Homo sapiens sapiens’ten beri insanın düzenleme ve idare etme kapasitesindeki uygarlık seviyesini devlet ile sınırlı tutan bir anlatı ‘görmezden gelmenin tarihi’ olarak da okunabilir
12 Eylül 2019 09:30
Geçmişte yaşanmış bir şey bugün anlatıldığında, onun bir anlatı olduğu ve türlü temsil etme biçimleriyle kurgulandığı tarihyazıcının kalemiyle gizlenir. Bir bakıma tarihyazımı hikâye anlatımıdır fakat bu hikâyenin nasıl anlatıldığını sorgulamak çoğu zaman aklımıza gelmez. Özellikle siyasî tarihin yazılması tarihyazıcının politik konumuyla yakından ilişkilidir ancak bugünkü toplumsal düzenin kurumlarının kılavuz bir modeli olarak tasvir edilen uygarlık tarihinin kaynağı olan bilgi nedir ve nerededir? Bunu bir soru olarak hayal etme ve bir başka yanıt olabileceğini düşünebilme konumu, geçmişin oldu bittiye getirilerek bir anlatıya dönüştürülmesini verili biçimde kabul etme sınırlarının dışına çıkılabileceğini gösterir. İşte bu konuma eriştiğimizde kendimizi arkeolojik bir kazı çalışmasının ortasında buluruz, neyse ki bizden önce sahada bulunan araştırmacıların anlatacakları yeni hikâyeleri dinleyecek kadar şanslıyız.
Bu hikâyelerden birisi de yakın zamanda, Koç Üniversitesi Yayınları’ndan Akın Emre Pilgir’in çevirisiyle basılan James C. Scott imzalı Tahıla Karşı: İlk Devletlerin Derin Tarihi isimli Mezopotamya’daki ilk devletler hakkındaki kitabı oldu. Yale Üniversitesi’nde siyaset bilimi bölümünde çalışmakta olan antropolog James C. Scott’ın daha önce literatürde önemli tartışma gündemleri doğuran Devlet Gibi Görmek (Versus 2008) ve Tahakküm ve Direniş Sanatları (Ayrıntı 1995) gibi araştırmalarının yanında Anarşizm (Altıkırkbeş 2014), Toplum Gibi Görmek (Zoom 2016) isimli kitapları da Türkçeye kazandırılmıştı. Henüz Türkçeye kazandırılamayan Weapons of the Weak: Everyday Forms of Peasant Resistance (Yale Press 1980), The Art of Not Being Governed: An Anarchist History of Upland Southeast Asia (Yale Press, 2008), Decoding subaltern politics. Ideology, disguise, and resistance in agrarian politics (Routledge, 2012) gibi alanının başucu eseri olan çalışmalarının yanında Tahıla Karşı’nın 2017 yılındaki edisyondan (Against the Grain: A Deep History of the Earliest Agrarian States, Yale Press) görece hızlı biçimde Türkçeleştirilmesi hem literatürdeki gündemi takip etmek adına hem de içinde yaşadığımız coğrafyanın tarihini anlama çabasında bulunmak üzere ufuk açıcı görünüyor. Kitap ne kadar derin bir tartışma içerse de sunulan çerçeve itibariyle her bilgi düzeyine hitap edilmiş; şablon, histogram, harita ve fotoğraflarla okuma deneyimi daha anlaşılır ve keyifli bir hâle getirilmiş.
Tahıla Karşı çalışmasında James C. Scott, uygarlık tarihine tayin edilen başlangıç noktalarını ve yönlerini soruşturarak başlıyor. Gerçekten de homo sapiens sapiens, uygarlık kronolojisinde sunulan göçebe avcı-toplayıcı olma hâlinden hemen yerleşik hayata geçip birkaç tahıl ile varlığını sürdürmeye ikna mı olmuştur? Son yirmi yıldaki arkeolojik ve tarihsel araştırmaların katettiği ilerlemeler ışığında Scott kendi ifadesiyle ‘izinsiz’ biçimde alan dışından gelip, daha önceki eserlerinde de büyük ölçüde yaptığı gibi verili olanı soruşturarak ve uygarlık anlatısının varsayımlarını sorgulayarak ilerliyor.
Antroposen çağ, insanın çevresini düzenleyerek yaşamla kurduğu ilişki zaman dilimi bazı yazarlara göre ilk nükleer testlerin gerçekleştirildiği çağdan Sanayi Devrimi’ne ve fosil yakıtların geniş ölçekli kullanımına hatta dinamit ve betonla düzenlenen bizlerin de aşina olduğu zamanlara kadar götürülmektedir. Scott ise hayli radikal bir öneride bulunarak, insanlık tarihinde birkaç dakika önceymiş gibi yakın görünen bu başlangıç noktalarının yanına MÖ 400 bin yılında insansıların ateşi kullanmasını koyuyor. Bu yaklaşım başlangıç noktası tayin ederken en azından insansıların anatomik bakımdan modern insan olma hâline geçişini de kendi elleriyle, ateşi kullanarak düzenlediğini algılama bakımından önemli görünmektedir. Ateş kullanımı salt vahşi hayvanlardan korunmak ve gıdaları pişirmek için değil parazitlerden, salgınlardan korunmadan avlanma ve yaşam alanlarının düzenlenmesine dek uygarlık anlatısının önemli bir başlığı olarak okunabilir. Uygarlık tarihi buradan okunmaya başlandığı takdirde insansıların ateş kullanımı, bitki ve hayvanların evcilleştirilmesinden uzun zaman önce insanın ‘insan oluş hikâyesi’nin başladığını göstermektedir. Homo sapiens, Sanayi Devrimi’ne kadar pulluktan daha fazla ateşi kullanarak çevresel ortamları evcilleştirmiştir. Uygarlık tarihi esasında evcilleştirmeden ibaret bir anlatı sunmaktadır fakat evcilleştirmenin nasıl tanımlandığı ve kavrandığı uygarlık anlatısının çelişkilerini açığa çıkarmaktadır. Patatesi evcilleştiren insanın patates tarafından evcilleştirilmesini de okuyabilen bir karşılıklılık, bir faillik ilişkisi mevcuttur evcilleştime eyleminde ancak ortodoks düşünme tarzı bunu görmezden gelir. Scott’a göre örneğin ev uygarlık tarihinde, homo sapiens için olduğu kadar bitki ve hayvanlar için de öngörülmez sonuçlara yol açmış bir düzenleyici unsur olarak yerini almıştır. Öyle ki ev insandan bağımsız biçimde, evcilleştirilmiş olan koyun, keçi gibi hayvanlarla eve giren fare arasında ortak davranışların gözlenmesine yol açan bir faildir aynı zamanda.
Kitapta, tahılın evcilleştirilmesine odaklanan standart uygarlık anlatısına karşı iki varsayıma yapılan itiraz da dikkate şayan gözükmekte: Bunlardan ilki yerleşik hayat ve tahıl ekimi/bitki ve hayvanların evcilleştirilmesi arasında kurulan pozitif ilişkidir; ikincisi ise Dicle-Fırat Vadisi’nde yaşanan kuraklık sonrası sulama kanallarının organizasyonuyla ilk devletlerin kurulmasıdır. Scott ise yeni araştırmalarla ortaya çıkan son bulguları işaret ederek, uygarlık anlatısında açılan ölümcül yaraları deşmekle uğraşmaktadır. Bereketli Mezopotamya topraklarında evcilleştirilmiş birkaç tahıl türüne bağlanarak yoğun emek gerektiren çiftçilik hayatı sürmek mi anlatıda sunulduğu gibi daha güvencelidir, yoksa türlü yabani tohumun kendiliğinden yetiştiği, çeşit çeşit av hayvanının barındığı bu diyarda avcı-toplayıcı olmak mı?
Tıpkı yerleşik hayata geçmeden de bitki ve hayvanların evcilleştirildiği bulgusunda olduğu gibi devletsiz toplumlarda da siyasetin mevcut olduğunu işaret eden araştırmalar mevcuttur. Pierre Clastres’ın ve Georges Balandier’nin siyasal antropoloji çalışmaları, devletsiz toplumlarda da gelişkin siyasal iktidar ilişkilerinin mevcut olduğunu hatta Clastre çalıştığı yerlilerin devlet kurmaya karşı bir tavır takındıklarını ifade etmektedir.
Başta siyaset bilimi olmak üzere sosyal ve beşeri bilimler alanından pek çok disiplini ilgilendiren bir konu olarak devlet kavramından ne anlaşılması gerektiği üzerine etnosentrik bir eğilim yapılandırılmıştır. Buna göre kastedilen ve incelenen devlet, 17. yüzyılda Westphalia Antlaşması ile son hâlini alan Avrupa devletler sistemi kaynaklı modern ulus devlet modelidir. Oysa tarihte devlet kurumu farklı coğrafya ve kültürlerde çeşitli pratiklerlerle de hayata geçmiştir lakin tarihçi arşive bakar ve o andan sonra artık arşivin dışında bir tarih namümkündür. Kitapta da yazının icadı ve devlet arasındaki ilişkinin belirleyici rolüne dikkat çekilmektedir. Yazara kulak verecek olursak, “devlet hegemonyasının kesinleştiği dönemi MS 1600’den itibaren başlatırsak devletlerin türümüzün politik yaşantısının sadece son yüzde 0,2’lik dilimine hâkim olduğu söylenebilir.” Buna rağmen binlerce yıllık uygarlık geçmişinin neredeyse tamamı boyunca devletsiz yaşam süren insanı uygarlık anlatısının dışında bırakan sınırlar çizilmiştir.
Homo sapiens sapiens’ten beri insanın düzenleme ve idare etme kapasitesindeki uygarlık seviyesini devlet ile sınırlı tutan bir anlatı ‘görmezden gelmenin tarihi’ olarak da okunabilir. Yaşam deneyimi görmezden gelinen ama bahsedildiğinde de ‘barbar’ olarak etiketlenenler, yazarın bahsettiği kadarıyla ilk devletlerin hiç de anılmayan kırılgan yapılarından faydalanarak ‘altın çağ’larını yaşamışlardır. Köle toplamak, vergi tahsil etmek, isyan bastırmak için devletler paralı asker olarak barbarlara göbekten bağlı iken zaman içinde devletler de barbarları evcilleştirerek ‘ev’ dışında yaşayamayan bir koyuna çevirmiştir. Siyaset teorisindeki meşhur canavar Leviathanvari devlet tasavvurunun yanına barbarların altın çağını yaşarken ilk devletlerin salgınlara, iklim değişimlerine, kıtlığa karşı kırılgan yapısını anlatıya dahil etmek aslında devletin uygarlığın kaçınılmaz bir zorunluluğu olmadığını göstermektedir.
Bugünün, tam da her kurumun yeniden anlamlandırılacağı, işlev ve formunun tartışılacağı bir çağın içinden geçerken James C. Scott’ın binlerce yıllık geçmişi dert edip devlet yapılarını ve uygarlık tarihini yeniden düşünme çağrısını değerlendirmek için uygun bir zaman olduğu söylenebilir. Küresel toplumsal hareketleri yaşadığımız çağda Scott’ın bu eseri, tarihin nasıl yazıldığını soruşturan bir hevesle devlet gibi formel örgütlerin dışına çıkıldığında uygar yaşamın bitmediğini anlamaya ve siyaseti yeniden düşünmeye çağırmaktadır.