmi yaşında tamamladı, kitap basıldığında yirmi bir yaşındaydı. Thomas Mann Buddenbrooklar’ı yirmi dört yaşında bitirdi. Goethe, yirmi beş yaşında Genç Werther’in Acıları ile büyük üne kavuştu. İlk romanı Maşenka basıldığında Nabokov yirmi yedi yaşına yeni girmişti. Tolstoy, otobiyografik üçlemesini oluşturan ciltleri –Çocukluk, İlkgençlik ve Gençlik– sırasıyla yirmi dört, yirmi altı ve yirmi sekiz yaşında yayımlattı. Güneş de Doğar çıktığında Hemingway yirmi yedi, Muhteşem Gatsby çıktığında Fitzgerald yirmi sekiz yaşındaydı. Kafka Dönüşüm’ü yirmi dokuz yaşında, Dava’yı otuz bir yaşında yazdı. Flaubert yirmi dokuzunda yazmaya başladığı Madame Bovary’yi otuz dört yaşında tamamladı. Ses ve Öfke Faulkner’ın dördüncü romanıydı ve yazar otuz iki yaşındayken yayımlandı. Melville, altıncı kitabı Moby Dick’i bir buçuk yılda yazdı, roman Melville otuz iki yaşına girdiği yıl basıldı. James Joyce kısa hikâyelerini Dublinliler adıyla kitaplaştırdığında da otuz iki yaşına varmıştı artık. Tıpkı Katıksız Mutluluk’un basılmış hâlini eline alan Katherine Mansfield gibi. Dışa Yolculuk Virginia Woolf otuz üç yaşındayken yayımlandı. Eugénie Grandet basıldığında Balzac otuz dört yaşındaydı.
Yukarıdaki paragrafla başladık çünkü bugün yazan ve daha otuz beş yaşına varmadan ülkelerinin, dillerinin sınırlarını aşmış edebiyatçılara ‘’genç yazar’’, kitaplarına da ‘’gençlik eseri’’ gözüyle bakarken şöyle bir silkinip, ‘’gençliğin’’ edebiyat tarihinde neye tekabül ettiğini hatırlamak istedik. Kitapları Türkçeye çevrilmiş ya da çevrilmesini dilediğimiz ‘’genç’’ romancılar, hikâyeciler, şairler, denemeciler arasından yaptığımız seçkiyi bu perspektifle de okumanızı öneriyoruz. K24 Yayın Kurulu’ndan Başak Bingöl, Elif Bereketli, Murat Şevki Çoban ve Yasemin Çongar’ın notlarıyla...
Yası anlatmak ya da yazarak yas tutmak edebiyat için yeni bir tema değil. İngiliz yazar Max Porter’ın (d. 1981) iki oğul ve bir babanın ölen anne ile eşin ardından tuttukları yası anlattığı şiir-düzyazı arasındaki Grief is the Thing with Feathers (Yas Kanatları Olan Şeydir) adlı kısa romanı da bu ortak insanlık hâline dayanıyor.
Ted Hughes uzmanı olan Porter’ın Sylvia Plath’in intiharını anlamaya çalışmasının ve yazarın edebiyat tarihiyle girdiği diyaloğun ürünü olarak da okunuyor roman. Ama buna indirgenmemeli. Ted Hughes’la bir türlü barışamayanlardan da olsanız, Porter’ın romanına metin odaklı yaklaşınca sarsıcı ve yenilikçi bir ilk metin görülüyor.
“İnsanları yas hâlleri dışında donuk bulurum” diyen bir karganın da eksilmiş ailenin yasına ve hikâyenin anlatımına eşlik ettiği romanın adı Emily Dickinson’ın ''Hope is the Thing With Feathers'' şiirine atıf. “Dört boyutlu bir şeydir yas” diyor yazar, “biraz tanıdık ve soyut.”
Porter’ın gelecek vaat eden yazınının en önemli göstergesiyse biçim (parçalı) ve içeriğin (şok, kriz ve yas) birbirini romanın her cümlesinde şekillendirmesi. Max Porter aynı zamanda Granta Yayınları’nın editörlerinden ve çalıştığı yazarlar arasında Eleanor Catton gibi genç isimler var. (B.B.)
Valeria Luiselli (d. 1983) formüllerden sakınma ve her boşluğu doldurmama cesaretine sahip bir yazar. Fragmanlar yazıyor. Bütünü kaybetmeden. Hem söküp hem dokuyarak. Adını Ezra Pound’un bir mısraından alan Kalabalıkta Yüzler şöyle anlatıyor ipin ucunu bırakmama hâlini:
''Hikâyenin çizgisini, daha sonra Harlem’de dedektif olan Ekvadorlu bir çocuğun kıç çizgisi misali takip etmek. Hikâye ilerlerken, ilerlediği ölçüde herkese, her şeye, geçmişe ve şimdiki zamana toslayıp beynini dağıtmak. Çizgiden hiç sapmamak.''
‘’Yatay anlatılan dikey bir roman. Manhattan’ı nasıl metrodan görmek gerekiyorsa, aşağıdan görülecek bir hikâye’’ bu. Yazarı, ‘’bütün romanlarda ya bir şeyler ya da birileri eksiktir’’ demeyi erken öğrenmiş.
Deneme kitabı Sidewalks tematik olarak bu romanı bütünlüyor: Meksiko’da doğan, 1985 depreminden sonra ailesiyle ABD, Kosta Rika, Güney Kore, Güney Afrika, İspanya ve Fransa’da yaşayan, bugün Harlem’de mûkim Luiselli’nin gözü şehirlerin sevgisiz köşelerinde hep. Meksiko’daki bir meyve suyu fabrikası için, her bölümü işçilerin bir önceki bölüme ilişkin yorumlarını dinledikten sonra tefrika hâlinde yazdığı romanı The Story of My Teeth (Dişlerimin Hikâyesi) ABD ve Kanada’da ödül aldı.
Haftada bir El País’te yazıyor. Kitapları yirmiden fazla dile çevrildi. Meksikalı yazar Álvaro Enrigue ile evli. Anne. (Y.Ç.)
Anna Weidenholzer (d. 1984), sıradan ile benzersiz olanın valsini yazıyor. Herhangi bir dans olamaz onun eseri; her zaman mesafeli, her zaman uzak bir dili var. Tutku, ancak kaçamak bakışlarda, ancak satır aralarında sızıyor dünyasına. Bu yüzden olacak, boşluklarla yazıyor. Bu yüzden olacak, cümlesini sürekli kesiyor.
Weidenholzer hâlen Viyana’da yaşıyor. Karşılaştırmalı Edebiyat okuduktan sonra, bir dönem gazetecilik yapıyor. İlk öyküleriyle Almancanın gelecek vadeden yazarlarından biri olacağının sinyallerini vermesiyle birlikte arka arkaya devlet bursları alıyor ve gazeteciliği bırakıyor.
İlk kitabı Der Platz des Hundes (Köpeğin Yeri), 2011’de Kiel’de düzenlenen Avrupa Festivali’nde En İyi İlk Roman; ikinci kitabı Der Winter Tut den Fischen Gut (Kış Balıklara İyi Gelir) ise 2013’te Leipzig Kitap Fuarı’nda En İyi Roman ödüllerine aday oluyor. 2009’da Alfred-Gesswein, 2013’te ise Reinhard- Priessnitz ödüllerini kazanıyor.
Sondan başlıyor Der Winter Tut den Fischen Gut. Kırk beş yaşında işsiz kalmış satış elemanı Maria Beerenberger'ı farazi bir iş görüşmesine hazırlanırken alıyor yazar ve tersten bir hayat yolculuğuna çıkarıyor. İşsizlik, yaş ayrımcılığı gibi günümüz tedirginliklerini işlerken, cevapsız bıraktığı soruları artık okura emanet ediyor: Son, nerede başlamıştı? (M.Ş.Ç.)
Yahudi bir İngiliz yazarın Hitler ve Nazileri konu alan iki kitap yazdığını duyunca gözlerinizi kısıp acıklı bir havaya girmek ama sonra, kendinizi “terleyince balık kokan bir adamın boş zamanlarında Joseph Goebbels'ın 42. yaşgününü düşündüğünü” itiraf etmesiyle başlayan son derece mizahî, apolitik, hattâ belki de siyaseten yanlış bir kitap okurken bulmak. İlk okuyuşta üstün bir hayal gücünün ürünü sanıp çok etkilendiğiniz, “terleyince balık kokmak”, “vücut saatinin bir saat eksik olması” gibi bir sürü tuhaf vakanın aslında sıkı bir Wikipedia çalışması sonucu ulaşılmış yüzde yüz gerçek detaylar olduğunu öğrenmek. İnterneti romanın her satır arasında koklamak. Oradan oraya, oradan oraya savrulmak, dağılmak, bölünmek ama sonunda yine Ned Beauman (d. 1985) edebiyatında birleştiğini bilmek.
Beauman okuruna yaşattığı deneyimle türdaşlarına, yaşıtlarına, meslektaşlarına pek benzemiyor. Tuhaf detayları, garip kahramanları, kalabalık kurguları, garip ve eğlenceli hikâyeleri ile Beauman'ın edebiyatı kesinlikle yüz metre öteden tanınacak cinsten. Naziler de var Beauman'ın edebiyatında, tilkiler ya da iğrenç anti-kahramanlar, zaman yolculukları da. Üstelik hem tutarlığını koruyor hem de asla kendini tekrar etmiyor.
Hattâ son kitabı Glow, ilk iki romanı Boksör Böcek ve Işınlanma Kazası'ndan farklı yönelimler bile göstermekte: İlk iki kitap gibi postmodern kara mizah değil bu kitap; günümüz Londra'sında geçiyor bir kere; diğer iki kitabında olduğu gibi paralel tarihî anlatılar ve yolculuklar işin içine dahil edilmemiş. Ayrıca ilk iki kitabının rahatsız edici anti-kahramanları da bu kitapta yok.
Bakalım genç yaşta Man Booker dahil çok sayıda ödüle aday olmuş ve büyük övgüler almış Beauman'ın edebiyatı Glow dönüşünden sonra nasıl bir yola girecek. (E.B.)
“Aile orman gibidir. Dışındaysanız göze sıkı görünür, içindeyseniz her ağacın kendi duruşu olduğunu fark ederseniz.” Gana’da doğup Alabama’da büyüyen Yaa Gyasi’nin (d. 1989) ilk romanı Homegoing’in (Eve Dönüş) hem biçimini hem içeriğini özetleyen bir cümle bu. Iowa’da yazarlık eğitimi alan Gyasi, Amerikan edebiyatının İngilizce yazan diğer Afrika asıllı genç yazarlarının çoğu gibi Chinua Achebe ile başlayan bir geleneğin parçası olarak gösteriliyor.
On sekizinci yüzyılda Gana’da başlıyor kızkardeşler Effia ve Esi’nin hikâyesi. Ayrı yerlerde doğan iki kız kardeşin birbirine benzemeyen hayatlarından –biri köle olarak Amerika’ya gidiyor, diğeri zengin bir İngilizle evleniyor— çocuklarına, torunlarına uzanıyor ve asırlar süren bir aile hikâyesi anlatılıyor her nesli temsil eden birer karakterin gözünden. Nesillerin hikâyesi birbirinden ayrı da okunabiliyor, bir bütün olarak da.
Andığımız genç yazarların ortak özelliklerinden olan türlerin sınırlarıyla oynama Gyasi’nin romanı için de geçerli. Uzun bir tarihe yayılan romanıyla sadece yetenek ve ilhamla değil, buna ek olarak araştırma ve ince işçilikle iyi bir roman yazılabileceğini kanıtlıyor Gyasi. (B.B.)
Eleanor Catton (d. 1985) zekice kurgulanmış, az ile yetinmeyen romanlar yazıyor, okurdan yoğun dikkat bekleyen talepkâr romanlar. Sürprizli, sürükleyici.
Yeni Zelandalı yazar, 2009’da master tezi olarak yazdığı Rehearsal (Prova) ile Guardian İlk Roman Ödülü’ne adaydı. Yirmi yedi yaşında yayımladığı ikinci romanı The Luminaries (Bilgeler), 2013’te ona hem Man Booker Ödülü’nü hem de ödülü kazanan en genç yazar unvanını getirdi. (832 sayfa ile Man Booker alan gelmiş geçmiş en hacimli kitap bu; Türkçede hâlâ yok!)
1866’da Yeni Zelanda’nın Batı kıyısındaki altına hücum esnasında yaşanan esrarengiz bir olayın izinde, mekaniği astrolojiden mülhem bol zemberekli bir kurgunun içindeyiz; Wilkie Collins’in hikâyelerindeki gibi dikenüstü; Dickensvari bir karakterler geçidine nâzır. İngilizler, Çinliler, Maoriler, dolandırıcılar, katiller, orospular, keşler, âşıklar, göründüğü gibi olmayan erkekler ve kadınlar. Hikâye kendi üzerine katlanırken Viktoryen romanın da parodisini yapıyor. R.L. Stevenson’ınkileri aratmayan bir macera. Su sızdırmıyor, uzun ama uzatılmamış.
Bir filozofla bir kütüphanecinin kızı Catton. ‘’Gözünü kâr bürümüş neoliberal siyasetçileri’’ eleştirince doğrudan Yeni Zelanda Başbakanı’yla atıştı. Iowa Yazarlar Atölyesi’nde tanıştığı Amerikalı şair Steven Toussaint ile evli. Auckland’da yaşıyor. (Y.Ç.)
Eski Yugoslavya’da dünyaya gelen ve daha sonra ailesi ile ABD'ye taşınan romancı Téa Obreht (d. 1985) yirmi beş yaşında yazdığı Kaplanın Karısı ile edebiyat dünyasını şöyle hafiften bir sallamıştı. Obreht'in bugün itibariyle de tek romanı olan Kaplanın Karısı sonunda biri Orange Ödülü olmak üzere iki ödüle değer görülmüş, üç etkili listeye girmiş ve ABD Başkanı Barack Obama’nın da Noel okumaları listesinde yer almıştı. Peki nedir Kaplanın Karısı'nın bu cazibesinin nedeni?
İki tip anlatı kuruyor Obreht. Biri Doktor Natalia'nın dedesiyle olan anılarını hatırladığı bir “gerçeklik” öyküsü, biri de dedesinin Natalia'ya anlattığı hikâyeler; “gerçeküstü” bir anlatı. Hayvanat bahçesinden kaçan Sibirya kaplanı, kaplanla dost olan sağır-dilsiz kız, Ölüm’ü kandırmaya çalıştığı için ölümsüzlükle cezalandırılan Ölmez Adam... Obreht bu gerçeküstü dünyayı kitabın kalbi haline getirirken, hikâyesinin içine hiçbir yerin ya da olayın gerçekliğini karıştırmıyor; yani kitapta hiçbir kişi ya da tarihî olay ismi geçmiyor. Böylece modern öncesi bir anlatı biçimi kitaba damgasını vuruyor. Hikâye gerçeklik ile gerçeküstünün sınırını kaldırmaya uğraşırken, zamansızlık, mekânsızlık kitabın kokusu haline geliyor.
Kaplanın Karısı'nın cazibesini arayanların Obreht'in canlı betimlemelerine, mitlerle örülen efsunlu dünyasına, gerçek ile gerçeküstünün kitap boyu devam eden flörtüne dikkatle bakmaları yeterli. Şimdiden “büyülü gerçekçilik” akımının en güçlü seslerinden biri olarak görülen; Marquez ve Bulgakov gibi isimlerle anılan Obreht'ten bir an önce ikinci roman beklemek her edebiyatseverin hakkı. (E.B.)
A Constellation of Vital Phenomena (Bir Tutam Hayatî Fenomen) için NYT Book Review ’da çıkan “21’inci yüzyılın Savaş ve Barış’ı” güzellemesini gördüğümde, Anthony Marra’yı (d.1984) asla okumayacağımdan şüphem yoktu. Çeçen Savaşları arasında salınan bir romanı okuma fikri zaten, neredeyse Karadeniz türküleri dinleyerek sabahlamak kadar uzak, itici ve tatsız geliyordu. Yanılmışım.
Anthony Marra, kalemini azmiyle, çabasıyla zenginleştirmiş. Lise mezuniyetinden sonra UPS’de çalışmaya başlıyor, uzaklardaki sevgilisini özlüyor, derken sıkıntıdan roman okumaya başlıyor ve yaratıcı yazarlık kurslarında emeklilerin burun kıvırdığı öyküler yazıyor.
Sonra, Iowa Yazarlık Atölyesi, Stanford Üniversitesi. Sonra 2012 Whiting Ödülü. 2013’te Ulusal Kitap Eleştirmenleri Birliği’nden En İyi İlk Kitap Ödülü’nü alan Constellation sayısız yayın tarafından da yılın en iyi kitapları arasında gösteriliyor. Savaşı değil, savaşın yaralarını sarma çabasını yakıcı ama yoğun kara mizahla yoğrulmuş bir dille anlatıyor. Karışık kaset formülünü izleyen öykü kitabı The Tsar of Love and Techno (Aşk ve Tekno Çarı) ise 1937’den belirsiz bir zamana uzanan tatlısert bir insanlık panoraması.
Bugün Amerikan edebiyatına iyice damgasını vuran sinizm Marra’da yok. Politik olmaktan çekinmiyor. Tolstoy değil. (M.Ş.Ç.)
İsmi çok şey anlatıyor. İran, Hollanda, İskoçya kökenli. Annesiyle babası, devrimden hemen önce Tahran’da tanışmış; çocukluğu İran’da geçmiş, Birleşik Arap Emirlikleri, İngiltere, Singapur, İspanya ve İtalya’da yaşamış. Fullbright bursuyla Katalunya’da edebiyatla peysajın ilişkisi üzerine çalışmış. Şimdi Nortre Dame Üniversitesi’nde yaratıcı yazarlık öğretiyor. Seyyarlığı, edebiyatını da belirlemiş. Kendini ‘’göçmen’’ saymıyor, bir yerden ayrılmanın, bir şeyi kaybetmenin referansıyla yazmıyor; ‘’hiçbir yerden değilim’’ diyor.
Azareen Van der Vliet Oloomi’ye 2015’te Whiting Ödülü getiren ilk romanı Fra Keeler da yerin tekinsizliğini daha ilk cümlede ilan ediyor: ‘’‘Bir kanyonun tam kenarında’ dedi emlakçı kaşlarını kaldırararak, ben evi hiç görmeden satın almayı teklif ettiğimde.’’ Kanyonun tam kenarındaki tuhaf ev, evi hiç görmeden alıp yerleşen tuhaf anlatıcı, evin eski sahibi Fra Keeler’ın tuhaf olan veya olmayan ölümü, ve bu ölüme ilişkin şüphelerimizi besleyen anlatıcının birden ‘’yalan söyledim’’ itirafıyla kendini ve anlatımını büsbütün şüpheli kılıvermesi... Bu noktadan itibaren olay örgüsünün önemi yok, her şey anlatıcının ve bizim algılarımızdan ibaret artık, paranoya metne hâkim.
Oloomi, çok sevdiği Ortaçağ hikâyelerinden, Dante’den, Cervantes’ten Calvino’ya, Robbe-Grillet’ye, Borges’e, Pynchon’a, Anna Kavan’a, DeLillo’ya uzanan çizgide, gerçekçiliğin sınırlarını yırta yırta yazıyor. (Y.Ç.)
Nijeryalı yazar Chigozie Obioma’nın (d. 1986) Chinua Achebe’nin varisi olarak gösterilmesi boşuna değil. 1990’larda Nijerya’da geçen ilk romanı The Fishermen’in (Balıkçılar) ortalarında Achebe gibi o da Yeats’in “Second Coming” şiirine ve “dağılan şeylere” atıf yapıyor. Romanın çocuk anlatıcısı Benjamin’in gözünden orta sınıf bir ailenin uzakta görevlendirilen babalarının evden ayrılmasıyla nasıl dağılmaya başladığını, dört kardeşin ve annenin geride kalmışlığını anlatıyor Obioma. Babaları çocukları için tek kurtuluşun Batılı bir eğitim almak olacağını düşünse de, onlar balıkçılıkla ilgileniyorlar. Ailenin yaşamı, nehir kıyısında karşılaştıkları bir delinin günün birinde en büyük kardeş Ikeanna’nın üç kardeşten biri tarafından öldüreceği kehanetiyle sarsılıyor.
Korkuyu, kötü talihi, umutsuzluğu geleneksel hikâye anlatıcılığının araçlarına da başvurarak anlatıyor genç yazar. Her bölümün başındaki tanım cümlelerini takip ederek bile anlaşılıyor karakterlerin kaderi: “Babam bir kartaldı”, “Bir avcıydı annem”, “Ikenna bir pitondu”, “Dönüşüyordu Ikenna”, “Bir serçeydi Ikenna”, “Öfke bir sülüktü”, “Ben, Benjamin bir güveydim”. Bir süre de Türkiye ve Kıbrıs’ta da yaşayan Obioma, hâlen Nebraska Üniversitesi’nde ders veriyor. (B.B.)
Amerikalı yazar Laura Van Den Berg'in (d. 1981) edebiyatı karanlık, gerçeküstü ve egzantrik. Yazarın iki öykü kitabında da –What the World Will Look Like When All the Water Leaves Us (Bütün Sular Bizi Terk Ettiğinde Dünya Neye Benzeyecek) ve The Isle of Youth (Gençlik Adası)— romanı Bul Beni'de de ailesiz, ailesi tarafından hayalkırıklığına uğratılmış, aile kuramayan kadın anti-kahramanların hayata dair sordukları büyük sorular ve cevap alamayışları öyküleniyor. Kronik olarak bir şeylerin arayışında olan karakterler, şiddet ve trajedinin kıskacında genellikle. Kendilerini zaman ve mekânda anlamlandırmaya çalışıyorlar. Duygusal, şefkatli bir dille aktarılan bu hikâyeler çoğunlukla bir şekilde egzotik bir yerde geçiyor ve inanmak, aidiyet, kimlik gibi kavramların peşinden koşuyor.
Bul Beni, Van den Berg'in daha önce öykülerinde yaptığı denemelerin tek bir anlatıda, bir romanda vücut bulmuş hâli. Hayli travmatik, ailesiz bir geçmişten gelen, dolayısıyla geçmişini unutmaya meyilli ve belki de beynindeki anıları bastırabilmek için öksürük şuruplarına bağımlı Joy'un unutmaya dair bir salgın hastalığa bağışıklık geliştirmesi, bir kaleyi andıran, Kafkaesk bir mekânda (“Hastane”de) kalışı ve sonrasında “hatırlamak” için bir arayışa, bir yolculuğa çıkması... Distopik, şiddet dolu bir evrende karşılaşılan Cadılar Bayramı maskeli, kırmızı oyuncak tabancayla polisçilik oynayan ya da beyaz melek kanatları takan insanlar... Bellek-kimlik ilişkisine kafa yoran, ailenin edebiyatın belkemiği olabilecek bir güçte olduğunu düşünen, sürrealden keyif alan ve sıradan ama tuhaf kadın karakterler ilgisini çekenler için genç, güzel, duyarlı bir ses Laura Van den Berg'inki. (E.B.)
Ocean Vuong (d. 1988) şiddetten doğmuş, şiddetin şiirini söylüyor. Vietnamlı Amerikalı. Budist. Gay. Amerikalı bir asker Vietnam'da savaşıyor, annesi doğuyor. Yıllar sonra, Amerikalı bir başka asker Vietnam'da görev yapıyor, Ocean doğuyor. “Nitekim bomba yok = aile yok = ben yok” diyor bir şiirinde. İki yaşındayken anneanne, anne ve beş teyzeden mürekkep ailesiyle Connecticut'a göç ediyor. TV'siz tek odalı bir evde, demlikte çay, ailenin altı kadını gibi Vuong da anneannenin dizine yaslanıyor; bilmediği o uzak ülkenin ağıtlarını dinliyor. Anneannenin ağıtlarından doğuyor şiiri.
İngilizce okuma yazmayı on bir yaşında söküyor. Brooklyn College'a kabul edilince, cebinde 564 dolarla New York'a geliyor, metro istasyonlarında sabahlıyor. İki chapbook'u No (Hayır) ve Burnings (Tutuşmalar) ona yayın dünyasının kapılarını aralıyor. Stanley Kunitz, Pushcart, Whiting ödüllerini kazanıyor.
Night Sky With Exit Wounds (Çıkış Yaralarıyla Gece Seması) adlı ilk kitabında “anne, baba, diş, beden, zaman, karanlık, çığlık” gibi kelimelerin izini sürüyor, tekrarlara şehvetle sırtını dayıyor. Baba diyor mesela; baba, aranan ve kaçılan oluyor. ‘’A Little Closer to the Edge’’ (Kenara Biraz Daha Yakın) şiirinde “öğret bana/ bir erkek nasıl tutulur/ hararet suyu nasıl tutarsa” diyor ve arkasından arzuyu dizginlemeye çalışıyor.
Baba, göç, erotizm, queer, karanlık, haz, arzu ve arayışı anlatıyor. Çelişkilerine tutunuyor daima ve dili hep kırıyor. Adını aldığı Pasifik Okyanusu gibi, hem ABD'nin hem Vietnam'ın kıyılarına vuruyor ve sonra engine salıyor kendini. (M.Ş.Ç.)
Brezilyalı yazar Luisa Geisler (d. 1991) kendi deyişiyle insanın tamamlanmamışlık halini yalanlar üzerinden anlattığı ve zamansız yalanları, örneğin “nasılsın” sorusunun cevabını sorguladığı Contos de Mentira (Yalan Hikâyeleri) adlı öykü kitabını henüz yirmi yaşındayken yayımlamıştı.
Bir yıl sonra çıkan Quiça (Belki) adlı romanında ise kendisi gibi genç bir kahramanı, Arthur’u anlattı. Bu romanın genç bir yazarın kaleminden çıktığını hatırlatan aile ilişkilerindeki gerginliğin anlatımındaki canlılık ve tazelik belki de. Romanında, öykülerindeki gibi insanlık durumunu anlamaya çalışıyor Geisler ama bu sefer özgürlüğü ve büyümeyi de sorguluyor. “BM rakamlarına göre dünyada her saniye 4.4 insan doğarken, 1.8 insan ölüyor. Tik 4.4 tak 1.8. Şu an mesela hiç olmadığın kadar yaşlısın, tik tak ve şimdi yine” diyerek akan zamanla da bir diyalog sürdürüyor roman boyunca.
Adını daha çok duyacağımıza işaret edense şu: Kurmacalarında –genç yaşın lütuflarından olsa gerek— yargılayan bir ton yok, formüller sunmuyor ve metne hâkim. Geisler 2014’te çıkan ve mektuplardan oluşan son kitabı Luzes de Emergencia Se Acenderao Automaticamente (Acilin Işıkları Kendi Kendine Yanar) ile hicvi de edebiyatına eklemiş görünüyor. (B.B.)
Anne Enright’tan ödünç bir imgeyi kullanarak, ‘’bir el bombasını mutfağın zemininde yuvarlamanın edebiyattaki karşılığı’’ diye tanımlıyor kısa hikâyeyi; hayatta olmanın her an tutuşabilmek anlamına geldiğini biliyor, okura bunu hissettirebilmek istiyor.
Young Skins (Genç Tenler) ile 2014 Guardian İlk Kitap Ödülü’nü alan İrlandalı yazar Colin Barrett (d. 1982), buradaki hikâyelerinde Glanbeigh adını verdiği hayalî bir kasabayı anlatıyor – evcil olanla şiddetin, huzurla şokun, sevinçle korkunun buluştuğu, sıradan hayatların her an patlamaya hazır olduğu bir kasaba. Glanbeigh’de kurduğu mikrokosmoz, hikâyecilikte karar kılmadan önce David Foster Wallace özentisi romanlar yazmayı deneyen ve Dublin’de bir telefon şirketinde çalışan Barrett’a, Frank O’Connor Uluslararası Kısa Hikâye Ödülü ile Penguin İrlanda Ödülü’nü de getirdi.
Onu bu seçkinin sonuna aldık, çünkü noktayı yazarlık üzerine sözleriyle koymak istedik. Edebiyatın her şeyden önce bir tercih ve dolayısıyla bir vazgeçiş olduğunun idraki basit görünse de, nice ‘’genç’’ yazar için ilk büyük sınav belki. ‘’Young Skins’deki sesleri ve hikâyeleri bulmadan önce, kendime hiç ket vurmadan yazmak, her şey hakkında yazmak istiyordum’’ diyor Barrett, ‘’Güzel bir dürtü bu, fakat bir şey yazabilmek için her şeyi yazma ihtirasını askıya almak zorundasın.’’ (Y.Ç.)