Gürsel Korat, Unutkan Ayna'da insanlığın soluğunu tuttuğu ve bakışlarını Anadolu’ya diktiği bir zaman parçasını anlatıyor: “Unutmanın” bazen “her şeyi eksiksiz görmek” anlamına geldiğini söyler gibi...
Sabah serinliği hâlâ saçakların altında. Nevşehir pazarı iyice canlandı. Tahmis Caddesi’nden Hükümet Caddesi’ne doğru arabalar geçiyor, esnaf işine dalmış.
Mor Püsküllü Yuvanis, gösterişli atının üstünde yaylana yaylana gidiyor. Atı da ne at ama! Nal sesi sanki ayaklarından çıkmıyor da at, nal seslerinin üstüne basa basa yürüyor! Adım attıkça başı öne eğilip doğruluyor, yeleleri savruluyor. Atın arkasından bakanlar, her adımda nalların parlayıp söndüğünü görüyorlar.
Kahvehanenin önüne nargile dumanının kokusu pusu kurmuş. Geniz yakıcı. Bir oğlan çocuğu geçiyor aniden, çevirdiği çemberin peşinden koşarak.
Kahvedeki bıçkınlar Yuvanis’in arkasından kaş göz ederek gülüşüyorlar. Kıskanç kıskanç baş sallıyorlar, “O ne namussuzdur” der gibi.
Tam o sırada kıskançlığa konu olan Şadiye beliriyor sokağın köşesinde. Çember çeviren oğlanın geçmesi için duraksıyor, yarı baygın bakışların görüş alanına giriyor. Çapkınlar “Vay, bu ne iş!” diyerek gülümsüyor, hırslı bakışlar donuklaşıyor. Sivri bıyıklı bir delikanlı “Herkesin altına yattı da…” diyor ama bu sözün devamı olan “Benim altıma yatmadı” sözünü söylemiyor. Onun yerine “Orospu!” diyerek marpucunu çekiştiriyor, nargileden tokur tokur sesler çıkarıyor. “Bu karı Ermeni olaydı” diyor yanındakine neden sonra, bir gün geleceğini umduğu tehcir günlerini hayal ederek, “Kimseye kaptırmazdım.”
Şadiye, bir an Yuvanis’in gittiği yöne bakıp sobacının önünde durunca sivri bıyıklı küfürbaz nargileyi unutuyor; kadının gülümseyen yüzünü kıskanıyor sobacıdan. Başörtüsünü düzelterek gülümsüyor Şadiye; uzaktan yumuşak, hatta ılık denebilecek bir sesle sorduğu soru işitiliyor: “Soba borusu alacaktım.”
Sobacı, küstah küstah bakıyor.
“Olur verelim.”
Şadiye biraz daha sokuluyor dükkâna, “Yeni gelen paşanın mutfağındaki kuzine biraz şey olmuş” dediği işitiliyor kalabalığın gürültüsü içinde. Ağzını oynatan ama sesi çıkmayan balıklara benziyor. Kendi sözüne gülüyor, elini ağzına götürüyor...
Kahvedekilerden biri, yanındakini dürterek ve gözünü Şadiye’den ayırmayarak “Bak, nasıl da ağzına götürüyor elini, yavrum, ah ulan!” diyor ve sonra hırsla geriye yaslanıyor.
Sobacı, Şadiye’yi olabildiğince alıkoyuyor, onu seyretmek için oyalıyor. “Yeni Paşa” diyor, “Yeni paşa geliyorsa, Ermeniler...” Duraksıyor. Sesinde acıma yok.
Şadiye lafı uzatmak istemiyor. Boğos’u soruyor: “O gelse de kursa ne güzel olur sobayı.”
Sobacı gözleriyle yiyor kadını; “Ne gerek var, biz kurarız” diyecek demeye de bırakmak istemiyor. Şadiye hem beklemekten sıkıldı hem de Yuvanis’in döndüğünü gördü. Acele ediyor artık.
Mor Püsküllü Yuvanis’in kucağında küçük bir halı var. Şadiye o halının nereye gittiğini bilmektedir; sevinç ve şaşkınlık içindedir...
Sivri bıyıklı delikanlı durumu görüp kıskançlıkla dikiliyor o sıra. Yanındakine dirsek vuruyor: “Yuvanis’i gördü, hemen gevşedi, anladın mı?”
Dirsek vurulan kişi biraz ağırkanlı, gözlerini yarım açarak bakanlardan. Dünyanın bütün sırlarını anlamış gibi ağır ağır başını sallayarak gülüyor. Şadiye geçiyor gözlerinin önünden: Biçimli gövdesi feracesinin altında fıkırdıyor sanki.
Şadiye’yi gören bir erkek onu hemen aklından çıkaramaz: Bakışları pek az kadında rastlanan zengin anlamlar taşır, her an bir şey söyler. Bedeni bir erkeğin nedenini bilemediği şaşkınlıklara düşmesine neden olur, kalçası ve göğüsleri cömertliğinin aynası gibidir, herkes bu cömert yaylada rahatça gezeceğini sanır. Fakat bu durum tekinsizdir, Şadiye’ye tutulmak korkutur erkekleri: Şadiye’ye kapılmak kolaydır ama onun kapılmayacağını hesaba katmadan yola çıkılmayacağını hepsi bilir.
Dükkândan çıkan sobacının babası, elinde teneke makası, kulağında kalem, Şadiye’ye bakıyor. O arada “Boğos’u görürseniz haberim olsun” diyor Şadiye. “Birkaç eksiğim var, ona ısmarlayacağım.”
Yaşlı adam, “Gelir” diyor, “Eli kulağındadır.” Seviyor konuşmayı. “Nevşehir’de oturan adam önünde sonunda gelir” diyor. “Gelme mi kuzum? Ha, gelse neye yarar, iş bu, durur mu, onu çağırır. Tekrar yola gitmeden onu sana yollamalı. Çoluğu çocuğu koyup yola gitmeden... Görürsem söylerim hiç merak etme.”
Şadiye gülerek giderken, “Boğos’u niye arıyor ki bu?” diyor sobacı arkasından bakarak. Niyeti lafı evirip çevirmek, kadının orasını burasını konuşmak. Yaşlı adam, “Sen olsan niye arardın?” diyerek tersleniyor. Dükkâna girerken de işitiliyor sesi. Belli ki oğluna çok öfkelenmiş: “Ya masanın ayağını sıkılayacak ya kapının menteşesine baktıracak. Sana ne?”
Boğos çoktan öldü. En az beş saat olmuştur. Bunu kimse bilmiyor, nereden bilsin... Havanın mavi mavi parlayışı, bulutların top top kümelenişi bir kesinlik fısıldıyor: Yaşam her zamanki gibidir, hiçbir şey değişmeyecektir, Boğos geldi gelecektir.
Gelmezse olmaz... İncik boncuk, koşum takımı, çivi, iğne, tığ, fare kapanı, kına, eyer, üzengi, eşek nalı, ayna, lokum, şeker ve sucuk götürüp köylerden yumurta, pekmez, pestil, kayısı çekirdeği, köftür, üzüm kurusu, kayısı kurusu, tereyağı ya da çömlek peyniri getiren Boğos, bunları arastadaki bakkala verecektir. Bakkal olmasa parası da olmaz çerçinin.
Boğos’un atı Mor Püsküllü Yuvanis’in atı kadar gösterişli değildir ama boyunduruğunun üstüne takılı fener yok mu, o fener işte, atı dillere destan etmiştir. “Başı fenerli at” dendi mi, Boncuk akla gelir. Herkes bilir onu. Kimse Boncuk’a “Boğos’un atı” demez. Ama herkes Boğos’u atıyla anar ve hatta bazıları “Boncuğun Boğos” bile der.
Boğos yalnız gündüzleri değil geceleri de yollara gittiğinden feneri karanlıkta önünü görmek için taşır. Fener, atın boyunduruğu üstündeki bir çengele takılıdır. At koştukça, yeleli bir devi andıran gölgesi yere düşer, tozlu yolları süpürür geçer. Boyunduruğu demirci Kirkor yapmıştır. Denizci feneri ise Mor Püsküllü Yuvanis’indir. Biraz önce atıyla sokaktan geçen Yuvanis... “Ver ulan fenerimi!” diyerek takılır Çerçi’ye. O da sağ elini sol avcuna yerleştirip bir kol hareketi yapar ki, Yuvanis aslında bu hareketi izlemeyi kırk fenere değişmez.
Boğos Nevşehir’in doğusundaki Avanos yolundan gelir hep. O yol tarlaların arasından geçip iki çizgi halinde tepenin kamburunu dolanır. Arabalar gele gide otları ezmiş, orayı kelleştirmiştir. Şimdi iki sıra halinde uzayıp gider, bir görünüp bir kaybolur ve Nevşehir’e doğru coşkuyla yaklaşır.
Şimdilik Avanos yolundan gelip geçen yok. Otlar sarıyla yeşil arasında altın tozu serpilmiş gibi ışıldıyor. Gökte top top beyaz bulutlar var.
Ne güzel bir dünya bu... Ne güzel bir yol.
Kara haber gelmedikçe çok güzel.