“Millî”lik başından beri bir inşa ve yerel olanın bastırılması ile işleyen bir inşa. Dolayısıyla insanın aynı anda hem yerli hem millî olabilmesi için, Schrödinger'in kedisi kadar marifetli olması gerekir
05 Nisan 2018 15:30
“Millî,” modernlikle yaşadığımız sergüzeştte, tarihçesi bir hayli eskilere giden bir reçete. Ancak “millî” ile “yerli”nin beraber kullanımı açısından, çok yakın tarihimizden bir dönüm noktası var. Art arda gelen patlamaların yangınında, teröre karşı düzenlenen 20 Eylül (2015) mitinginde, Cumhurbaşkanı Erdoğan yaklaşan seçimlere ilişkin şu sözleri sarf etti: “1 Kasım'da 550 tane yerli, millî, bedeni ve kalbiyle bu ülke için çalışacak milletvekili göndermenizi istiyorum. Herhalde ne demek istediğimi anlıyorsunuz, değil mi?”
Elbette 7 Haziran’ın ardından HDP’li vekil adaylarını oyunun dışında bırakmayı kast eden sözlerdi bunlar. Ama işin gündelik politika kısmından çok daha önemli bir boyutu var esasen. Erdoğan bunları, milletiyle dertleşir bir tonda, özel alanın tınısını da içine katarak söylüyordu; bu bağlamda da bu çarpıcı ifadenin asıl kilit kısmı, başı değil, sonuydu: “Herhalde ne demek istediğimi anlıyorsunuz, değil mi?” Sizinle paylaştığım bu sırrı, aile sırrımızı anlıyorsunuz, değil mi? Anlıyor olmalısınız, çünkü bu bir sır olsa da aslında hepimiz biliriz onu; aynı aileden geldiğimiz için; hepimiz “yerli ve millî” olduğumuz için. Öyle ise bir fasit daire gibi kendi içine kapanıyor aslında bu ifade: Yerli ve millî olduğumuz için biliyoruz yerli ve millî olmanın anlamını ya da bunu biliyor olmamız yerli ve millî olduğumuzu gösterir (Ve bunu tersine çevirirsek: Bunu bilmiyorsak ya da burada kast edilene dair bir tartışma açacak olursak da bu, “yerli ve millî” olmadığımızın, sırra vâkıf olamadığımızın, aileden olmadığımızın başlı başına delilidir).
Gene de aslında ilk başta görüldüğü kadar uyuşmuyor bu iki sıfat. “Yerli”lik aslında “yerel”den izler taşıyor; tabii bir “buralı” olma hâli içeriyor.[1] Ama “millî”lik başından beri bir inşa ve (burası önemli işte) yerel olanın bastırılması ile işleyen bir inşa. Dolayısıyla insanın aynı anda hem yerli hem millî olabilmesi için, Schrödinger'in kedisi kadar marifetli olması gerekir. O zaman “yerel”den izler taşıyan “yerli”lik pek de uygun değil, “millî”nin yanına iliştirilmeye. Öyleyse herkese malûm olabilen bir hakikat değil de olsa olsa sırlı bir denklem bu.[2]
Milliyetçilik meselesinin cayır cayır hissedildiği, hegemonik söylemin merkezinde durduğu erken cumhuriyet dönemi romanında nasıl kuruldu acaba “millî” alanı? Ve milliyetçilik, aynı zamanda bir kendi olmak problematiği kurduğuna göre, ne anlaşılıyordu o yıllarda “kendi”likten?
Erdoğan’ın usta bir dil bükücü olduğunu hepimiz biliyoruz. Ama dille kurulan tüm bu ince oyun, bize iktidarın yapısı hakkında bir şeyler söylüyor aslında: Bir kere, sözlerin bir iktidar kurma oyununda ne kadar merkezî olduğunu bir kez daha gösteriyor bize. Tam da çerçeveleyebilme, çitleyebilme, tanımlayabilme, böylece bazı şeyleri içeri alıp bazılarını dışarıda bırakabilme (ve içeriye alınanları belli bir biçimde birbirine bağlayabilme), böylelikle de meşru olanla gayrimeşru olanı ve daha da önemlisi, söylenebilir olanla söylenemez olanı, hatta hayal edilebilir olanla hayal edilemez olanı ayrıştırabilmek gücü hegemonik iktidar.[3]
“Millî,” uzun zamandır, hatta başından beri Türkiye’de bu meşruiyet sahnesinin kod adı aslında. İçeriğinin nasıl ve hangi çerçeveyle doldurulduğu, bu iktidar işlemine toplumun hangi kesimlerinin ne oranda katılabildiği (ya da katılamadığı) dönemden döneme değişse de, hep orada duran bir kod. Elbette edebiyat, zihnimizin derinlerindeki tüm kodlar gibi bu kodun inşasında da çok kritik bir role sahip. Şimdi onun izini sürebilmek, soy ağacını çıkarabilmek üzere, erken örneklere bir bakalım isterseniz. Milliyetçilik meselesinin cayır cayır hissedildiği, hegemonik söylemin merkezinde durduğu erken Cumhuriyet dönemi romanında nasıl kuruldu acaba “millî” alanı? (Ve elbette yanına hangi sıfat ve sıfatlar iliştirilirdi?) Baştan sona monolitik miydi bu kurgu, yoksa nefes alacak aralıklara da rastlanabilir miydi? Ve milliyetçilik, aynı zamanda bir kendi olmak problematiği kurduğuna göre, ne anlaşılıyordu o yıllarda “kendi”likten?
Erken Cumhuriyet dönemi romanının denklemi “yerli ve millî” değildi aslında. Orada işleyen asıl dinamo, “Batılı ve millî” idi (Demek ki erken Cumhuriyetle bugün arasındaki ortak nokta “millî” sıfatı). Fakat biraz dikkatli bir göz, kast edilenin “Batılı, ama aslında millî” olduğunu fark edecektir.[4] Bugün kayıtsız şartsız bir “Batıcılık,” Batı medeniyetine tam bir teslimiyet gibi anlatılsa dahi, gerçeklik hiç de öyle değildir ve dönemin yazarları, “nasıl Batılılaşacağımız” sorusundan çok daha büyük bir mesaiyi “Batılılaşırken nasıl millî kalacağımız, kendi millî kimliğimizi Batılılığa kaptırmamak için neleri kaybetmememiz gerektiği, özetle nasıl Batılılaşmamamız gerektiği” sorusuna ayırmıştır.[5] Negatif bir sorunsallaştırma ile işe başlamaktır elbette bu ve buradaki asıl zemin, “kendini korumak” fikri, yani savunmacı bir pozisyondur. Fakat kendini korumak, aynı zamanda korunacak bir “kendi” inşa etmek, bir “millîlik” tanımlamakla bir arada yürür. Peki, “millî” olanı ayırt eden nedir? Mesela romanlara baksak, nereden anlarız bir şeyin millî olduğunu?
Millî, Batı’nın ayartmalarının ve zayıf ahlakının tehdidi altında, (demiştik) korunması gereken, savunmacı bir pozisyondan temsil edilen bir bedendir: Kadının bedenidir
Bir kere “millî,” bir ruh hâli falan değil, çok maddî bir bedendir. Ve pek az yerde “yapabilecekleri” ile, potansiyelleri ile anlatılan; daha ziyade, tehdit altında, Batı’nın ayartmalarının ve zayıf ahlakının tehdidi altında, (demiştik) korunması gereken, savunmacı bir pozisyondan temsil edilen bir bedendir: Kadının bedenidir[6]… Kaybından korkulan şey ise açıkça bekâret ve ağırbaşlılık, adıyla sanıyla namustur. Millî kimlik üzerindeki asıl tehdit, kadınların “aşırı” Batılılaşırken, bekâretlerini yitirebilecek olmalarıdır.[7] Böylece de başlarına gelebilecek en büyük felaket gelir zaten: Evlenemezler, kimse almaz onları, evsiz kalırlar.[8]
Kiralık Konak’ı, Yaprak Dökümü’nü düşünün mesela. Buradaki kadın karakterler, sakız gibi uzayıp giden yozlaşmaları boyunca Batılı yaşam biçiminin güçlü ve çekici çağrısına kapılırken, git gide bir ruhsal yoksullaşmaya, bir kimliksizleşmeye de sürüklenirler. Hayatlarında onları oradan çekip çıkaracak güçlü erkekler de olmadığından önlenemez bir düşüş olur bu. Kiralık Konak’ta Seniha, babası bir züppe, dedesi ise güçsüz ve fazla ince ruhlu bir İstanbul efendisi olmasaydı kurtulabilirdi herhalde. Yaprak Dökümü’nde de Ali Rıza Bey bir İstanbul beyefendisinden öteye geçip inisiyatif alabilseydi (bir “erkek olabilseydi,” “adam olabilseydi”) kızlarını zevk düşkünü, entrikacı ve şeytanî Ferhunde’nin güçlü, şamatacı ve sahte bir yaldızla kaplı, içeriksiz çekim alanından çekip çıkarabilirdi.[9] Bu çatı, tersine dönmüş olarak Fatih-Harbiye’de de okunabilir: Neriman (gene kadın karakter), Batılı yaşam tarzından, Harbiye’den, varlıklı Macit’e karşı hissettiği çarpık ve tehlikeli çekimden, iki güçlü erkek, genç nişanlısı Şinasi ve babası Faiz Bey sayesinde kurtulabilir.[10] Sonuçta, tüm kitaplarda ortak olan nokta, bir felaketle eş tutulan kapılma ve benlik kaybının, kendiliğini yitirme tehdidinin kadınların namuslarını yitirme tehdidi üzerinden anlatılmasıdır. Böylelikle bize ait olanın, “millî olan”ın “namusuna ve bedenine sahip çıkılması gereken” kadında cisimleştiği açıkça görülür.
Ancak bir taraftan da Batılılaşmak isteyen bu gencecik Cumhuriyet'te bu sert söylemsel kabuk, hiç de gediksiz değildir. Belki millî kimlik ve namus meselesi tartışılamaz olanın sınırını çizer; fakat bunlardan ne anlaşıldığı, namusu kimin koruması gerektiği (ve koruyabileceği) hâlen yoruma açık alanlardır. Tek tük çıkan sesler de olsalar, farklı “kendilik”ler, başka türlü kadınlar, âdeta bir hayalet gibi, bu genç ülkenin hevesli ve politik roman âlemine sızıverir. Örneğin, kanonun dışında kalan alanda, popüler romanda (hem de yukarıdaki ana şemayı yaratan ve de yetmezmiş gibi “muhafazakâr” diye bilinen yazarlardan birinin başka bir eserinde dahi) pekâlâ alternatif yorumlara rastlanabilir. Peyami Safa’nın daha popüler içerikli eserlerini neşrederken kullandığı Server Bedii adıyla yayımlanan Cumba’dan Rumba’ya’sında, evet gene kadın karakter üzerinden, ancak bambaşka bir “kendilik” temsil edilir. Neriman’a nazaran çok daha eğitimsiz ve deli dolu olsa dahi, mertliği ve fedakârlığı ile göz kamaştıran Karagümrük kızı Cemile, sonunda doğru yolu, zengin ama yoz Batılı yaşama karşı fakir ama onurlu aşkı kendi kendine bulmayı başaracaktır. Değil erkekler tarafından kurtarılmak, kendisi etrafındaki erkekleri yönlendiren; sınıf farklarını dahi görkemli içtenliği ile düzleyebilen ve ister inanın ister inanmayın sevdiği adama evlilik teklif edip, onunla evlenmeden beraber olan, ama yine de “benliği”ni kaybetmeyen bir kızdır o. Böylece Server Bedii, “namus” kodunu korur, ama bir dürüstlük ve ahde vefa dairesinde, cinsellik alanından çok ahlaka ilişkin bir kavram olarak tanımlar ve onu koruma yetki ve selâhiyetini korkusuzca kadın karakterine emanet edebilir. Popüler sayılmasa da, bu kez bir kadın yazar, Halide Edip tarafından kaleme alınmış romanlarda da kadınların yukarıda değinilen ana modelden bir hayli farklı temsil edildiğini görürüz. Burada kadınlar son derece güçlü; iki kültür arasında bocalamak bir yana, onların (elbette hakikati temsil eden Doğulu kültürün ağır bastığı) bir sentezini yapabilen ve dolayısıyla da namusunu korumaya muktedir karakterler olarak yer alırlar.[11] Ancak her iki yazar da (Peyami Safa değilse dahi) Server Bedii ve Halide Edip, popüler olanın ya da kadınca bakış açısının ilgi gördüğü son yıllara dek, edebî kanonun dışında, daha doğrusu ancak kıyısında kalabilmişlerdir. Dışlanmış ve bir tür sembolik şiddetin kurbanı olmuşlardır yani.
Görülüyor ki “yerli ve millî,” kökleri eskide olan, ama yeniden çerçevelenmiş bir bileşim esasen. Ama “millî”lik ve “millî beraberlik” fikri, onun etrafında birilerini dışarıda bırakmak, öyle değil. Yeni olmayan bir başka nokta da yerli ve millînin hakikatine gerçekten ışık tutmak isteyenlerin, hafızanın ardına itilenlerin ya da halının altına süpürülenlerin peşine düşenlerin, kendimizin (kendilerimizin demeli aslında) tek bir şemanın ötesinde de temsil edilebileceğini hatırlatanların, her zaman “yerli ve millî” dairesinin dışında tutulması. “Yerli ve millî” deyince, geriye sadece yaldızlı bir nesne, hakikat olamayacak kadar mükemmel ve mütekâmil bir varlık kalıyor: Gerçekte muazzam çeşitlilik içeren ve parça parça bir şeyin bir tekliğe indirgenmesi ya da çeşitliliği fazlalık görerek oluşan sahte bir bütünlük. Demek ki bu “millîlik,” “yerlilik” meselesi hemen her zaman, hareket hâlindeki ve hayatiyet içeren bir şeyin parçası olmanın yarattığı sahiplenmeyi değil de donup kalmış bir fetişi (ve fetiş olduğuna göre, hâliyle ona tapınmayı) tapmayı içeriyor.
“Yerli ve millî” deyince, geriye sadece yaldızlı bir nesne, hakikat olamayacak kadar mükemmel ve mütekâmil bir varlık kalıyor: Gerçekte muazzam çeşitlilik içeren ve parça parça bir şeyin bir tekliğe indirgenmesi ya da çeşitliliği fazlalık görerek oluşan sahte bir bütünlük
İnsan sormadan edemiyor tabii, nasıl bir yaraya değiniyor olmalı ki “kendimiz”e dair hakikate değinen herkes, en hafifinden “bizi anlamayan züppeler” olarak idrak ediliyor (Ve çoğu kez de sembolik anlamda linç ediliyor)? Bu fetişi deşifre etmek, onun yerine hakiki bir şey koymak çabası her zaman bir ihanet (en hafifinden bize komplo kuran Batı’nın oyununa gelmek ya da bilinçli taksirat elbette) olarak görülüyor ve tapınma hâli, ihanet ettiği vehmedilenlere yönelik bir hınç doğuruyor.
Türkiye’de devletin, “kendimiz”e dair imgelerin oluşumu sürecini, toplumu işin içine katmayacak kadar önemsediği muhakkak. Tam da bir iktidar meselesi olduğundan, toplumun kaçınılmaz çeşitliliği ve buradan çıkacak seslerin yaratabileceği belirsizlik, “kendim(iz)” fikri etrafında monolitik bir söylem yaratmakta iken iktidarın göze alamayacağı bir risk.
Oysa cin şişede duramıyor artık. Neoliberalizm ve yeni medya çağında “kendimiz”e dair çoğulluk ve bir mükemmeliyetle pek de örtüşmeyen hakikatimiz, karanlık taraflarımız, akşam haberlerinden, Facebook yorumlarından, tweet’lerden boşanarak, önüne geçilemez şekilde üstümüze yığılıyor. Orada bir yerlerde hep varolan bir “kendilik krizi” patlak veriyor. O zaman “yerli ve millî”nin yeniden ve yeniden, gittikçe sertleşerek kurulması gerekiyor.
Böylelikle “yerli ve millî” bir hassasiyet çizgisi çekiyor aslında; kadın cinayetlerine ya da ırkçı linçlere kadar gidebilen, hukuku lağvedebilen bir çizgi bu.[12] Öyle bir çizgi ki ölenler, kendilerini “öldürttükleri” için suçlular bu denklemde. Ve bir adım daha gidersek, hele ki tüm zamanları birleştiren “millî” kimliğin kadın bedeni üzerinden kuruluşunu düşününce, bu “yerli” ve “millî” meselesinin, sokak ortasında, çocuklarının gözleri önünde (ve hatta artık çocuklarıyla beraber), sayısız bıçak darbeleriyle öldürülen kadınlarla bir bağı var.
Bu satırları yazınca, insan Tezer Özlü’yü de hatırlamadan edemiyor elbette: “Burası bizi öldürmek isteyenlerin ülkesi.” Ama tüm kültürel alanın, (romanlar da dâhil olmak üzere) tüm anlatıların, olası anlamlar üzerinden yürütülen bir politik mücadele alanı olduğunu da hatırlarsak, bir şey daha eklemeliyiz şimdi buna: “Hem de bizim ülkemiz.” Dolayısıyla mevcut cisim ve zihnimizle gökten bu sosyal evrene düşmediğimize göre, “yerli ve millî” formülünün, ancak birilerinin anlayabileceği ve birilerine kapalı bir sır olarak dolaşıma sokulması, öyle ya da böyle bizim de olan bir şeylerin, deneyimlerin, birikimlerin, hatıraların ve evet ihtiyaç duyduğumuz bir hissin, “bir yere ait olma” hissinin gasp edilmesi aslında: Bir başka mülksüzleştirme daha ve de (elbette hegemonik bir güce dayanarak) aslında kimseye ait olmayan ya da herkese ait olan kamusal bir mülkün tapusunu kendi üstüne geçirivermek esasen.
Öyleyse artık, alayla ya da bilgiyle deşifre etmenin ötesine geçip, biz de erken Cumhuriyet dönemi romanında dahi olduğu gibi alternatif güzergâhlar, yeni anlamlar icat etmeliyiz. Çünkü “yerli ve millî” dairesinin dışında kaldığımızı hissediyorsak, bu hissin bizatihi kendisi, post-truth (hakikat sonrası) çağına özgü bu mucizevî kuantum denkleminin anlamını pekâlâ bizim de bildiğimizi, onun işaret ettiği olgulara aslında o kadar da yabancı olmadığımızı gösterir. Ve elbette, bir sır gibi vazedilenin aslında sır olmadığını.