İlknur Yakupoğlu yöresinin müziğini yaşatmayı kendine sevgi ve sebatla iş edinmiş bir halk müzisyeni. Bunu yaparken geleneksel oturuş kalkışları önemsiyor, kerteriz alıyor. Fakat bir derleme yaparken veya bir şarkı, türkü yazarken içine tavrını, sözünü, hissiyatını katmayı da bir o kadar önemsiyor. “Yeni” bir şey yapmak istediğinde zemininden emin olmayı ve yaptığı şeyin içine sinmesini de…
05 Temmuz 2020 18:00
Salgının pik yapmaya yakın olduğu günlerde bir yandan gönüllü karantinamıza devam ettik, bir yandan da çok anlam veremeyerek çeşitli yasaklara uyduk. Gün içinde değişen uygulamalara ayak uydurmaya çalışıyoruz. Bilinmezle mücadelede bireysel ve toplumsal olarak bir sınavdan geçtiğimiz aşikâr... ‘Gayretkeş’ yöneticilerimizin koyduğu kısıtlamalardan biri de sahillerin sulu kısmından yürümeyi yasaklamalarıydı. Ben Sarıyer hattının kuru kısmında yürüyordum. Karanlığa düşmemem için yürümem tavsiye edilmişti çünkü. Siz ne diyorsunuz yahu, etlerimiz yumuşayacak, depresyona düşeceğiz diye bazılarımız evde daireler çizerek koşmak suretiyle spor yaptık, – ben yaptım, evet. Lafı çok uzun yerinden başlattım. Belki içinden geçtiğimiz –ya da bizim içimizden geçen– günlerin tuhaflığına parmak basmak istiyorumdur. Kuracağım bağlantı şu: Bu sahil boyunda yürüme yasağının kalktığı vakit su kenarından sıkı, sık ve hızlı adımlarla egzersiz mahiyetinde yürüyüşümü yaparken içimden “Ne acayip hallerdeyiz yahu” diye geçirirken Spotify’ın Release Radar’ıma attığı bir parça düşüncelerimi deliverdi. Sırasıyla gitar çarpma, kemençe, bas, buzuki, tanıdık bir ses... ve Uzun Lafın Kısası.
Kireçburnu sahilinde henüz açılan balık restoranlarındaki fiziksel mesafesini koruyarak servis yapmaya çalışan maskeli, siperlikli garsonları ve sanki restoranlar iki aydır hiç kapalı değilmiş de daha geçen gün ordaymışlar gibi yiyip içen müşterileri çaktırmadan dikizleyerek sportif yürüyüşümü yapıyordum. İnsanların yüzleri gülüyordu belki –garsonların yüzünü seçemiyordum– ama duruşlarındaki ve omuzlarındaki gerginliği görebiliyordum. Bence herkes her-şey-normal oyununu oynuyordu. İşte tam zihnimin oyunlarıyla gerçekler arasındaki farklar üzerine düşünürken birinin “Uzun lafın kısası boştur dünya tasası” demesi ne kadar mutlu etti beni, anlatamam. Oh be! Resmen ağzım kulaklarıma vardı. Omuzlarım kıpraşmaya başladı. Adımlarım daha bir şevklendi. İlknur Yakupoğlu bilmiyordu ama ihtiyacım olduğu bir anda imdadıma yetişmişti. Onunla Müzikle Yaşayan Kadınlar vesilesiyle tanışmıştık. Kitap için 2018’deki görüşmemizden bu yana hiç temas etmemiştik. Bu şarkıyı fırsat bilerek ilk fırsatta onu arayayım, hem şarkıdan konuşalım hem de hallarını sorayım istedim.
“Bana bu aralar nasılsın diye soran herkese Türkiye gibi diyorum. Her şey her an çalkantıda. Biliyorsun ben Ankara’da yaşıyorum. Salgının başından beri buradayım. Köye normalde Ağustos-Eylül gibi gideriz, bakalım bu sene ne zaman gidebileceğiz. Korona günlerinde olanları, haberleri takip ederken ister istemez hayatın ne kadar boş, her şeyin ne kadar anlık olduğunu bir daha fark ediyorsun. İnsanların kendilerini bu kadar parçalamalarının, bu kadar hırslı ve kinli olmalarının gereği yok ki. Bu kadar kötülüğe, birbirini öldürmeye, dışlamaya, ötekileştirmeye hiç gerek yok. Özellikle de bu zamanlarda tecrübelerimizle öğreniyoruz ki hayatta yapacağımız en güzel ve en mantıklı birikim, insan biriktirmek... Bir yolculuk sırasında çok güzel, görkemli yerler görmüştüm. Ama oralarda insanın olmadığını düşün, o güzelliğin hiçbir kıymeti olmaz o zaman. Bir yandan da o kadar kötü bir dönemde yaşıyoruz ki! Hastalıklar bir yandan kırıyor, diğer taraftan yöneticiler insanları ezmeye çalışıyor, dil-din ayrımı yapıyorlar... Halbuki hayat ne kadar kısa. Eskiler böyle dediğinde gülerdim hep. Şimdi o yaşları devirdik gidiyoruz.
Şarkının sözleri bana ait, müziğini kardeşim Savaş Yakupoğlu’yla birlikte yaptık. Düzenleme yine Savaş’a ait. Klibini Savaş’ın kurduğu Asya Müzik’in balkonunda çektik. Arkamızda gözüken ışıklar da sarayın ışıkları. Saraya karşı söyledik yani.”
Açıkçası kemençeden sonra buzuki girince şaşırmıştım. Bakmayarak dinlediğim için merakla kim söyleyecek diye beklerken İlknur Yakupoğlu’nu duymak beni şaşırttı ve dediğim gibi mutlu da etti. Bunu İlknur Hanım’a anlatınca buzuki sandığımın aslında gitar olduğunu söyledi. Yöresel müzik yapan biri olarak bu tür bir motif kullandıkları için önce biraz tedirgin olmuş, sonra her zaman yaptığı gibi ne hissettiğinin peşine düşmüş. Şimdi sonuçtan emin ve memnun.
“Bu şarkıda Karadeniz ezgilerinin dışında ezgiler de oldu. Ama herkesin yüreğine ulaşmak istedim ve çok da sevildi. Genç bir arkadaş şöyle bir mesaj atmıştı, ‘Zannedersin Yunanistan’dan bir ezgi dinliyorsun ve bir yandan da Karadeniz yaylalarında geziniyorsun’. Bu tür cümleler mutlu ediyor gerçekten. Yöresel müzikte tavırlar vardır. Fakat maalesef onların dışına çıktığın anda tepkiler gelmeye başlıyor. Ben hep yöremde, toprağımda, kendi içimizde nasıl konuşuyorsak o şekilde aktarmaya çalışıyorum. Bilmiyorlar ki bizim Tonya on dört bin nüfuslu bir kasaba ve mahallesinden mahallesine konuşmalar farklıdır. Bunu bilmeyen bazı insanlar ‘Şiveyi yanlış kullanıyorsun’ gibi mesajlar atıyorlar. Mesela Ben Denizde Bir Gemi de tam olarak yöresel bir şarkı değildir. Ama sözleri bu topraklara aittir. Uzun Lafın Kısası da benzer bir yapıda. Sonuç olarak biz yaptığımızda samimiyiz ve sözlerimizle gerçeklere değindik. ”
İlknur Yakupoğlu (Fotoğraflar: Savaş Yakupoğlu)
İlknur Yakupoğlu yöresinin müziğini yaşatmayı kendine sevgi ve sebatla iş edinmiş bir halk müzisyeni. Bunu yaparken geleneksel oturuş kalkışları önemsiyor, kerteriz alıyor. Fakat bir derleme yaparken veya bir şarkı, türkü yazarken içine tavrını, sözünü, hissiyatını katmayı da bir o kadar önemsiyor. Dolayısıyla bu şarkısında farklı yöre ezgilerinin yan yana gelmesinden neden tedirginlik duyduğunu sorduğumda; günümüzde yöresel müziklerin ele alınış biçiminden kendisinin de memnun olmadığından, müziğin içerik ve biçim olarak içinin boşalttığından dem vurdu. Bu yüzden kendisi de “yeni” bir şey yapmak istediğinde zemininden emin olmayı ve yaptığı şeyin içine sinmesini önemsiyor.
“Yirmi dört yaşıma kadar Tonya’da yaşadım. Ukalalık olarak algılanmasın ama ben her iki tarafı da çok iyi algılıyorum. O insanların sesini, yüreğini biliyorum. Çünkü onlarla birlikte çaldık söyledik, sohbet ettik... İnsanın hangi inançtan, dilden olduğunun hiçbir önemi yok ki. İnsani değerleri ruhunda barındırıp müziğine de uygun bir şekilde bunu yerleştirebiliyorsan herkese ulaşırsın. Benim de tek istediğim gerçekten yüreğimde yeşeren güzellikleri insanlarla paylaşmak. ‘Gerçek’ olduğun zaman her gönüle ulaşabilirsin.”
Müzikle Yaşayan Kadınlar için söyleştiğimizde İlknur Hanım’a “Müziğinizde sahne performansını nasıl konumlandırıyorsunuz?” diye sormuştum. Niyetim daha önceki bir söyleşisinde onu “Ben çok konser vermiyorum” cümlesini kurma noktasına getiren koşulların ne olduğunu öğrenmekti:
“Karadeniz müziği organizasyonları kafası boş, cebi dolu adamların elinde. Mesela bir etkinlik yapacakları zaman siyasi anlamda duruşun, hayata bakışın, kendini ifade edişin adamların hoşuna gitmiyorsa seni istemiyorlar. [...] Her şeyin özü bozulmuş, ne türkülerde, ne horonda estetik kaldı. Ben o organizasyonlarda, o toplulukta da olmak istemiyorum. Halbuki horon bir ibadet sayılır Karadeniz bölgesinde. Eskiden nasıl olurdu bu? İnsanlar bir araya toplanırdı, sohbetler edilirdi. Oturak kaideleri söylenir en sonunda da bir horon kurulur, iş biterdi.”[1]
İşin bir de bu ortamda müzisyen kadın olma boyutu var, üstüne üstelik kemençe çalanından:
“Erkekler ortamlara daha rahat girip çıkıyorlar. Kadınlar bunu yapamıyorlar. Yaptıkları takdirde de –yapanlar var ayrıca– bu onların başka bir damgayla gezmesine sebep oluyor. Bir kadın olarak ben bunun rahatsızlığını duyuyorum. Mesela beni eleştiriyorlar işte sen çok rahat değilsin diye. E benim çekincelerim var çünkü biliyorum hangi tilkiler dolanıyor kafalarında, tanıyorum insanımı. Bir keresinde, böyle saçlar belinde Rihanna gibi bir kız çıkmış sahneye Karadeniz türküsü söylüyordu. Zıplıyor hopluyor, yıkıyor ortalığı! Sahnenin arkasındaki horon ekibi ve yöneticilerimiz de kızın arkasından veriyorlar veriştiriyorlar. Dedim ki ‘Ya siz ne kadar sahtekârsınız! Beni eleştiriyorsunuz böyle davranmadığım için, e bu kızcağız sizin istediğiniz gibi davranıyor?!’ Hal böyle olunca onların da kendi kafalarında çok net olmadıklarını düşünüyorsun. Onlara göre kadınlar hem güzel görünecekler hem edepli olacaklar...”[2]
Gelelim günümüze. Covid-19 sebebiyle her alanda sahne performansları bıçakla kesildi. Daha ne kadar böyle devam edeceğini de bilmiyoruz, Yakupoğlu’na online etkinliklerin onun için de farklı bir mecrada dinleyicileriyle hayalindeki gibi bir buluşma imkânı yaratabilir mi diye soruyorum. Sonuçta dijital ortamı hiç bilmediğimiz bir açlıkla kullandığımız günlerdeyiz. Kendimden biliyorum, ilk günlerde bu vakte kadar burun kıvırdığım görüntülü görüşmeler bir süre için rutinim oldu da tuhaf “duyusal” bir yorgunluk hissedince eski usûl, yani sadece sesli görüşmelerime öyle geri döndüm. İlknur Hanım’ın cevabı ise kısa ve net. Korona’dan önce kardeşleriyle nasıl komün halinde yaşıyorsa şimdi de bu yaşam şekline devam ettiğini, onun için değişen bir şey olmadığını; yeni çalışmalar yaptığı zaman da Uzun Lafın Kısası’nda yaptığı gibi insanlarla sosyal medyadan paylaşacağını söylüyor. Yakupoğlu ayrıca toplumumuzda yazılanların, çizilenlerin, söylenenlerin insanlar tarafından ciddiye alınmadığına da dikkat çekmek istiyor. Bunu serzenişte bulunarak değil gerçekçi bir tavırla dile getiriyor. Hissettiğim kadarıyla İlknur Yakupoğlu imkânları el verdikçe müziğini yapmaya bakıyor, gerisini hayatın akışına havale ediyor. Diyelim o şarkısını bir kişiye yapıyor, üç kişi dinlerse mutlu oluyor. Kardeşleriyle, dostlarıyla çalıyor, söylüyor, üretiyor. İlknur’un sahnesi evi, balkonu, bahçesi. Onun sahnesi içinde...
İlknur Yakupoğlu'yla sohbetimizin ses grafiği
Konjonktür gereği buluştuğum müzisyenlere salgın günlerinin onları nasıl etkilediğini, müzik zamanlarının nasıl aktığını ve plan-programlarını nasıl, neye göre yaptıklarını soruyorum. İlknur Hanım’a da sordum.
“Bizler covid-19’dan önce de zaten zorluklarla mücadele eden müzisyenlerdendik. Bu korkunç bir ifade gibi gelebilir belki ama salgın insanları biraz da olsa eşitledi gibi geliyor bana. Algısı açık, düşünüp sorgulayan insanlar, müzisyenler açısından diyorum bunu, belki onlar şimdi zor durumda yaşayan müzisyenlerin durumunu daha iyi anlıyorlardır. En azından bunu düşündüklerini umuyorum. Sosyal medyadan yapılan canlı yayınlar müzisyenlere ne kadar katkı sağladı bilmiyorum. Bir de yeni bir şey çıktı, takipçin belli bir sayıya geldiğinde youtube sana ödeme yapacakmış. Benim youtube’da o kadar takipçim yok, oturup ağlayacak mıyım şimdi?! Ben özellikle de yöre müziğini başka alanlara taşıyabilmek için çok emek veriyorum ve vermeye de devam ediyorum. Uzun Lafın Kısası’nda anlattığım gibi, tek gerçeklik insanın insana değer vermesidir, samimi olmaktır, kalbini sevgiyle yeşertmektir. Apartman dairen olmuş, araban olmuş hiçbir şey fark etmiyor. Hayat sürprizlerle dolu, yarın sabah neye uyanacağımızı hiç bilemiyoruz. Bu virüsün dünyayı salladığı gibi başka bir şey de başka bir şekilde sallayabilir. O yüzden ‘Hayata dair büyük planlar yapmalı, şöyle mi olacak, böyle mi olacak’ demek yerine biraz da suyun akışına bırakmalı insanlar diye düşünüyorum. Temkinli olmalıyız tabii ama korkarak da hiçbir şeyin üstesinden gelemeyiz. Ben hep şöyle düşünürüm, hayat hiçbir zaman tek şeritte akmayacak. Acıyı da, sevinci yaşayacağız. Kavga da edeceğiz, barışacağız da. Gerçekçi olmak lazım.”
Acar bir gözlemci olarak merceğimi tuttuğum konulardan biri de müzisyenlerin mesleki örgütlülüğe dair düşünceleri ve tutumları. MESAM ve MÜYORBİR üyesi olarak İlknur Yakupoğlu’nun da bu konuya eğildiğini bildiğimden son günleri bu bağlamda nasıl değerlendirdiğini sorduğumda “Balık baştan kokar,” diyor;
“Mesela MESAM’ın yönetimine pandemi sürecinden bir ay kadar önce kayyum atandı. Açık söylemek gerekirse arka bahçede neler döndüğüne dair hiçbirimizin kesin bir fikri olamayacağını düşünüyorum. Herkes bir şeyler söylüyor ama böyle bozuk bir çarkın içinden hiçbir kuruma güvenemiyorsun. Evet bu kurumlar var ama nerede güç varsa o gücün yönlendirmesiyle şekilleniyorlar.”
Covid-19’u uygun bir köşeye kaldırıp görüşmeyeli neler oldu diye konuşmaya başladığımızda gündemimize, günümüz müzik dünyasının muhteviyatı değiyor. Yakupoğlu “Bir daha, bir Âşık Veysel, bir Mahzuni Şerif, bir Neşet Ertaş yetişecek mi emin değilim” diyor. Bu öykünmeyle empati kurabilmekle birlikte bu isimlerin temsilini, tavrını günümüzde aramanın insanın kalbinden ve geleceğinden çaldığını iddia ediyorum. Çünkü zaman kendi dilini kuruyor ve olanın içinden, gözünden baktığımızda bir sürü başka yeni güzellik bulabiliyoruz. Ona bu hissi verenin kalabalığın yarattığı kirlilik olup olmadığını soruyorum. Ve ona, kendini hatırlatıyorum, “E siz varsınız!”
“Tabii ki söylenenlerin üzerine yenilerini, kendi sözlerimizi, üslubumuzu katmak önemli. O yüzden Ben Denizde Bir Gemi, Dünyanın Gaydesi, Koca Dünya’yı yaptık. Sonuçta ben içimdeki müziğin peşinden gidiyorum. Dinlediğim müziklerde de içi dolu, mesaj veren, insanın ruhunu dinlendiren, umut veren, ağlatan şeyleri seviyorum. Bu saydığım isimlerde de başka bir ruh var. Benim bahsettiğim kültürel yozlaşma. Nasıl desem... tekerleme şeklinde şarkılardan hoşlanan da var. Bunlar eğlence sektörüne ait şeyler ve olsunlar da. Mesela kardeşimin on altı yaşında bir oğlu var, hep Japon pop müziği dinliyor. Dinlesin, onlar da güzel de, hani ruhlarını besleyecek bir şey yok gibi geliyor içinde. Kuşaklar arasındaki farka hep tanık olacağız. Bizden öncekiler de bizde aynı şeylerden şikayet ediyorlardı. Hem mutlaka ortak bir payda da bulunuyor. Ama devir dedikleri böyle bir şey, her şeyi devirecek ve şekil değiştirip devam edecek. Ben de diyorum ki o değişim olurken güzel şeyleri de arkada bırakmadan öne doğru taşıyalım.” Bu bana çok sevdiğim birinin, Satiye Ablamın lafını hatırlatıyor: “Bir cebi önünde, bir cebi arkanda bir heyben olacak. İyi olanları önüne, kötü olanları arkana koyacaksın,”...
“Müzik zamanınız nasıl akıyor?” benim uydurduğum bir soru ve bunu sormayı seviyorum. İlknur Hanım müzikli ya da müziksiz kafaca hep bir şeylerle meşgul olduğunu söylüyor:
“Ben böyle çok rahat yaşayan bir insan değilim. Sürekli sorgulayan bir tipim. Müziğimle de öyle nasihat vermek, insanları yönlendirmek gibi bir görev üstlenmedim. Ruhumu daha ne kadar terbiye edebilirim, hani kendi içimdeki güzel şeyleri insanlara daha başka nasıl duyurabilirim işte onların emeğini vermeye devam ediyorum. Son dönemde Karadeniz kadınlarını anlatan bir türkü yazmıştım. Bakalım, uygun vakitte onu da paylaşacağız.”
Söz ve bestesi İlknur Yakupoğlu’na ait olan Ben Denizde Bir Gemi, başkalarına verdiği türkülerinden. Yüksek ihtimal kulağınıza Şevval Sam’dan veya Cengiz Özkan’dan çalınmıştır. Bu yılın başında Asya Müziğin akustik müzik kayıtlarından birinde onun ağzından duyup ne kadar mutlu olduğumu söyleyince “Halbuki ben hiç istediğim gibi söyleyemedim,” diyor.
“Geçenlerde Savaş’ın kızı öyle içten bir kahkaha attı ki, ben dönüp ‘Ya işte bizim problemimiz bu, kahkaha atmasını bilmiyoruz’ dedim. Çünkü ‘Sen kız çocuğusun, gülmeyeceksin, koşmayacaksın’ cümleleriyle yetiştik. E sen şimdi böyle yetişen bir insandan ne kadar rahatlık bekleyebilirsin ki?! Hep oto kontrol halindeyiz. Halbuki insanların kahkahaları engellememeli. Telefonda konuşurken kazara gülersem annem ‘Sen niye gülüyorsun,’ diyor. Çünkü annemleri de öyle yetiştirmişler. Yoksa annemiz ‘Okuyun, hayatınızı kurtarın,’ yönlendirmeleri yapan güçlü kadınlardan biri.”
Online sesli gerçekleştirdiğimiz sohbetimizin sonlarına yaklaşırken Kâzım Koyuncu’dan laf açıyorum. 25 Haziran’da bu dünyadan geçip gitmesinin ardından 15 yıl geçmiş oldu... Kâzım İsyandır youtube hesabından birçok sanatçının katılımıyla üç gün boyunca çeşitli kayıtlar yayınlandı. Yakupoğlu da ses veren müzisyenlerdi. Bu vesileyle “Kâzım neden isyandır?” diye soruyorum.
“ Kâzım, gerçektir. Düşündüklerimizi dillendiren, görmek istediklerimizi gösteren; halkların kardeşliğini savunmuş, yöreselliği evrenselliğe taşımış; kendi dediği gibi ‘Çok fazla artist olmaya gerek yok bu dünyada’… O da öyle yapmış. Dik duruşlu bir insan. Onu uzaktan biliyordum, keşke tanışabileydik. Sanırım ben müziğe geç başladığım için denk düşemedik. Uzaktan hep hayranlık duydum. Kardeşi Niyazi’yi de tanıyorum. Duruşları, yürekleri güzel delikanlılar bu insanlar. İyi ki bu topraklarda yaşadılar, yaşıyorlar. İyi ki Kâzım Koyuncu geçti aramızdan. Geçenlerde onunla ilgili bir şey dinledim de, öyle güzel özetlemiş ki… ‘Devrimi önce kendi içinden başlatacaksın, sonra etrafına bulaştıracaksın,’ diye.”
İlknur Hanım, sohbetin sonunda oluyor İlknur Ablam. İki sene önce olduğu gibi yine keyifle kapıyoruz sohbetimizi. Hatta bir gün Tonya’ya çağırıyor beni. Salgının gidişatına göre bu daveti değerlendirmek üzere cebime atıyorum... İstikrarlı bir neşeye ihtiyacımız var bugünlerde. O ne demek demeyin. Kararla istikrarı kurabilir, kalple neşeyi bulabiliriz. Ateşleyicimiz, hiç beklemediğiniz bir anda kulağımıza çalınan bir türkü de olabilir, denizde hoplayan bir yunus da.
“Ha bu dünyanın malı senin olsa ne olur
En büyük varlık insan can olur canan olur
Uzun lafın kısası boştur dünya tasası
Sevmeli sevilmeli budur işin esası
Farz eyle ki kralsın hanın var sarayın var
Var da hiç huzurun yok bunun ne kıymeti var
Uzun lafın kısası boştur dünya tasası
Sevmeli sevilmeli budur işin esası
Kim geldi de gitmedi yüreğini ezmedi
Bu çiçekli dağlarda ağlayıp da gezmedi
Uzun lafın kısası boştur dünya tasası
Sevmeli sevilmeli budur işin esası”
•
[1] Müzikle Yaşayan Kadınlar, haz. Deniz Koloğlu, Karaplak Yayınları, 2019, s. 173.
[2] A.g.e., s. 177