Uykusuzluğu edebiyattan mitolojiye, psikolojiden popüler kültüre uzanan bir yelpazede ele alan Marina Benjamin'in Burcu Uluçay tarafından çevrilen Uykusuzluğun Şarkısı kitabından tüm uykusuzlara tadımlık bir bölüm...
Bazen yatağınızın başucundan bir tıkırtı gelir. Belki garip bir cereyan ensenizdeki tüyleri diken diken eder ve teniniz ürperir, belki de bilekten dirseğe doğru kolunuzun iç kısmında hafif bir okşama duyarsınız, kuş tüyü gezinir gibi. Göz açıp kapayıncaya kadar ancak süren beklenmedik bir sendeleme, peşi sıra yukarı düşüyormuş hissi ve işte hoş geldi. Siz de hoş geldiniz.
Bir şeyi, bizi nelerden mahrum bıraktığına bakarak tanımlamakta ısrar edersek bu şey kendini gösterdiğinde kaybedilenlerin özünü nasıl kavrayabiliriz? Ya varlığıyla kazandırdığı şeyler varsa? Uykusuzluğun meselesi de bu.
Geceleri ayaktaysam dünya farklı bir tona bürünür. Daha sessiz, daha yakındır ve artık daha bir dikkat eder olduğum karanlığın değişik kıvamları vardır. Gecenin ortasına kefen bezi gibi yumuşakça serilen yoğun, sersemletici karanlığı ve nem havayı statik elektrikle doldurduğunda yeşilden siyaha çalan geceyi atlamam. Yarı gölge, şafağın gelişini haber verircesine usulca yer değiştirirken günün aydınlanmakta olduğu hissinden çok algılama eşiklerinizde bir hassasiyet duyarsınız, hani göz doktoru gözlerinize yumuşak odaklı bir mercek takar da görüş alanınızın çevresindeki bulanık şekillerin ne olduğuna cevap vermenizi ister ya bu da böyle bir şey. Örtüsünü kaldırabileceğiniz türlü karanlıklar olduğu ve insanın bu sayede geceleyin okuyup yazmayı öğrenebileceği sonucuna vardım.
Uykusuz hayatımın sakin karanlıklarının diğer ucunda halsiz, bitkin, odalar arasında uyuşuk adımlar atan alık bir hayaletim, varla yok arasıyım. Bir saat okur sonra elime bir fincan çay alıp köpeğimle otururum. Baygın baygın birbirimize bakarken köpeğimin uyumaya olan hayvansı maharetine gıpta ederim. Halbuki daha birkaç dakika önce koltukta dibime kıvrılmış yatıyordur ama biraz sonra bacakları gayda kamışları gibi yayılmaya başlar ve küçücük ılık bedeni aşağı yukarı inip çıkarken köpeğim kendini uykuya bırakır. Şöyle bir kıpırdayacak olsam hemen gözlerini açar ama korkuya kapılmaz; o kahverengi ıslak gözlerini kaldırarak bana bakar ve dünyanın bıraktığı gibi durup durmadığını öğrenmek ister.
Böyle gecelerin sabahına, etrafta hepsi de bulunmak ve hatırlanmak için bekleyen kanıtlar bırakmış olurum: kayıtsızca fırlatılıp atılan bir çift topuklu ayakkabı gibi sehpanın üzerinde saplarını havaya dikmiş duran okuma gözlüğüm, sandalyelerden birine yüzükoyun açık bırakılmış kitabım, mutfak tezgâhında kırıntılar. Bir taraftan sabahlığımın kuşağını bağlarken cansız ışığın yavaştan yayıldığı salonda bitkin, çökük öylece dikilirim. Gecenin nasıl geçtiğini zihnimde yeniden canlandırmak için ipuçlarından yararlanmaya çalışıyorumdur ama daha anlam verememişimdir. Sabah suç mahallini andıran bu mizansenlebaşlar. Tek eksik, yere dış hatları çizilmiş beden figürüdür; orada olmayan beden yatakta yatması gerekirken ayakta, uyanıktır.
Mehtapla aydınlanan geceler de olur, keskin parlaklığı olan geceler. Her şeyin daha güçlü hissedildiği böyle zamanlarda iyice kurtlanır ve sabahı sabah ederim, zihnim yavaşlamak bilmez. Merdiven basamaklarını gıcırdatarak aşağı iner ve şevk kırıcı bir merakla bilgisayarımı açıp günışığının saltanatı ele aldığı yerlerle ilgili felaket haberleri tararım. Neler çıkmaz karşıma? Patlayan bombalar, katledilmiş insanlardan geriye kalan görüntüler, seller, yangınlar, terörist pusuları. Alışıldık facialar. Elim ayağım titreyene kadar can sıkıcı haberler arasında mekik dokur, bir taraftan da sövüp sayarım ve duygularımı kontrol etmeye çalışırım. Gecenin beni dizginlediğini hissediyorum çünkü güzel varlığımızın sırrıyla bir şekilde gecenin en koyuluklarında karşılaşılabileceğine inanmış durumdayım. Gece cephesini sabaha taşıyabileyim diye ufacık bir değer, sezgi gücü arıyorum.