Yerleşmek, şu tekinsiz fiil

Belki de, yerleşmenin tekinsizliğidir, yani dünyaya yeniden çocukluk evimizdeki gibi yerleşebilmenin imkânsızlığıdır, o özlemdir, şiiri ve edebiyatı asıl yaratan dürtü...

03 Ocak 2019 14:45

İngiliz romancı Rachel Cusk’ın “Faye Üçlemesi” diye bildiğimiz romanlarının ikincisi olan Geçiş’te, kahramanımız boşanma sonrası Londra’da yeni bir daireye yerleşme çabasındadır. Dökük evi ayağa kaldırmak için tuttuğu inşaat ustasıyla süregiden sonuçsuz muhabbet, mekânın nasıl düzenleneceğinden çok, neden düzelemeyecği üzerine cereyan eder.

Amerikalı yazar Lionel Shriver’ın Property (Mülk) adlı hikâye kitabında, “Haciz” adını verdiği hikâyede, gene Londra’da bekâr iş kadını Helen, haciz konmuş bir daireyi ucuza kapattığına sevinir, ama önceki kat sahibinin uğradığı haksızlık yüzünden, “ev” kendisinden intikam almaya başlar, her tür yerleşme çabasını sabote eder. Bu modern “perili ev” meselinde, yerleşmenin, ev almaktan çok daha karmaşık bir olay olduğunu hatırlarız.

Aynı şekilde, Faye’in alt katında oturan, cehennemden çıkma karı-koca komşular, inşaat gürültüsüne karşı büyük bir misilleme harekâtına girişince, yerleşmek iyice kâbusa dönüşür.

Yerleşmek. Dünyanın en zor, dahası beni en çok rahatsız eden süreci olsa gerek.

Bir ülkeye yerleştiğinize dair kimlik kartı, bir şehre veya köye yerleştiğinize dair adres gösterebilirsiniz, ama asıl yerleşmek emekle, bağlılıkla, cesaretle olan bir şey, duyguyla gerçekleşen bir insanlık hâli bence.

Bir eve taşındığınızda, kutular açılınca, sizin için en önemli şeyler neyse onlar yerini bulduğu zaman mı yerleşmiş sayarsınız kendinizi? Bazen kitaplardır bu, bazen giysiler yahut eşyalar; çoğumuz için fotoğraflar ve hatıralar bir yeri görece de olsa yerleşik kılar, ama bir evde ancak ilk yemek piştiği zaman mı gerçekten yerleşmiş oluruz? Yoksa ilk duygusal bağımızı kurduğumuz zaman mı?

Şehirse yerleştiğiniz mekân, bu, alışveriş yapacağınız yeri keşfetmeniz demektir, bakkalınızı, marketinizi, içiniz sıkılınca gidip oturacağınız kahveyi, çay bahçesini, soluk alacağınız yeşil alanı yahut mekânı paylaşacağınız komşuları keşfetmektir. Bütün bunlar duygusal birer yatırımdır. Bana en zor gelen ama en sevdiğim de budur. Çünkü duygularıyla yaşayan bir insanım her şeyden önce.

Sevdiğim bir ağaç, bana hayal kurdurtacak bir manzara parçası, güzel ışık alan bir pencere, hoş bir yol kıvrımı, yakın bir köşeyi mekân tutmuş kedi, bunlar benim için yeni bir eve, yeni bir mahalleye, yeni bir şehre yerleşmenin duygusal işaretleridir.

O mekânın tarihini, eski hikâyelerini öğrenmek bir sonraki aşamadır.

Geçiş, Rachel Cusk, Çeviri: Lâle Akalın, YKYŞu köşedeki metruk, harap bina kimindi mesela ve şimdi neden boş? O yarım kalmış apartman inşaatı hangi dönemin mirası? Her gün penceresinde oturup etrafı seyreden orta yaşlı adam niçin yalnız?

Çevrenizde sizin de katılmanız gereken bir ekonomik faaliyet, bir politik çekişme, mülkiyet ilişkileri, yönetim alışkanlıkları, insan hikâyeleri, kültürel bir alışveriş vardır. Bunlarla kuracağımız ilişki her şeyden önce semboliktir bence ve hayli çaba ister insandan, hatta bizi zorlayabilir.

Modern insanı, kendini hiçbir yerde evinde hissetmeyen bir varlık olarak tanımladık. Almanca “unheimlich” kelimesi hoşumuza gitti. Tekinsizlik dedik, ikircik dedik, yabancılaşmayı keşfettik.

George Santayana’ın bir deyişini sevdik sonra: “Amerika’nın iradesi, gökdelenlerde oturur, ama entelektüel gücü kolonyalist döneme ait bir çiftlik malikânesinde kalmıştır.”

Derken, Tanpınar’ın Huzur romanını okuduk ve Türkiye’de tam tersi bir durumun mu geçerli olduğunu sorduk; Mümtaz, modernleşen Türkiye’yi temsil ediyorsa, entelektüel gücü çoktan bir apartmana taşınmıştır, ama iradesi hâlâ eski bir Boğaziçi yalısında yahut ahşap konakta mı yaşamaktadır? Ya da öyle bir yeri mi özlemektedir?

Yakup Kadri’nin Kiralık Konak romanını okuyalı beri, Fatih’teki konak ve Şişli’deki apartman, ruhumuzdaki yırtılmayı mı ifade eder? Peyami Safa’nın Fatih-Harbiye romanı da cabası.

“Burası bizim” iddiası

Bir yerde mülk edinmiş bile olsanız, yabancı kimliğinizden sıyrılmanız epey uzun zaman alabilir. Şehirdeyseniz yabancılığınız başka yabancılıklarla daha kolay karışır belki, ama o yabancılık kolay çıkmaz üzerinizden, ikinci bir deri olarak kalır.

Bunları düşününce daha derinden hissediyorum, insanlık tarihinin baştan sona bir taşınma-göçme-yerleşme hikâyesi olduğunu.

Yerleşmek bir gelecek tasavvuruysa, aynı zamanda geçmişle bir yüzleşmedir mutlaka; ister silmek, unutmak için ister keşfetmek, anlamak için, geçmişle ilişki kurmadan bir yere yerleşmek imkânsızdır, çünkü dünyanın her karışı sizden önce başka insanlar tarafından şekillendirilmiştir.

İster ihya edilmiş ister yağmalanmış, ister bozulmuş ister ekilmiş olsun, her nereye yerleşiyorsanız o yeri başka insanların öyküleri çoktan damgalamıştır.

Bazen maske takmaktır yerleşmek –kimliğinizin bazı yönlerini gizlemeniz gerekebilir, uyum sağlamak ya da tutunabilmek için. Şehirde bir apartmanda uzun süre yalnız bırakabilir sizi insanlar, ama bir kasaba ya da köyse yerleştiğiniz yer, ziyaretler yapmanız, kendinizi tanıtmanız, bazı ortak faaliyetlere katılmanız beklenir.

Dünyada yerleşmeyi tekinsiz kılan öyle çok şey var ki; ayırım, önyargı, sosyal baskı, korku, tepki, inanç, örf, âdet, ne isterseniz.

Amerika’da beyazların oturduğu bir mahalleye taşınan zenci olmak istemezdim mesela; ya da zenci bölgesinde ev arayan bir beyaz olmak ne ürkütücüdür kim bilir. Dünyanın hiçbir köşesinde herhangi bir “yerleşim” yerine bir kadının tek başına çıkagelip yerleşmesi kolay olmasa gerek.

Yalnız yaşamak kimilerine göre ya zavallılık ya delilik ya da düpedüz kötülüktür hâlâ. Hele söz konusu bir kadınsa.

Öte yandan, ailelerin oturduğu bir banliyö semtine bekâr hâlinizle ya da gey kimliğinizle yerleşin bakalım, neler olacak. Komedi filmiyse sizi doğru yola çekmeye ya da evlendirmeye çalışan komşularınız olacak, korku filmiyse kapınıza kabadayılar dayanacaktır.

Amerikan “western” filmlerinde hep bitişik topraklarını paylaşamamak yüzünden birbirini öldüren ailelerin kan davaları konu edilir; Türkiye’de “eastern” denilen benzer bir sinema türü gelişmiş olsaydı, durum pek de farklı olmayacaktı herhalde. Bizim de köy edebiyatı denilen edebiyatımız doludur bu tip hikâyelerle.

Korku filmlerinde ise genç, mutlu ve küçük çocuklu masum ailenin taşındığı ev hayaletli çıkar çoğunlukla; ya da kötü adam yıllar sonra intikam almaya gelir. Yerleşmek tekinsizdir çünkü paranoya insan yaşamının vazgeçilmez çeşnisidir. Yeni gelen kiracı hırlı mı hırsız mı? Şu semte yerleşenler hangi dinden? Niye öyle giyiniyorlar?

Her sabah kahvede rastladığınız adam zararsız bir emekli mi yoksa sizi izlemekle görevlendirilmiş bir sivil polis mi? Yöre esnafı ya da işsiz delikanlı takımı neden şüphe ediyor da size öyle fena bakıyorlar her akşam geçerken?

Mülkiyet ilişkileri her ne kadar görece demokratikleşiyor da olsa, yerleşmenin getirdiği duygusal boyutta mülkiyetten de öte bir ait olma, aidiyet veya sahiplenme olayı vardır ki yerleşmeyi en tekinsiz kılan da bu galiba.

Burası bizim, seni burada istemiyoruz, çık git, yoksa… Tarih boyunca bu tehdit sonsuz sayıda duyulmuştur herhalde. İlle sözle olmasa bile bakışla ve davranışla belli edilir bu. Ah, ne acı bir yalnızlıktır o dışlanmak! Bakkal size ekmek vermez, kalmadı der, berber siz yaklaşırken tabelanın “kapalı” yazan yüzünü çeviriverir; bunlar sadece aklımızda kalan film sahneleri değil, hâlen gerçek hayatta yaşanabilecek şeyler bana kalırsa.

Tarihte getto dediğimiz korkunç tecrit yerleri, sonuçta da toplama kampları, bu yüzden kuruldu. Şimdi de büyük şehirlerimizde belli yörelerden göç etmiş insanların yaşadığı getto’lar yani varoşlar var. Girmeye korktuğumuz mahalleler var.

İşin bir de ekonomisi var tabii. İyi kötü bir iş bulduysanız, bir yere yerleştiğiniz konusunda kendinizi daha kolay kandırabilirsiniz elbette, bazı alışkanlıklar edinecek kadar paranız vardır en azından. Ya günde en fazla 10 lira harcayabiliyorsanız ne olacak? Sokağa yerleşmek gibi bir paradoksal durum herhalde.

Bazen görüyorum, sokakta kalmış kadın ya da erkeklerin başlangıçta birazcık umutla bir kaldırım kenarına ilk yerleşme çabalarını, kendi oturduğum mahallede; çok dayanmıyor iyimserlikle inşa ettikleri karton duvarlar.

Latife Tekin’in yeni çıkan ikiz romanlarından Manves City, acımasız kapitalist düzenin, açgözlülüğün insan ilişkilerini nasıl bozguna uğrattığını, aile ve ev denilen şeyleri nasıl yok edip anlamsızlaştırdığını okurun içine kazıyor âdeta.

Son okuduğum bir başka roman, Amerikalı romancı Tommy Orange’ın There There (Orada Orada) adlı romanı ise, Amerika’nın yerlisi Kızılderililerin uyuşturucuya ve içkiye bulanmış hâlde ayakta durma ve kimliklerini yaşatma mücadelesini anlatırken, yersiz-yurtsuz olmayı öyle damardan işlemiş ki, insan ev yahut yerleşme konusunda söz almaktan utanır hâle geliyor.

Orange, hikâyenin geçtiği Oakland şehrini anlatırken, Gertrude Stein’ın Herkesin Otobiyografisi kitabında çocukluğunun Oakland’ını nasıl değişmiş bulduğunu, “Orada artık bir orada yok” dediğini aktarmış. Çocukluğumuzun “orada”sını kaybetmek, çoğumuzun yaşadığı bir deneyim ve yerleşmenin tekinsizliğini bir kez daha vurguluyor benim için.   

Yoksulluk gibi, düşmanlık veya paylaşamazlık da yerleşmeyi tekinsiz kılan unsurların başında geliyor.

Kavimler ya da milletler bu yüzden savaşmış veya birbirini katletmiş tarih boyunca, hâlâ da bitmiş değil gördüğüm kadarıyla. Hep de üstün değer gibi gösterilmeye çalışılan bir ideoloji adına yapılmış bu. En kötüsü de milliyetçilik galiba. Herhangi birimizin oturduğu eve ya da mülk bildiği toprağa bir gün elinde fotoğrafla bir yabancı çıkagelip gözlerinde yaşlarla “Burası vaktiyle dedeminmiş” dese ne yapardık acaba?

Kanıt mı isterdik? İnkâr mı ederdik? Polis mi çağırırdık? Yoksa içeriye buyur edip, çay ikram edip, anlatın dedenizin hikâyesini mi derdik?

Bir yere en son yerleşen, kendinden öncekinin izlerini silmeye çalışır nedense, o izleri zenginlik saymak yerine.

Sıyrıl-sıçra-yerleş

Yerleşmek paylaşmaksa eğer –ki bence öyle– ulus devletten tutun da tek bireye kadar, paylaşmayı iyi beceren bir kültür var mı dünyada, emin değilim. Sıkı dokunmuş, kapalı topluluklar paylaşmada ve dayanışmada daha iyidirler herhalde, ama orada da biz modern insanlar artık çok fazla daralıyor, nefes alamıyoruz sanırım.

Modern insan için özgürlüğün bedeli hiçbir yere fazla yerleşmemek, ama o da ancak bir yere kadar işe yarıyor. Sonunda birileri gelip neredensin, kimlerdensin, neye inanırsın diye sorgulamaya başlıyor mutlaka.

Eskiden Türkiye’de “Son göçer aşireti Beritanlar, Keçililer işte son defa göçüyorlar” diye romantik belgesel filmler çekilirdi. Geçmişimizde büyük bir göçer kültürü olduğunu hatırlar, yerleşik hâlimize şaşırırdık.

Bence şimdi 21. yüzyılda başka bir tür göçerlik başladı; bir yandan yoksulluk yüzünden kendini oradan oraya atan, iş ve aş için göç eden, insan tüccarlarının çürük teknelerinde telef olan milyonlarca zavallı var; diğer yandan da azıcık parası, yani bir kredi kartı, cep telefonu ve bilgisayarı olan, “her an her yere gidebilirim” diyen ve kendini her yerde evinde hissedebilen hem özgür hem de kayıp bir genç kuşak var. Ama onları da tüketim kuşatmış durumda. Yeni teknolojik göçerlerin yerleşim yeri sanal dünya ve tüketim bence. Avatar dünyası.

Kendi adıma, önce Amerika’da sonra İngiltere’de hafif birer yerleşme provası yapıp, yerleşmek yerine sadece “iliştiğimi” anladıktan sonra, dönüp tekrar doğduğum kente, İstanbul’a temelli “yerleşmiş” birisiyim.

Ben de bir süre “Burası bize ait, sizin burada ne işiniz var, ey kaba saba adamlar” dönemi geçirdikten sonra, şehrimi paylaşmaya razı oldum, hatta paylaşmayı sever oldum; yaşadığım toplum “açık toplum” olsun özlemim olduğu kadar, yaşadığım şehir de “açık şehir” olsun özlemim var, ne kadar dünya şehri olursa o kadar seviniyorum.

Ama bunu yapabilmemi galiba yerleşmek dediğimiz o tekinsiz fiilin en son boyutunu, manevi boyutunu keşfetmeye borçluyum.

Keşfetmek derken, sadece bir başlangıç ve bir deneme olarak, bir soru şeklinde, yoksa hidayete erdiğim ya da yoga yapıp nirvanaya ulaştığım sanılmasın.

Mekânın Poetikası, Gaston Bachelard, Çeviri: Alp Tümertekin, İthaki YayınlarıManevi boyut dediğim şeyi öğrenmem bir tesadüfle oldu; feci bel, boyun ve sırt ağrıları çektiğim için sürekli fizyoterapiste gider olmuştum, en son gittiğim doktor, bütün dünyanın yükünü sen mi çekeceksin, her şeyi kontrol edemezsin, bırak kendini kasmayı dedi ve şimdi uzun uzadıya ayrıntısına girmeyeceğim bir felsefe kırıntısı öğretti bana: Sıyrıl-sıçra-yerleş.

Paranoya, suçluluk, sahiplenme, aidiyet, mükemmel olma takıntısı, kontrol tutkusu, bütün bu kötü alışkanlıklardan kabuk değiştirir gibi sıyrılıyor ve kendinize kazdığınız çukurdan dışarıya sıçrıyorsunuz; yerleştiğiniz yeni yer, kendi benliğiniz. Evet, tuhaf gelecek ama, ben hayatım boyunca asıl kendi benliğime rahat yerleşmemiş olduğumu, eğreti durduğumu, ruhumda iç sürgün yaşadığımı fark ettim.

Kendi benliğine yerleşmek, benlik sınırlarını biraz esnek tutmaktan geçiyor. Biraz da insanın kendi merkezine doğru bir yolculuk yapması söz konusu. (Böyle bir merkez olduğu da tartışılır ama umut olarak var en azından, Ütopya gibi.) Ben bu yolculuğa dansla başladım, tango yapıyorum şimdi.

Bir başka yazımda söylemiştim, tango benim ikinci vatanım oldu. İlk vatanım da edebiyattı zaten, ama edebiyat (ve dolaylı olarak felsefe) yerleşmesi iyice tekinsiz bir yer, kolaylıkla travma yaratıyor insanda.

Dans ise bedenle ruhun kısacık da olsa uyumla birleştiği, travmanın yatıştığı, geçiciliğin yani zamanın kabul edildiği, mekânın ise sorun olmaktan çıktığı çok somut bir benlik duruşu. Dans fukaranın gıdasıdır, açlığı unutturur diye bir deyim duymuştum, aynen öyle bir durum benimki de.

Tango İstanbul’da doğmasa bile baştan beri çok sevilmiştir bu şehirde ve her büyük şehre yakışır, büyük şehre göç etmenin travmasından doğmuş bir güzelliktir zaten.

Şimdi dans ayakkabılarımı alıp, metroya veya arabaya atlayıp bazı geceler gidip dans ediyor ve her seferinde kendi benliğime daha rahat yerleştiğimi hissediyorum.

Bildiğim, tekinsiz olmayan tek yerleşme biçimi bu şimdilik: yazı yazmak ve dans etmek.

Yaşadığım şehre tam anlamıyla layık bir yurttaş mıyım? Elbette hayır. Bu yazı boyunca sözünü ettiğim zorluklara duyarsız mıyım? Yazar olduğum için bu zaten mümkün değil. Ama dünyayı kurtaramayacağımı, kötülüğü kontrol edemeyeceğimi, kendimi de mükemmel bir insan yapamayacağımı hiç değilse kabullendim. Sıyrıldım ve sıçradım, enlem ve boylam cinsinden tanımlanamayacak bir varoluş olgunluğuna yerleşmeye çalışıyorum. Tam yerleşemeyeceğimi bilerek.

Şimdilerde bir de teselli cinsinden şakaya kaptırdım kendimi: İnsanlık çok da uzak olmayan bir gelecekte galiba dünyadan başka bir gezegene yerleşmek zorunda kalacak. Böyle düşünürseniz, yerleşmek dediğimiz şey aniden komikleşiyor zaten. Tekinsizliğinden hiçbir şey yitirmeden tabii.

Yerleşmek, şu tekinsiz fiil; onsuz yapamayız ama bizi hep kuşatan da odur.

Mekânın poetikası

Yerleşmek bizi kuşatır, ama hayatı bir değer olarak üretmek, daima yeniden üretmek için de yerleşmek neredeyse varoluşsal özümüzdür, çünkü biraz gerçek, biraz da düşsel anlamda mekânlardır hayatımızı tutan.

Bir çocuk düşünün, oturduğu evin salonundaki halı onun bahçesi, yemek masasının altı onun kendine ait dünyası, hayalinde yarattığı karakterlerle paylaştığı gizli mekânı. Büyük annesinin sandığı onun için bir masal hazinesi, evdeki karanlık odanın kapısı ise korkulu bir öte dünyanın eşiği. Köşede duran büyük vazo, belki cinlerin saklandığı bir sihirli lamba.

Bu çocuk biraz bendim elbette, biraz sizdiniz. Gerçi, bu çağda çocukların halılar ve sandıklardan çok, akıllı tablet ekranlarıyla ve bilgisayar oyunlarıyla ilişkisi var, ama hayal gücünün insan varoluşundaki yeri çok da değişmedi bence.

O çocuğun hayalinde, mutfaktaki çatal ve kaşıklar büyük olasılıkla birbirleriyle konuşuyorlardır, fincanlar dedikodu yapan cadılara benzer, büfedeki misafirlik tabaklar ise, uzaydan gelmiş uçan daireler olabilir.

Daha çocukluğumuzda, sadece bir eve, aileye, yuvaya alışmamızın değil, âdeta dünyaya yerleşmemizin provası, bu hayal gücüyle gerçekleşir.

Yazının başında, yerleşmek duygularla yapılan bir şey dedim. Hayal gücü de duyguların en ilk, en doğal ürünü. Hepsinin kökeninde arzu var bence. İnsan yaşamını arzu yönetiyor. Bir de, tabii, gizem arayışı ve bilinmezlikle yüzleşmek. Hayat zaten arzuların peşinde, bilinmezlikle yüzleşmeyi öğrenmekten ibaret diye düşünüyorum, bunu da ilk olarak büyüdüğümüz evde deneyimleriz.   

Gaston Bachelard’ın Mekânın Poetikası adını verdiği kitabında, “Ev ve Evren” diye bir bölüm var. Bachelard’a göre, insanın ilk evreni, büyüdüğü evdir. O ilk evle ilişkisi neyse, en geniş anlamıyla kozmosla ilişkisini de o belirleyecektir.

Bir evin içinde, birtakım odalarda “gündüz düşleri” görmeden, insanın insan olması mümkün değil, Bachelard’ın görüşünde. Ev değil de bir çadır olabilir bu. Sokak çocuğu bile bir apartman köşesinde bu hayalleri kuracaktır.

Mekânların içinde kurduğumuz bu hayaller, zihnimizin topografyasıdır. Varoluşun poetikası buralarda yaratılır. “Yaşanılmış mekân, geometrik mekânı aşar” diyor Bachelard. Şiirsel düşler, bizi biz yapan iç dünya, dış dünyayla bütün bağlantısını bu yaşanmışlık yoluyla inşa ediyor.

Ev dediğimiz iç mekânların, her ne olurlarsa olsunlar, derme çatma bir barınak da olabilir bu, yerleştiğimiz yer her neresiyse, geçici bile olsa, mekânı duygulara ve hayal gücüne tercüme edecektir.

Bachelard’a göre, “orada” ve “burada” farkı da yoktur, yani bir başka deyişle “iç” ve “dış” ayrımı da yoktur mekânın şiirselliğinde. Bir orman, bir sokak, bir kuş yuvası da bize mekân duygusunu aşılayabilir. İç ve dış daima yer değiştirebilir, her ikisi de mahrem mekânlar olabilir ve her ikisini de kaybetmek aynı ölçüde acı verebilir. Gertrude Stein’ın “Orada bir orada yok” deyişini hatırlatan bir gözlem bu.

Bir bakıma, asıl çocukluk mekânlarını kaybettikten sonra, bütün bildiklerimizi unuttuktan sonra, şiirsel imge dediğimiz şey, tıpkı dilin kendisi gibi, birdenbire ortaya çıkar, diyor Bachelard. Önemli olan nokta, hepimizin şiirsel imgeyle ilk tanışıklığımızın, “ev” saydığımız o ilk mekânlarda gerçekleşiyor olması. İnsan bilinci o mekânlarda barınır. Bachelard’ın bazen “düş evi” dediği yerler, yani yarı gerçek, tuğla ve beton, yarı hayal ürünü, perilerin dolaştığı gizli köşeler.

Virginia Woolf’un Deniz Feneri romanı geliyor aklıma, çünkü bu düş mekânlarına en iyi örneklerden biridir. Yazarın kendi hayatında deneyimlediği, Cornwall bölgesinde yaz tatillerini geçirdiği ev, hayatla en ilk ve en gerçek, yani en düşsel ilişkisini kurduğu mekândır.

Işık Ülkesinden, Zeynep Göğüş, Everest YayınlarıO evde sabahları uyandığında, penceredeki stor perdenin iplerine takılı minik ahşap ağırlıkların yerdeki döşemede, perdeler oynadıkça çıkarttığı tıkırtı, o duvarlardaki güneş ışığı ve denizin uzaktan gelen sesi, Woolf için yaşama coşkusunun, sevincin kaynağıdır. Yaratıcılığın da kaynağıydı büyük olasılıkla, biraz da o evde büyüdüğü için yazar oldu.

Deniz Feneri romanında, Cornwall’daki ev, bir yandan da zamanın geçişine tanık olan, içinde çeşitli hayatları ve hikâyeleri barındıran bir simge mekâna dönüşür, evin kendisi romanın baş kahramanı olur.

Edebiyatta sık rastladığımız ve her seferinde bizi etkileyen bir metafordur ev. Marcel Proust’un kahramanı Marcel için, bazı duyuların büyü gibi hemen zihninde canlandırdığı Combray’deki çocukluk evi, bir başka klasik örnek.

Ben Ada’daki Ev romanımda, tatil için geçici bir süreyle de olsa, evcilleştirilmeye çalışılan yabancı bir evi, korkularımızın simgesi olarak resimlemeye çalışmıştım.

Orhan Pamuk’un Sessiz Ev romanındaki eski aile evi, birkaç kuşağın huzursuzca bir arada barınmaya çalıştığı, ister istemez çatıştığı bir mekân olarak, belki Türkiye’yi temsil eden bir simgeye dönüşüyordu.

Daha yeni çıkan bir başka roman ise, Zeynep Göğüş’ün Işık Ülkesinden romanı, hem göç etmenin ve yeniden yerleşmenin tekinsizliğini hem de Bachelard’ın kastettiği anlamda, bir evin, iç mekânların, eşyaların farklı insanlar için nasıl farklı dünyalar kurduğunu çok güzel anlatıyor.

Rumeli Balkan göçmeni Bayraktar ailesinin İstanbul’da yerleştikleri, Göztepe’deki köşk de bir boyutuyla, çok farklı kuşakları ve birbirine zıt zihniyetleri barındırmasıyla, gene Türkiye’nin yüz yıllık tarihini simgeliyor.

Gözümüz kapalı, ezbere bildiğimiz ve ilk yüksek basamağını karanlıkta dahi düşmeden tırmanabileceğimiz bir merdiven ya da eşik vardır mesela, o evlerden birinde, Bachelard’a göre.

“Organik alışkanlıklarımız” oluşmuştur orada. Mekânın düşselliğini, arkeolojik kazı yeri hâline getirir Bachelard’ın “ev” tanımı.

Bachelard için ve sanırım birçok şair ve romancı için, oturulan ve yaşanılan mekânın paylaşılmış “aura”sı ve özlemi, o mekânı özel, neredeyse kutsal, yarı-dinsel, hatta mutlak bir yere dönüştürür. Geçmiş, şimdi ve gelecek orada birlikte dururlar. Böyle bir evin kendisi de, canlı bir varlıkmış gibi, içinde yaşayanlara uyum gösterir, insan ve ev birbirlerini karşılıklı şekillendirir ve etkiler. Ev kendine özgü bir şahsiyet kazanır, bir psikoloji edinmeye başlar.

 “Ev, tıpkı insan bedeni gibi maddi ve manevi bir enerji edinir” diyor Bachelard. Sonra da soruyor: Ya o dolaplar, o çekmeceler, o şifonyerler, o gizli koridorlar ve saklı köşeler? Hele ve özellikle, ya o sandıklar?

“Sandık, unutulmaz şeyleri saklar. Geçmiş, şimdi ve gelecek orada yoğunlaşır. Sandık, zaman varoldukça unutulmayacak şeylerin hatırasıdır.”

Ben sandıklara Bachelard kadar düşkün değilim, ama anlattığı o içsel, düşsel mekân deneyimlerine çok duyarlıyım, çünkü bütün hayal dünyam, hayata bakışım, dünya görüşüm, giderek edebiyat sevgim, o kanaldan oluştu.

Gerçekte bu, hepimiz için geçerli. Benim sandıklara meraksızlığım ve yerleşmeyle ilgili şüpheciliğim belki iki şeyden kaynaklanıyor. Birincisi, en küçük yaşlarımda yerleşik mekânımız olmaması, göçebe bir hayat yaşamamız. Sonradan benim hayatımda da bir “ev” oluştu elbette, o halı benim bahçem, o masa altı benim odamdı. Ama en küçük yaşların anıları çok silik.

İkincisi, atalarımdan bana tek karış toprak, ya da 50 metrekare bile bir ev kalmaması. Sıfırlanmış bir aileden geliyorum. Annemden kalan üç mobilya var evimde. Ebette anılarla yüklü, ama bana daha çok yerleşmenin tekinsizliğini fısıldıyorlar.

Bir yandan, Virginia Woolf gibi, elbette benim hayatımda da, aralık pencerenin, bir perdenin dalgalanaşının, bahçe ve deniz seslerinin poetikası çok güçlü.

Belki de mekânların içimde çok derin yer etmesi nedeniyledir, sonradan mekânlara biraz kayıtsızmışım gibi bir mesafe kurmuş olmam.

Zeynep Göğüş’ün romanında, nihayet aile reisi ölüp de mirasın paylaşıldığı, Göztepe’deki köşkün satıldığı anda beliriyor asıl, yerleşmenin tekinsizliği. Sandıklar, eşyalar, kayıp defterler, o zaman en büyük güce sahip oluyorlar.

Ben sandıksız da olsam, düşsel mekân poetikasına asla kayıtsız olamam. Çoğu yazar gibi benim de yaratıcılığımın kökeni orada.

Belki de, yerleşmenin tekinsizliğidir, yani dünyaya yeniden çocukluk evimizdeki gibi yerleşebilmenin imkânsızlığıdır, o özlemdir, şiiri ve edebiyatı asıl yaratan dürtü.