Virginia Woolf’un sürekliliği…

Bir ‘lady’ olarak Virginia Woolf, ‘İngiliz dil ve edebiyatı bölümlerinin gözbebeği’ Virginia Woolf, bilinç akışı tekniğinin annesi ve ‘çalkantılı ruh hallerinin yazarı’ Virginia Woolf…

22 Aralık 2022 23:00

Yıllar sonra gene Ankara’dayım ve bir kere daha içinde Virginia Woolf’un da olduğu bir yazarlar üçlüsü üzerine düzenlenen konferanslarda Woolf üzerine konuşmam sözkonusu. Sene 2022 ve yıl hemen 2023’e dönmeden üçünün de 1922 yılında yazdıkları üç önemli eser üzerinden ‘Modernizmin Yüzüncü Yılı’na bakmamız gerekiyor; Ulysses, Çorak Ülke ve Woolf’un bilinç akışını ilk defa gerçek anlamda kullandığı romanı –benim çevirdiğim–  Jacob’un Odası. Böyle bilgiler, çakışmalar, yıldönümleri sevilir, ve/ama sadece kurumsal işlere yaratılmak için kullanılmıyorlarsa –kutlamalar, konferanslar, yıldönümleri, esrarengiz ‘100. Yıl’ meselesi– iyimser tahminle  bazı şeylerin neden hâlâ yaşadığını ya da yaşatıldığını düşündürürler. Bu Woolf üzerine konuştuğum üçüncü sempozyum ve üçü de Woolf’un okur tarafından tüketilme biçimleri üzerine gözlemlerde bulunmaya yol açan şeylerdi.

Bir kere bir ‘lady’ olarak Virginia Woolf var; tam anlamıyla aristokrat vs. olmamakla birlikte Woolf’un ayrıcalıklı konumu ve  –ona imkânlar sağlayan–  seçkin bir aileden gelmesi, gözlemlediğim kadarıyla onun memleketlilerini meşgul eden bir mesele. Konferanslardan birini bizzat organize eden bir İngiliz kültür işleri idarecisinin sohbet arasında dediği gibi bazı memleketlilerinin ‘Woolf’la işi olmaz’; çünkü she is a toff – ‘o bir kodaman’. Bu tepkiyi duyduğumda doğrusu şaşırmış ve modası geçmiş bir yazara ulaklık ettiğim hissine kapılmıştım. Kötü bir his. Sınıf üzerinden verilen yargıların bizi en azından o an için susturmasının etkisiyle, ‘ama yazarlığı, düzyazısı…’ falan gibi gerekçeler öne sürme cesareti bulamadığımı hatırlıyorum. Aksine; beni hâlâ Woolf sevmeye iten acaba bir yabancı için Halide Edip Adıvar sevmek cinsinden bir şey miydi ve mesela önümüzde Sylvia Plath ya da Suat Derviş gibi örnekler dururken neden hâlâ yukarıdaki ikisiyle uğraşıyorduk/m? O sırada henüz Lady Diana da ölmemişti ve –ilginç bir fenomen olan– halkın prensesi Lady Diana kültü başlamamıştı. Gerçi, bunun Virginia Woolf’un işine yarayacağı ve ‘halkın prensesi’ kültünün bir ‘halkın bilinç akışı yazarı’ mertebesini doğurmayacağı da o zamandan malumdu.

Bu bizi ‘İngiliz dil ve edebiyatı bölümlerinin gözbebeği’ Woolf’a getiriyor. Bazı yazarları sürekli ‘kanonize’ etmenin ve öne sürmenin akademide bir trend olması ve bu yazarların çok şey açıkladıklarını düşünmenin yolunu açması durumu bir gerçek. Kendine Ait bir Oda yazarının feminist literatüre olan katkısının da rüzgârıyla ve tabii bilinç akışı tekniğinin annesi olduğunun ‘sabit olmasıyla’ –fakat Laurence Sterne’e ne demeli?–  oluşan bir çeşit filolojik aristokrasi mantosu da Woolf’un sırtına sıkça yüklenir, onu neredeyse karşı çıkılmaz kılar ve bazı okurların pekâlâ da anlaşılabilir ‘yetti Virginia Woolf’dan da’ tepkisini haklı gösterebilir.                 

Bir de ‘çalkantılı ruh hallerinin yazarı’ Virgina Woolf var ki, bu da ona iliştirilen bir madalyadır ve çoğu kez Woolf’un yazarlık hakkındaki “her sabah masanın başına oturup birkaç sayfa yazmazsanız hiçbir şey yazamazsınız” gibi cümlelerini unutmamıza yol açar. Oysa bu çalışkan kadın kocasıyla birlikte küçük çaplı bir ev-yayınevi de kurmuş ve bir yandan kendi yazısının dertlerini çekerken bir yandan da bu yayınevinin, Hogarth Press’in editoryal ya da hatta gündelik işlerini de üstlenmişti.

Ama onu aşırı duyarlı ve dengesi her an bozulabilecek bir yazar figürü olarak görmek daha çok sevilir ve mesela en bilinen romanı Mrs. Dalloway genellikle romana adını veren ‘ünlü bir adamın karısı’ Clarissa Dalloway’den çok, dünyaya karşı bir zar kadar duyarlı ve dengesi her zaman tehlikede olan diğer roman kahramanı Septimus merkezli okunur. (The Hours gibi filmler de bu okumayı pekiştirmiş ve popülerleşmiştir.) Oysa, romanın daha ilk cümlesi, “Clarissa çiçekleri kendisi alacaktı”, kendi işini kendi gören ve/bu yüzden de dünyaya karşı duyargaları her zaman açık olan –asla tamamen Virginia Woolf da olmayan–  bir kadın kahramanı haber verir. Clarissa: “Yürürken bir yandan da tek yeteneğim insanları anlamak diye düşünüyordu, neredeyse içgüdüyle sezmek.”

Bu cümle Virginia Woolf’un önemli (belki de en önemli) bir özelliğini çok iyi açıklar. Onun ünlü cümlelerinden biri “androjen bir zihin yankılarla dolu ve geçirgendir, … doğuştan yaratıcı, parıl parıldır ve ikiye bölünmemiştir” der. Ki, cinsiyetler arasında gidip gelen aynı adlı romanının kahramanı Orlando, genç bir erkeğin hayat karşısındaki şaşkınlığını anlayan ve anlatan Jacob’un Odası’nın kahramanı Jacob, cinsiyetin akışkanlığının keşfinin henüz tamamlanmadığı bir zamanda Woolf’un farklı cinsiyetlere sızmaktaki öncü çabasının örnekleri arasındadır. O kadar ki, Virginia Woolf’un roman kahramanları arasında insan merkezliliği de geride bıraktığı örnekler de vardır. Romanlarında ara sıra bir ‘ineğin öksürdüğünü’ okuduğumuz bu yazar, Flush romanında edebiyat tarihinin ünlü çifti Robert Browning’le Elizabeth Barrett Browning’in köpeği Flush’ın dünyayı deneyimleme biçimini merak etmiş ve deyim yerindeyse başarıyla ‘onun derisinin altına girmiş’tir. Bu kılıktan kılığa, kılıftan kılıfa girme ustasının sadece insanın türlü hallerini değil dünyadaki başka yaratıkları ve ‘varoluş biçimlerini’ de (ya da kendi tarifiyle ‘varoluş anları’nı) merak etmesi belki ondan bize kalan en esaslı mirastır.

Günümüzde yaşasaydı, belki hem fantastik hem de edebiyat tarihine ilişkin öğeler barındıran, yüzyılları kat’eden hayalgücünü Pan’ın Labirenti yönetmeni Guillermo del Toro için bir senaryo yazmakla ilgilenebilir, hatta kimbilir, hele iyi de para veriyorlarsa, –çünkü Hogarth Press’in hep paraya ihtiyacı vardır–  X-Mendizisinden bir tanesi için de kalem oynatabilirdi. İyi bir yazar böyle şeyleri asla küçümsemez.

 

 

GİRİŞ RESMİ:

Lytton Strachey, Virginia Woolf. Haziran 1923.

Fotoğraf: Lady Ottoline Morrell