Türkiye’de hayalî kurguyu korumak: ‘faşizmlerin’ güncelliği

“Türkiye’nin özgüllüğü farklı zamanlarda ve liderlerde, siyasi akımlarda, farklı pratiklerde kendini gösteren ‘faşizm pratikleri’dir. Bir başka ifadeyle, tek bir tanıma sığamayacak kadar belirsizleşmiş, farklı biçimlere girebilen ama tam da bu yüzden etkili bir “faşizmler” serisi söz konusudur. Bu faşizmler devlet ve toplum arasındaki ilişkilerde, cemaatleşmiş toplumsal aktörlerin performanslarıyla şekillenir.”

23 Eylül 2021 18:44

Birçok kurumun tanımı ve içeriği zaman içinde değişir. Mesela geleneksel aile yapıları modern aileye doğru değişirken, “aile” kavramının insanlarda yarattığı duygular ve anlamlar da değişir. Baba mutlak otoriteyken, kadınların toplumsal hayatta oynadıkları rol arttıkça yeni nesil çocukların içine doğdukları aile ve bu ailenin ürettiği anlam ve duygular da değişir. “Çekirdek” olarak tanımlanan aile dedelerin, ninelerin, teyzelerin, gelinlerin, torunların olduğu bir aileden çok farklıdır. Boşanma ve yeniden evlenmelerle oluşan, çocuklar için “üvey” ya da “cici” baba ya da annelerin de kapsama girdiği aileler de bir öncekinden farklıdır. Çoğunlukla ebeveyn olarak sadece annenin olduğu, “tek ebeveynli” aileler daha da farklıdır. Kavram aynı kalsa da içerik sürekli bir yenilenme içerir. Dolayısıyla “anne, baba ve çocuklardan oluşan toplumun en küçük birimi…” diyerek tanımlanan insan gruplarına “aile” demeye devam etsek de, söylemsel ve eylemsel pratikler ilişkilendikleri, içine girdikleri kurumları değiştirirler ve artık başka bir aileye geçilir.

Benzer şekilde, kavramların içerikleri ve dolayısıyla tanımları da zaman içinde değişir. Bir zaman sonra o kavramı kökenindeki anlama sıkıştırmak da mümkün olmaz. İşte faşizm de insan topluluklarının yaşadığı dinamizm içinde ilk kullanıldığı zamana kıyasla çok farklılaşmış olgulara işaret eden bir nitelik kazandı. Faşizm ilk olarak 1920’li yıllarda, Mussolini’nin kurucusu ve lideri olduğu İtalyan Ulusal Faşist Parti ile gündeme geldi. Aslında Mussolini’nin faşizmi de Latince “demet” anlamına gelen fascis kelimesinden, daha da spesifik olarak, değneklerden oluşan bir demetin ortasında kalan ve keskin tarafı dışa dönük duran bir balta sembolünden türetildi. Fascis kelimesi hem toplumun tepesindeki yöneticilerin gücünü ve yargı yetkisini sembolize eder hem de “birlikten kuvvet doğar” anlamını üretir. Bu haliyle kısaca belirgin bir şekilde “gücü” sembolize etse de, geçmişten bugüne taşınan anlam beraberinde bir imaj üretir; bu imajda “varsayılan bir otorite” eşliğinde, baltayla “tehdit eden” ve “bir olmayı” vazeden bir gücü görebiliriz.

Benito Mussolini askeri bir tören sırasında. 3 aralık 1940, Roma.

Faşizm, Mussolini’nin partisinin kazandığı güce bağlı olarak 20. yüzyılda başka ülkelerde benzer sosyo-ekonomik şartları, ruh halini, arzularını ve korkularını yaşayan ve siyasal arayış içinde olan insanlara ve hareketlere de ilham verdi. Almanya’da “nasyonal sosyalizm” (milliyetçi toplumculuk), İspanya’da “falanjizm”, Avusturya’da “Avusturya faşizmi” türevleri üredi. Ülkeden ülkeye yapılan vurgularda değişiklikler olurken, izlediği güzergâhtaki Marksist literatür de faşizm kavramının değişmesine katkı sundu. Bunlar arasında “tekelci kapitalizm” ile ya da “geç dönem kapitalizmin yapısal bunalımı”yla (Troçki) ilişkilendirilmiş, “devlet kapitalizmi” ya da “finans kapitalin en gerici, en şovenist, en emperyalist unsurlarının açık terörcü diktatörlüğü” (Dimitrov) gibi oldukça spesifik tanımlamalar yer aldı. Her halükârda bir siyasal hareket olarak faşizm zaman içinde milliyetçilik ideolojisi eşliğinde toplum üzerinde totaliter baskı kuran “sağcı” rejim ve hareketleri anlatmak için kullanılan, jenerik bir kavrama dönüştü.

Kavramın pratikte yüklendiği içerikte kuşkusuz bütün versiyonlarıyla faşist yönetimlerin, faşist grupların çeşitli dozlarda uyguladıkları baskı, şiddet, vahşet ve zulüm doğrudan rol oynadı. “Faşist” kelimesi adeta başlı başına bir küfür olarak yeni üretimlere de tabi oldu. Buna karşılık “faşist” kelimesi, faşist pratiklere sahip grupların bizzat bu pratikler içinde başkalarına karşı “düşman-hain” vb. tanımlamalarında kullanılabilir türden bir sıfat haline de dönüştü. Dolayısıyla faşizmi bugün yeniden tanımlamak için insanlar üzerinde yarattığı “korkunç” duyguyu ve o duygu eşliğindeki anlamı göz ardı etmenin mümkün olmadığını da burada not edebiliriz.

Bununla birlikte faşizm hakkında başka kavramlarla ilişkili ve dinamik bir tanım geliştirebiliriz. En genel olarak “faşizm”in gerçekleştiği ülkelerdeki ya da “faşist” olarak nitelendirilebilecek partilerin iddialarındaki ve söylemlerindeki en temel unsurlar arasında milliyetçilik ideolojisi barizdir. Buna popülist bir dil, bütün bir toplumu homojen ve bütün olarak kabul eden, sınıfları reddeden bir halkçılık eklenir. Buna bağlı olarak devlet kontrolünde, korporatist yapılara dayanan, sınıflar arasında “hak” ve “adalet” ilişkisi yerine, yoksulların ihtiyaçlarının “şefkatli devlet” tarafından iyilik ve yardım olarak karşılanmasını öngören bir pratikler bütününü görebiliriz. Bu genel çerçeveye bağlı olarak faşist söylem ülkeden ülkeye farklılıklar gösterse de, “birlik-beraberlik”, “ulusal/milli değerler”, “tek vatan, tek bayrak, tek devlet, tek din, tek lider” gibi sloganlaşmış ilkeleri hayatın her alanına yerleştirmeye çalışır. Belli bir toprak parçası üzerinde yaşayan insanların bir kısmının etnik kökenini, ırkını ya da dinini yücelterek ya da farklılaşmış insanları bir sıfat altında aynılaştırma çabasına girişir. Bunun yanı sıra, toplumdaki güç ilişkilerine bağlı olarak faşizmler farklı dillerle konuşsa da, yetkinin tek lider etrafında sembolleşen tek parti-devlet elinde toplanması eğilimi süreklidir.

Faşizmlerin hepsinde geçmişle bir kutsallık ilişkisi kurulur. Geçmişteki yıkımlar ya da üstünlükler, yaşanan toprakların kutsallığı, o toprakların barındırdığı yüce tarih ve yüce atalar bir “yeniden doğuş” mitinin inşasında çok önemli rol oynar. Geçmişe dönük olarak sürekli kılınan bu referans kitleleri sürekli mobilize etmek, dönüştürmek üzere, büyük devleti yeniden kurmak ve yeni ve ideal toplumu yaratmak için duygu inşasının da sürekli olmasını sağlar. Faşizmlerde biz ve onlar tanımları ve ayrışması çok nettir ve “yabancılar” güvenilmez ve tehlikelidir; gerekirse toplumda faşist ideolojiye uyum sağlayamayan kesimler de “yabancılaştırılırlar”, yok edilebilir kıvama getirilirler. Acılı tarih/şanlı tarih, tarihin intikamı/tarihin yüklediği misyon uyarınca militarizm ve şiddet/savaş faşizmlerin en kolay başvurabildiği yol-yordam arasında yer alır. Bu şiddetin ve şiddet dilinin yeniden üretimi sadece faşist ideolojilerin kendine özgü siyasal üretimleriyle gerçekleşmez. Her ne kadar kadınların da farklı işlevler altında dahlini içerse de, faşizmlerin hepsi erkek diliyle titreşim halindedir; faşizm erkeklikleri, erkeklik faşizmleri besler.

Bu aşamada devlete, devletle örtüşmüş bir partiye ve lidere yüklenen kutsal anlam ve misyonun yanı sıra, bu devletle (liderle) ve misyonla örtüşmüş halk ilişkisine dikkat edilirse, aslında faşizm ve faşizmler daha genel “totalitarizm” kavramıyla birlikte düşünülebilir. Başka bir ifadeyle, faşizm esas olarak “sağ” bir ideoloji olmasına rağmen, çok daha genel totalitarizm kavramı içinde ele alınabilecek bir alt kavram olarak nitelenebilir. Ayrıca dünya tarihinde “sol” adına ortaya çıkmış olsalar da, çeşitli totaliter rejimlerin faşizmlerden çok uzak olmadıklarını ve her iki kavramın bu baskıcı rejimleri anlamak için önemli açılımlar sağladığını görebilir ve faşizm ve totalitarizm kavramlarının birini (baskı ve şiddet) veya diğerini (geniş kitlelerin içselleştirmesi) belirli anlamları güçlendirmek için kullanabiliriz.

Faşizm kavramının zaman içinde yaşadığı güzergâh ve anlam çoğalmasına paralel olarak insanlar ve toplumlar üzerinde yarattığı negatif sembolik değerden ötürü faşizm açıkça savunulabilir, meşru bir ideoloji olmaktan çıktı. Ancak bu faşizmin çeşitli versiyonlarıyla ve farklı adlar altında var olmaya devam etmesine engel olmadı. Farklı ülkelerde, belli tarihsel dönemlerde iktidarı ele geçiren, kendilerine “faşist” demeyen lider ve partilerin adlarıyla anılan ve faşizm kavramının içeriğindeki unsurlarla tanımlayabileceğimiz rejim ve yönetimler ortaya çıktı.

Örnek olarak verecek olursak, Nasıl Zorba Olunur? adlı bir belgesel dizide konu edilen 20. yüzyılın “zorbalarından” birçoğunu doğrudan ve klasik anlamda “faşist” tanımlamasına sıkıştırmak mümkün olmayabilir. Ancak belgeselde yer alan Mussolini, Hitler, Franco, Stalin ve Mao dışındaki Saddam Hüseyin, İdi Amin, Kaddafi, Castro, Kim Jong Il gibi liderlerin her biri faşist ya da totaliter pratiklerin bir veya birçoğunu hayata geçirdiler. Türkiye’deki yüz yıllık devlet ve siyaset tarihinde de faşist (totaliter) pratiklere çeşitli dozlarda rastlanabilir. Diğer ülkelerden farklılaşan, kendine has özellikler taşısa da, Türkiye ile birlikte tarihin farklı zamanlarında ve dünyanın farklı bölgelerinde (Almanya, İtalya, İspanya, Sovyetler Birliği, Libya, Irak, Arnavutluk, Kuzey Kore vb.), ortaya çıkan “zorba/faşist/diktatoryal/totaliter” rejimlerde farklı dozlarda yer alan şu özellikleri sayabiliriz:

Totaliter rejimler toplumda ortaya çıkan alternatif seslerden ve rejime duyulan güvensizlikten korkarlar. Çünkü rejimin kendisi de o toplumda daha öncesinde ortaya çıkan bir güvensizliğin ürünüdür. Totaliter rejim bir eski rejimi yıkarak gelmiştir ve gene başkaları tarafından yıkılma riskiyle karşı karşıyadır. Bu risk rejimi güvensiz kılar. Rejimi ele geçirenler ve onun en merkezinde yer alanlar sürekli etraflarını temizlemek, kendilerini güvene almak zorundadırlar. Bu yüzden sürekli şüphe duyarlar, gizli servisler ya da çok çeşitli izleme organları kurarak her türlü bilgiyi ve enformasyonu kontrol etmeye çalışırlar. Yönetimdeki kişi dışında insanlar kimseye ve birbirlerine de güvenmemelidir. Rejimin ve onun liderinin duyduğu güvensizlik toplumda zaten zayıf olan güvenin de yok edilmesiyle dengelenir. Bu durumda kimseye güvenilmeyecek, sadece devlete ve onun liderine güvenilecektir, gerekirse çocuklar bile anne babalarını ihbar edeceklerdir. Bütün totaliter rejimlerde bol bol komplo davaları görmek sıradandır. Bütün devrimler kardeşlerini yerler; totaliter rejimlerin hiçbirinde de merkezî liderler yola çıkarken yanlarında olanlarla devam etmediler, çoğu yakın oldukları insanları yok ettiler. Devrimin kahramanlarının hepsi “devlete karşı komplo kurmak”tan hainlikle suçlandı.

Böyle bir gücün inşa olmasında en önemli araçlardan biri bilgiye hâkim olmaktır. Çünkü faşist/totaliter rejim için aslolan kendi gerçekliğidir; gerçek yoktur, sadece gücün gerçeği vardır; çünkü bilgi güçtür ve bu bilgi-gücün gerçekleşmesi için sansür, hapis, düşünce ve ifade yasakları, vb. her yol mubahtır. Gerçekler manipüle edilmeli, insanlar manipüle edilmeli, görülmemesi istenen gerçekler sansürlenmeli, vitrin olarak sunulmak istenen hayal ya da rejim için faydalı gerçekler gösterilmeli, reklam yapılmalı, yabancılar baştan çıkarılmalıdır (“bütün dünya bize hayran!”). Rejimin zayıflıklarını ortaya koyma riski taşıyan yangın, kıtlık ya da başka felaket haberlerini vermek bile rejime uygun olmayan hareketlerdir ve kolayca ihanet anlamına gelir. Okullar, okullarda okutulan kitaplar gibi her şey kontrol altında olmalıdır. Gerekirse, örneğin bilim kurulları vb. feshedilip evrim teorisi reddedilir. Yalan ya da kurgu, resmî tarih ya da rötuşlanan resmî tarih manipülasyon teknikleriyle sık sık tekrar edilir. Mühim olan, inşa edilen gerçekliğin bütün herkese, özellikle yeni nesillere sistematik olarak zerk edilmesi ve rejime sadık, uyumlu ve gerekirse o rejime muhalefet edecek olanlara karşı gözü kapalı harekete geçecek olan vatandaşların yaratılmasıdır. Bu sayede hem gerçeklik yeniden kurulur hem de gerçeklik vatandaşı sürekli ve yeniden kurar.

Almanya'da kalabalığın içinde Nazi selamı vermeyi reddeden bir kişi. 1936'da çekilen resimdeki kişinin August Landmesser olduğu düşünülüyor. "Kendi ırkına saygı duymamakla" yargılanan Landmesser'in hapse girdiği biliniyor, 1944'te öldürüldüğü sanılıyor.

Güçlü demokratik geleneklerin olmadığı ya da geçmişten gelen krizlerle kırılganlaşmış toplumsal yapılarda gücü ele geçiren partilerin ve liderlerinin tam da bu kırılgan yapıda güçlerini pekiştirme arayışı onların faşizmlerin farklı kompozisyonlarıyla iştigal etmelerine sebep olur. Yeni bir toplum yaratma yönünde ideolojik olarak meşrulaştırılan, mitleştirilen güç “doğal” bir hak olarak görülür. Güçlü liderlerin rakiplerini ezmeleri, insanları terörize edip korkuyla yönetmeleri, tehdit etmeleri, doğrudan veya aracılar vasıtasıyla şiddet uygulamaları, savaş çıkarmaları rejimin liderlerinin gücünü pekiştiren taktikler haline gelir.

Gücün sürekli hale gelmesi için beraberinde geleceğe veya “davaya” ya da aileye (destekleyici sadık zümreye) dönük olarak sağlanacak avantajları da gerekli kılar. Siyasal güç ekonomik güçle desteklenir, ekonomik güç siyasal güçle pekiştirilir. Ülke kaynakları bizzat lidere/parti-devlete yöneltilir, onlar tarafından yönetilir. Tepedeki zümre için ticaret yapmak doğal hak haline gelir. Ekonominin yanı sıra basını, yargıyı kontrol etmek, rakipleri gerekirse ekonomik yaptırımlarla ezmek için, gerektiğinde beslenecek destekçilere ulufe olarak dağıtmak üzere kaynaklar kamulaştırılır, merkezden geçmesi sağlanır.

Siyasal ve ekonomik gücü tamamlayan en önemli unsur “halkın babası” imajını üretmektir. Bu bir tür yeni dinsellik yaratmaktır. Faşist/totaliter rejimin propaganda ve araçları toplumun kendi kendine taptığı bir din yaratır. Savaşlar, savaşlarda kaybedilen şehit askerler, acılar ve kahramanlıklar üzerine üretilen görsel, işitsel ya da yazınsal eserler okullarda, sokaklarda, basın yayın organlarında yeni dinselliğin ritüelleri ve kutsal metinleri olarak tekrar edilir. Yeni dinsel-seküler araçlar icat edilir, eski ritüellere yeni kutsallıklar eklenir. Lider bu dinselliğin üzerine, rejimle özdeşleşerek ayrı bir kutsiyetle inşa edilir. Bu inşa sürecinde korku ve hayranlık birleştirilir. Korkan insanların duygusu bir tapınmaya çevrilir. Korku ve hayranlık arasındaki ayırt edilemeyen duygu her fırsatta kullanılır. Bu, Tanrı’ya inanmak gibidir; mesela insanların yüce lidere duyulan korkudan ve sevgiden ağlamaları normaldir. Bu, güvensiz insanların ona “beni bırakma!” demeleri anlamına gelir. Bu, Tanrı karşısında insanın kendini yapayalnız hissetmesi ve tam da bunun için ona güvenmekten ve bağlanmaktan başka çaresi olmaması gibidir.

Türkiye faşizmleri: Susturmak ve söyletmek

Türkiye’de adı ne olursa olsun, faşist ve totaliter pratiklerin sürekliliği dikkat çekicidir. Bu süreç, liderler ve partiler değişse de, “Kürt barışı”ndan, “Barış süreci”nden söz edildiği 2002-2012 dönemi hariç, kesintiye uğramadı. Osmanlı saltanatında rastlanan çeşitli baskı yöntem ve teknikleri, modernleşme çabalarındaki imparatorluğun İttihat Terakki döneminde gerçekleşmiş Ermeni kırımı gibi olaylar bir kenara bırakılırsa, Cumhuriyet Türkiyesi’nin ilk döneminde “yeni toplumu” ve “yeni insanı” yaratmak üzere atılan adımlar bu totaliter pratikler çerçevesinde değerlendirilebilir. Kısaca değinecek olursak, dünyanın en iyi niyetli ve mükemmel sonucunu elde etmek için yapılmış olsalar bile, modernleşme ve Batılılaşma için gerekli görülen reform çalışmaları (kılık-kıyafet, harf inkılabı vb.) toplumun özgür seçimiyle değil, yukarıdan aşağı dayatıldı. Daha da sert adımlar sermayenin “millileştirilmesi” yönünde atıldı; Müslüman olmayan azınlıklardan Müslümanlara doğru sermaye kaydırıldı. Örneğin Varlık Vergisi laik olduğunu iddia eden bir toplumdaMüslüman kitlelerin de dahil edildiği, faşist bir pratik olarak ortaya çıktı; geniş Müslüman kitleler devletin attığı bu adımı kolaylıkla benimsediler; vergilerini ödeyemeyen gayrimüslimlerin ucuza elden çıkarmak zorunda kaldıkları mallara sahip oldular.

Daha sonrasında bu süreç Kıbrıs sorunu gibi vesilelerle, “düşmanlar” etrafındaki propagandaya bağlı olarak devam etti. 6-7 Eylül pogromu gibi “başarılı operasyonlar” ve 27 Mayıs’tan başlayıp 15 Temmuz’a kadar süren askerî darbeler eşliğinde, düşmanlar değişse de toplumun devletle örtüştürülme çabaları hiçbir zaman tükenmedi.

6-7 Eylül olayları sırasında objektiflere gülerek bakan yağmacılar. İstiklal Caddesi başta olmak üzere birçok semtte dükkânlar, mağazalar yıkılacak, yakılacak, yağmalanacaktır… 6-7 Eylül Olayları Fotoğraflar - Belgeler Fahri Çoker Arşivi / Tarih Vakfı Yayınları

Bütün bu süreç kuşkusuz tek bir diktatör, zorba ya da faşist bir liderle sembolleşen faşist ya da totaliter bir rejimle ya da tek tip bir faşizmle özdeşleştirilemez. Türkiye’nin özgüllüğü farklı zamanlarda ve liderlerde, siyasi akımlarda, farklı pratiklerde kendini gösteren “faşizm pratikleri”dir. Bir başka ifadeyle, tek bir tanıma sığamayacak kadar belirsizleşmiş, farklı biçimlere girebilen ama tam da bu yüzden etkili bir “faşizmler” serisi söz konusudur. Bu faşizmler devlet ve toplum arasındaki ilişkilerde, cemaatleşmiş toplumsal aktörlerin performanslarıyla şekillenir. Bu şekillenme bir yandan devlet cephesinden; eğitim, askerlik ve 15 Temmuz’la birlikte çok daha yoğun bir şekilde din gibi merkezî olarak örgütlenen ve ritüellerle dinselleşerek kutsallaşan sosyalizasyon tekniklerinden; diğer yandan cemaatleşmiş kültürel grupların devlet cenahında üreyen stratejilere verdikleri tepkilerle oluşur. Güvensizlik ve korkularla verilen bu tepkiler faşizmlerin sürekli olarak ve değişerek yeni üretimlerini sağlar.

Bütün siyasal aktörlerin birbirlerine karşı “faşist” sıfatını kullanabildiği Türkiye’de, devlet-toplum ilişkilerinde, genel olarak siyaset kültüründe ve kendilerini rakiplerine göre kurmaya çalışan toplumsal aktörlerin tutum ve davranışlarında farklı “faşizm” versiyonlarını görebiliriz. Bu farklı versiyonların yayıldığı pratiklerin tümünü burada kapsamak mümkün olmasa da, özellikle faşizmlerin hepsinde geçerli olan iki uçlu bir pratiği, “susturma ve konuşturma” pratiğini ele alabiliriz. Bunun için de Roland Barthes’ın “Faşizm söylemeyi engellemek değil, söylemeye zorlamaktır” şeklinde dile getirdiği meşhur bir tespitine başvurabiliriz. Bu, zihnimizde yasaklarla özdeşleşen faşizmin ruhunda çok dile gelmeyen başka bir önemli boyutun altını çizer. Yani faşizm insanları bir şey söylemeye zorlar; “yaşasın Hitler!” demeye, “Yahudiler pistir!” ya da “şu veya bu grup teröristtir!” demeye zorlar.

Türkiye tarihinde en güçlü olan aktörlerden en muhalif örgütlere kadar uzayan yelpazede bunun örnekleri çoktur. Parti-devletin düşman gördüğü örgütlere dönük olarak rejim açısından gerekli görülen sıfatları kullanmak; daha marjinal düzeyde de olsa, muhalif örgütlerin tarihsel liderlerinin kutsallığına laf söyletmemek bu türden “kullanılması mecburi” formüllerdir. Mesela her ne kadar son zamanlarda devletin kanatları altında güç kazanan, demokratik bir fikir özgürlüğünden ziyade ideolojik olarak rakibini yenme iddiasındaki muhafazakâr-sağcı-milliyetçi İslamcılık içindeki bazı sözcüler uymasalar da, Atatürk hakkında kullanılması gerekli formüller mevcuttur. Kuşkusuz, “Atatürk olmasaydı şimdi bir İngilizin, Fransızın ya da Yunanın çocuğu olurdun!” türünden zorlayıcı söylemlerin yanı sıra, “bu memleket Müslümandır; ona göre!” tarzındaki çerçeve çizen söylemlere burada değinilebilir. Bu zorlayıcı söylemlerin karşılığı ise, Atatürk’ten her söz açılışta “tabii ki Atatürkçüyüm ama…” şeklinde bir girizgâh yapma gereği ya da “tabii ki hepimiz Müslümanız ama…” diyerek “dinsiz” olarak görülme ihtimaline karşı önlem alma çabalarıdır.

Ancak gözden kaçırmamamız gereken bu önemli boyut faşizmin daha klasik boyutunu, “susturma” kapasitesini unutmamızı gerektirmez. Dolayısıyla faşizm için, tesis edilmiş ya da tesis edilmekte olan faşist rejim için tehlikeli olan insanları ve sözleri yasaklamak ve susturmak elzemdir. Faşist rejimler için elde edilecek başarıda farz olan bu yasak ve mecburiyet ikilisi sadece yukarıdan aşağı faşist birtakım otorite sahiplerinin icraatı sonunda elde edilmez; faşist ruhu içselleştirmiş kitlelere de ihtiyaç vardır. Yani faşist otoritenin her zaman referans vereceği ve “biz halkımızın duygularına tercüman oluyoruz, o halkın ruhunu temsil ediyoruz” diyebileceği kitlelerdir bunlar. Dolayısıyla burada temel unsur devlet ve homojen olarak hayal edilen halk/toplum arasında tam bir özdeşleşmenin sağlanması, bu özdeşleşmeyi beceremeyenlerin ise hain sıfatıyla günah keçilerine dönüştürülmesidir. “Ülkenin bölünmez bütünlüğü”, “Birlik beraberliğe en çok ihtiyaç duyduğumuz bu dönemde…” diyerek başlayan söylemler, toplumun homojen olduğu kurgusuna karşı alternatif sözler söyleyecek olanlara dönük alınan sağlam önlemlerdir. Bu önlemler sayesinde örneğin İstanbul seçimleri iptal edildi; HDP’ye verilmiş milyonlarca oya saygı duyulmayıp milletvekilleri hapse atıldı, belediye başkanlarının yerine kayyumlar atandı.

Yazmak ve söylemek Türkiye tarihinde faşizmin en kolaylıkla gözlemlenebileceği alanlardan biridir. Şimdiki zamanı anlamak ve bunun gelenekle ilişkisini kurmak için geçmişte yaşanan “susturma” ve “söyletme” pratiklerine, bunu en iyi göreceğimiz bazı yazarların örnekleri vasıtasıyla bakabiliriz. Bu yazarların önemi şuradadır: Aldıkları pozisyon itibariyle, söylenmesi gerekenleri söylerlerse “makbul” sınıfa girerler; faşizmlerin yeniden üretilmesine doğrudan katkı sunarlar. Ya da en genel olarak “ezberlenmiş ya da sürekli üretilen milli yalan(lar)” hakkında söylenmemesi gerekenleri söylerler; yalanlar açığa çıkmaya başladığı zaman fiziksel veya sembolik şiddet/linç vasıtasıyla, yargı, siyaset ya da bizzat sokak tarafından cezalandırılırlar.

Nâzım Hikmet yazdığı şiirler nedeniyle ve düşüncelerini açıkladığı için 11 defa yargılandı, 13 yılını hapishanelerde geçirdi. Kemal Tahir kardeşi Nuri Tahir’e Sabahattin Ali’nin bir kitabını verdiği için “askeri isyana tahrik ve teşvik”le suçlanarak tutuklandı, 15 yıl ağır hapis cezasına çarptırıldı. Devletin gizli örgütlerinin tezgâhladığı 6-7 Eylül olaylarını “komünistlerin” tertiplediği suçlamasına o da maruz kaldı ve Aziz Nesin, Hasan İzzettin Dinamo ve Asım Bezirci’nin de aralarında bulunduğu 60 şair, yazar ve aydınla birlikte bir kez daha tutuklandı, cezaevinde 6 ay yattı. Aziz Nesin yazdıkları nedeniyle, “devleti ve devlet büyüklerini küçük düşürmek” suçuyla aleyhinde açılan sayısız davaya maruz kaldı. Türkiye faşizmlerinin bir versiyonu uyarınca söylememesi gerekenleri söylediğini gerekçe gösterenler Sivas Madımak katliamını gerçekleştirdiler.

Türkiye Cumhuriyeti devletinin tipik performanslarından biriyse bir Nazi hayranı olan ve ırkçılığını saklamayan Nihal Atsız’ın başına geldi. Önce Nazi Almanyası’na sempatiyle bakan resmî söylem Naziler kaybetmeye başlayınca geri adım attı ve devlet Nazi hayranlarını baskı altına aldı. Komünistleri devlete şikâyet eden Atsız’ın kendisi de devlet tarafından kovuşturmaya uğradı. Kendinden olmayanların konuşmasına tahammül edemeyen, bu şekilde susturma işlevine sahip çıkan bir başka yazar Peyami Safa idi. Safa 1950 yılında Nâzım Hikmet için açılan af kampanyasına karşı mücadele edenler arasındaydı. Aynı zamanda Cumhuriyet Halk Partisi’ni “solcuların” ve “dinsizlerin” söz sahibi olduğu bir parti olmakla suçladı.

Türkiye Cumhuriyeti’nin hışmına uğramış yazarlar arasında Sabahattin Ali’nin trajik bir yeri vardır. Önceleri Marko Paşa dergisinde siyasetçilere dönük yazdığı eleştiriler yüzünden hakkında çeşitli davalar açıldı. Bu davalarda “söylenmemesi gerekenleri” söylediği yönünde üretilen ihbarlar rol oynadı. Siyasal konjonktürün baskısı altında korkan iddia makamları ve hâkimler vasıtasıyla mahkûmiyet aldı. Daha sonra kendisinden “Atatürk hakkında bir kaside” yazması istendi ve hayatını kazanabilmek için bu isteği yerine getirdi. Kendisine atfedilen komünist sıfatının doğru olmadığını ispat edebilmek için yazılar yazdı. Nihal Atsız’a açtığı hakaret davası sürerken aleyhinde gösteriler düzenlendi. Bir milli marş olmanın ötesinde, Türkiye tarihinin en önemli yaptırım araçlarından biri olarak sık sık başvurulan “İstiklâl Marşı” Atsız yanlısı öğrenciler tarafından binanın içinde ve önünde okundu. (Yıllar sonra, Hrant Dink cinayetine giden yolda, Agos gazetesi önünde gösteri yapan ve “bir gece ansızın gelebiliriz” diye tehdit eden “milliyetçi” gruplar ve başkaları da benzer performanslar sergilediler.) Daha sonra Sabahattin Ali, hakkındaki davalardan kurtulmak için yurtdışına kaçmaya çalışırken, Bulgaristan sınırına yakın bir yerde, kendisine eşlik eden bir adam tarafından öldürüldü. Katil kendini savunmak için sonraki yıllarda da çok sık tekrarlanan bir formülle, “Sabahattin Ali’nin onun milli hislerini tahrik ettiği” gerekçesini ileri sürdü.

Çetin Altan’a yazılarından ötürü 300’den fazla dava açıldı; gözaltılar, tutuklamalar ve mahkûmiyetlerle dolu hayatına, Meclis’te “söylememesi gereken” bir sözü “Nâzım Hikmet büyük vatan şairidir” söylediği için çoğunluk olan milletvekilleri tarafından uğradığı linç eklendi.

Yaşar Kemal, Türkiye’nin totaliter susturma mekanizmalarıyla “komünizm propagandası” yaptığı gerekçesiyle tutuklandığı zaman tanıştı. Çeşitli zamanlarda, Terörle Mücadele Yasası’na göre “bölücülük propagandası” yapmakla, “halkı kin ve nefrete teşvik” etmekle suçlanıp hakkında davalar açıldı, cezalar verildi.

Hrant Dink, bu faşist/totaliter pratiklerin sonunda, adeta kolektif bir eylemle öldürüldü. Bu cinayet en saygın ve ana akım olarak addedilen gazetelerin manşetlerine yansıyan ırkçı hakaretler, ülkücü grupların linç çağrıları, istihbarat örgütlerinin açık tehditleri, yargı organlarının onu susturma çabaları, o öldürüldükten sonra televizyonlarda (özellikle yaşı küçük seçilen) katille birlikte yapılan (“Vatan toprağı kutsaldır, kaderine terk edilemez” yazısı eşliğinde) bayraklı gösteri, daha sonra sosyal medyada cinayeti öven klipler, zaman içinde “Ergenekon” ve “FETÖ” örgütleri arasındaki güç ilişkileri içinde başarılı oyalama taktikleriyle, Türkiye usulü faşizmlerin çok çeşitli veçhelerini gösteren, “total” bir örnektir.

Son dönemde de Ahmet Altan başta olmak üzere çok sayıda gazeteciye ve barış imzacısı akademisyenlere dönük uygulanan baskılar, “gerektiği gibi konuşmayanlara” dönük susturma politikalarıdır. Bir bakıma, Türkiye faşizmlerinde farklı dönemlerde farklı şiddette olsa da, konuşanlar, çok konuşanlar, etkili konuşanlar tehlikeli olarak addedilir. Bu sadece yazan çizen insanlara dönük değil, polis tarafından çocuğu öldürülmüş bir insana bile yönelebilen bir baskıdır. Bir anma sırasında kimlik kontrolü yapan polislere “Ben öldürdüğünüz çocuğun (Berkin Elvan’ın) annesiyim” diyen Gülsüm Elvan’a bir polisin “Ben mi öldürdüm; öyleyse iyi yapmışım” diyebilen bir pervasızlıktır.

Devlet, siyaset ve basın Türkiye’de totaliter teknikleri doğrudan uygulamaya koyan, birinci elden yayan kurumlardır. Ama totalitarizmin en önemli özelliği totaliter pratiklerin sıradan insanlar tarafından içselleştirilmesidir. Örneğin yaygın bir pazar ağına sahip bir konfeksiyon şirketinin üretiminde (LGBT hareketinin sembolü olduğu gerekçesiyle) gökkuşağı renklerini yasaklamış olması bu içselleştirmenin sonucudur. Bir zamanlar, PKK’nın renkleri olduğu gerekçesiyle kırmızı, sarı ve yeşilin aynı anda yer almaması için bazı vilayetlerdeki trafik ışıklarındaki yeşilin yerine mavinin konması da benzer bir güvensizliğin ve korkunun sonucudur. Faşizmlerin renkleri yasaklayan bu versiyonu, bir renk kombinasyonunu göstermeyerek, görülmesini engelleyerek gerçeği yeniden kurma çabasının bir ürünüdür.

Devletin çeşitli kurumları yurtdışından, Avrupa Birliği’nden çeşitli fonlar alırken, devlet kendi güdümündeki sivil toplum örgütlerine cömertçe kaynak aktarırken, Türkiye’de devletin güdümü dışındaki sivil örgütlerin, bağımsız basın-yayın kuruluşlarının yurtdışından kaynak bulmalarına karşı milliyetçi, dindar ya da sol söylemle konuşan faşizmlerin hepsinin birlikte “beşinci kol faaliyeti” ve “ihanet” yaftalamaları da alternatif bilginin (dolayısıyla gücün) önüne geçme çabasındaki pratiklerdir.

Türkiye’de en tepeden en aşağıya üreyen ve üretilen faşizmlerin en görünen yüzü bir yanda devletin ve siyasetin güdümündeki yargı vasıtasıyla verilen cezalar ise, diğer yanda çeşitli gruplarca azınlıklara ya da muhalif kesimlere karşı uygulanan şiddet ve linç hareketleridir. Örneğin 1950’lerde, Türkiye Cumhuriyeti devletinin Kore’ye asker göndermek üzere toplumu ikna etme çabaları içinde üretilen askerî-duygusal atmosfere paralel olarak üretilen anti-komünist seferberlik birbirini tamamlayan faşist pratiklerdir. Kore’ye asker gönderilerek militarize mit canlı tutulurken, yürütülen anti-komünist propaganda ile hâkim ideolojinin gündelik hayata sirayet etmesi için gereken şartlar sağlanmış olur. 1969’da ABD’nin 6. Filosuna karşı protesto gösterisi düzenleyen solcu gençlere karşı Kanlı Pazar’ın örgütlenmesi, dindar-muhafazakâr kesimlerde kök salmış olan anti-komünist hezeyanın, devlet içindeki hazırlıkların ve bu ikisi arasında doğrudan linçe davet eden bazı gazetelerin rol oynamasıyla gerçekleşir.

Seferberlik Tetkik Kurulu, Özel Harp Dairesi gibi devlet içindeki organlar tarafından organize edilen olayların yanı sıra, muhalif olanlara karşı bu örgütlerden bağımsız olarak hazırlanan şiddet ve linç hareketleri de, zaten sıradan insanların içselleştirmiş olduğu “söylenmesi gereken söz” ve “alınması gereken tavır”la beslenen faşist pratiklerdir. Çeşitli zamanlarda Ermenilere, Rumlara, Alevilere, Kürtlere, Romanlara ya da eşcinsellere yönelik linçler, “normalin” inşasına uymayanları devletin yorulmadan bastırması anlamına gelir. Bir bakıma bu, devletin gerekli gördüğü zamanlarda topluma “günah keçileri” göstererek meselelere yaklaşmasının sonucudur. “Onları millete havale ediyorum”, “millet gereken cevabı verir” ya da bir Dışişleri Bakanı’nın 6-7 Eylül 1955’te pogrom yapacak insanları adeta davet ederek “Türk kamuoyunu zapt edemiyoruz” ya da 2013’te bir Başbakan’ın “Kazlıçeşme’yi zor tutuyorum” türünden söylemlerine cevaben, “halk kesimlerinin” “yol ver gidelim, Gezi’yi ezelim” diyerek faşizm üretimine yaptıkları katkılardır. Bu katkılar daha sonrasında basın-yayın organlarında “Öfkeli halk provokatörlere gereken cevabı verdi” şeklinde yer bulduğu zaman gerekli daire tamamlanmış demektir. Yakın zamanda devlet hakkında söylenmemesi gerekenleri söyleyen modacı Barbaros Şansal’ın Kıbrıs’tan geldiği uçaktan indiği anda havaalanı apronunda “tahrik olmuş” kalabalık bir grup tarafından linç edilmesi de, orman yangınlarının bile Kürtlere atfedilmesi de, Aysel Tuğluk’un annesinin cenazesinin mezardan çıkarılması da, 6-7 Eylüllere, Kanlı Pazarlara kıyasla daha küçük boyutlu olmalarına rağmen benzer örneklerdir.

Ancak son olarak, şunu eklemeli: Totalitarizm kavramının taşıdığı “total” (bütün) boyuta rağmen, en mutlak totaliter hâkimiyeti başarmış ülkelerde bile totalitarizm tüm insanları ele geçirme kapasitesine sahip değildir. Her faşist ya da totaliter ülkede ele geçirilmemiş, açık veya gizli direnen bireyler, toplumsal gruplar mevcuttur. Başka bir ifadeyle, ele geçirme süreçleri bir kereliğine olup biten bir pratik değildir. Ele geçirme stratejisi sürekli olduğu gibi, bireylerin ele geçirilmeme taktikleri de süreklidir; aradaki denge değişkendir.

Türkiye’de faşizmlerin farklı versiyonlarına her dönem rastlanabilir ama bu faşizmlere karşı farklı dozlarda direnişler de her zaman mevcuttur. Bunların arasında son dönemlerdeki en etkili yollardan biri mizahtır. Bir zamanlar Sovyet desteğindeki General Jaruzelski darbe yaptığında mizah patlaması yaşanan Polonya’da ya da zaten bir mizah cenneti olan Sovyetler Birliği totalitarizminde olduğu gibi, Türkiye’de de insanların açıkça konuşamadığı mevzular mizah vasıtasıyla anlatılıyor. 12 Eylül darbe zamanında Türkiye’de Gırgır dergisi yaklaşık 500 bin satarken, şimdiki dönemde de sosyal medyada benzer bir mizah patlamasından söz edebiliriz.

Sonuç olarak Türkiye, zaman içinde farklı dozlarda gerçekleşse de faşist ve totaliter pratiklerin sürekli olduğu, dünyadaki farklı faşizmlerin çeşitli özelliklerini taşıyan bir ülkedir. Ancak bütün bölünmelerine, korkularına ve güvensizliklerine rağmen, toplum bu faşist/totaliter pratikler karşısında direnişler geliştirdiği için mutlak bir biçimde faşizm ya da totalitarizm kavramlarını kullanamayacağımız bir toplumdur.

•