Sanki 1920’lerdeydik. Savaş yeni bitmişti. Yeni gerçeklik arayışları, şairlerle ressamlar arasında kol geziyordu. Sanki geleceğin kurgulanması, yüzyılın şafağında şiir ve resimden medet umuyordu. Sanki Aragon birazdan atölyeye girecek, “Max Ernst resme meydan okuyor!” diye bağıracak, Ercan, “Ama hangi resme?” diye çıkışacaktı. Sanki atölyeye girmeden önce, Picabia’yla Lâle sokakta karşılaşmıştı, kahkahaları ezip geçmişti tüm gerçeklik kaygılarımızı. Sanki bu akşam bir resim sergisinde kapalı dolaplar içinde ziyaretçilere müstehcen küfürler savuracak aktörler olacaktık. Sanki ardımızdaki karanlık yıllar boyunca suçlanmış güdülerimiz, aniden özgürlüğüne kavuşmuştu; her şeyi ama her şeyi deneyimlemek istiyorduk. Sanki evden yeni kaçmıştım. 1950’lerin başıydı belki de. Ahmet Güntan daha doğmamıştı. Ferit Edgü, Kaçkınlar’ı yazmaya yeni başlamıştı. Venedik’e giden bir gemide tanışmıştık. Sanki, içimi görmüş gibi, Orhan Duru’nun Bırakılmış Biri’sinden sayfalar okumuştu defterinin arasındaki mektup kâğıtlarından. O yıllar aynı yaşlardaydık belki de. Venedik’ten Münih’e beraber gitmiş olabilirdik. Böylece ilk kez Rimbaud çevirilerini Edgü’den okumuş, yola yalnız devam etmek için dümeni Berlin’e kırmış olabilirim. Ercan’ın atölyesine varan yollar böyle de gerçekleşmiş olabilirdi.
Evet, gerçekte (neyse artık o gerçek) 2016 yılında, Ercan Arslan’ın Berlin’deki atölyesindeydik. Buraya Essen’deki bir sanayii fabrikasında gerçekleşen edebiyat fuarından kaçmıştık Lâle’yle. Ercan’la hemen hemen bir yıl önce, Berlin’de bir gece kulübünde tanışmış, ertesi gün atölyesini ziyaret etmiştim. Burası bir atölyeden çok, savaş görmüş bir harikalar enkazı gibiydi. [Harika: Şiire doğaüstü varlıkların karışması. (Larousse)] Dehşete düşmüştüm. Atölyenin hemen her yerinde, ressamın resimlerine saldırıda bulunmuş doğaüstü güçlerden arta kalan bir resimler enkazı vardı; yırtılmış resimler, kesilmiş resimler, üzeri boyayla kaplanmış resimler, üzerinde sigara söndürülmüş resimler… Atölyeye Taliban’ın askerleri girmiş, Tanrı’ya özenen bu yaratıları sadece yok etmek değil, yok etmeden önce olabildiğince acı çeksinler diye işkence etmişlerdi sanki. Ercan’sa sadece gülüyordu. Bu saf ama yüksek sesli gülüşü tanıyordum. Neden, neden diye sayıklanan gecelerden çıkmış, saçmaya, anlamsıza varmış, içindeki sakin suların dip dalgalarındaki kasırgalarla boğuşmaktan artık vazgeçmişlerin gülüşüydü bu, tanıyordum; önce Lâle Müldür’ün kahkahalarından tanıyordum onu. Belki de bu yüzden, hemen arkadaş olabilmiştik Ercan’la o gece.
Lâle Müldür, Schöneberg, Grunewaldstrasse 87, Ercan Arslan’ın Atölyesinin bulunduğu bina, 2016. Fotoğraf: Deniz Yüksel Abalıoğlu
Ercan Arslan atölyesinin bulunduğu binada. Schöneberg, Grunewaldstrasse 87, 2016. Fotoğraf: Deniz Yüksel Abalıoğlu
Lâle’yle Essen’deki edebiyatçılar rezaletinden kaçış planı yaparken, geçen yıl tanıdığım Ercan Arslan ve dehşet harikalar enkazı aklıma gelmişti. Lâle’ye Arslan’ın atölyesinde gördüklerimi anlattığımda, derhal Berlin’e gidelim, dedi. Ama nasıl? Paramız bitmek üzereydi. Belki bir iki gün daha, otelin yemek servisini kullanarak Essen’de kalabilirdik. Ama işte tesadüflerin tanrısı, ona inanan müminlerinin yanındaydı. Kaçış planının umutsuzluğuyla yüzleşmişken (otelin restoranının balkonunda sigara içiyorduk o sırada), bizimle balkonda sigara içen, 70’li yaşlarında, sanki on yıl önce de 70’li yaşlarındaymış ve 20 yıl sonra da gene tam olarak yetmiş yaşında kalacak, şiir yazıp yazmadığını asla kestiremediğimiz, Berlin’de yaşayan ve bu akşamüzeri Berlin’e arabasıyla yola çıkacak olan Türk bir psikiyatrla tanıştık. Sorunumuza az önce kulak misafiri olmuş olmalı ki, yetmiş yaşında doğmuş birinin nezaketiyle, onunla Berlin’e kadar yol arkadaşlığı yaparsak bundan büyük bir mutluluk duyacağını söyledi. Sanki 1970’lerde Arizona’da otostopla yollara düşmüş iki yoksul gezgindik ve en az bir haftalık azığımızı bulmuş kadar mutluyduk.
Yol boyunca –6 saat kadar sürdü bu yolculuk– tesadüflerin tanrısı konuşuldu arabada. Kim düzenliyordu bu tesadüfleri? Büyük plandaki kırılma noktaları mıydı tesadüfler? Neydi tesadüfün niteliği? Birdenbire gerçekleşmeleri mi? En beklenmedik anda gerçekleşmeleri mi yoksa? Mucizelerle tesadüfler arasında nasıl bir bağ vardı? Bir insan yaşamındaki tesadüfleri yan yana sıralarsak bir yazgı yazıcısının üslubunu görebilir miydik? (Bazen görür gibi olmuyor muyduk?) Neden tesadüfler bir başlangıçla bir sonu aynı anda imliyordu? Tesadüfleri okumak için yeni bir akıl yolu mu keşfetmeliydik yoksa? Bilmiyorduk. Ama işte birer tesadüftük Essen’den Berlin’e uzanan kıvrımlı geniş otoyollarda.
Ercan’ın bize verdiği adrese ancak sabahın ilk ışıklarında varabildik.
Ercan Arslan. Fotoğraf: Alex De Mirelle
Psikiyatr dostumuz bizi, Grunewaldstrasse’deki 87 numaralı binanın önüne bırakma inceliğini göstermişti. Binanın ön cephesi görkemli güzelliğiyle izleyeni içeri davet ediyordu. (Buraya ilk geldiğimde gece yarısıydı, bu görkemi fark etmemiştim.) Eskiden kullanılan at arabalarının girişinden geçtikten sonra binanın ikinci avlusu önünde afalladık. Ön cephe ne kadar gösterişliyse, atölyenin bulunduğu bina bir o kadar viraneydi. (Sonradan öğrendik ki, burası ikinci Wilhelm döneminde hizmetkâr ve işçilerin yaşadığı binaymış.) Yıkık dökük eski merdivenlerden ikinci kata çıkınca atölyenin kapısının önünde Lâle’yle göz göze geldik. Biraz etrafımıza bakındık. Yer yer kavlamış duvarlar, yumak yumak sarkmış, ne olduğu belli olmayan kablolar, grafitiler, atölyenin zili bozuk, kablolar her yerde… Sarmal merdivenler arasında, binanın camsız pencerelerinden üzerimize kırılan sarı sabah ışıkları içinde ressamın atölyesinin kapısı önünde bir çift kübist figür gibiydik.
“Mösyö” diyerek girdi Lâle içeriye. (Lâle söze Mösyö diye başlarsa, bir oyun başlıyordur genelde.)
Mösyö, biz tesadüflerin misafirleri için mi bu serili yataklar yerlerde?
Evet, dedi Ercan, keşke sizi daha sıcak bir yerde ağırlayabilseydim. (Atölye gerçekten çok soğuktu.)
Lâle’nin çağrı yaptığı oyunu anlamış gibi devam etti Ercan:
Sör Francis Bacon’la arkadaş olmalısınız. Kendileri tesadüfle çok ilgilenirler, tesadüf heyecan yaratır, öyle değil mi, şu ânın içindeki heyecanı. Hoş geldiniz Madam.
Ya siz, diye devam etti Lâle, siz Mösyö, tesadüfleri sever misiniz?
Ben dedi Ercan, tesadüfleri bulmayı severim.
Heyecan!
Şu ânın içindeki heyecan!
Tesadüfü, Bacon’ın kullandığı gibi, bir enstrüman olarak kullanan sanatçılar!
Şair ve Ressam!
Atölyede geçen günler ve geceler boyunca birçok tesadüf yaşandı. Şiirin, resmin ve yaşamın tesadüfleri… Sözcüklerle, renkler ve biçimlerle, anlık olaylarla gerçekleşen tesadüfler. İlk gecemizde, Lâle bir resmi “okurken” büyük bir gürültü geldi dışardan. İkinci Dünya Savaşı görmüş bu bina yeni bir savaşı daha kaldıramazdı. Pencereye koştuk. Yukarı kattan birileri pencereden aşağı mobilyalar atıyordu. Gökyüzünden yağan koltuk, sandalye ve bir abajur gördük. Avlu zaten çöp doluydu. Ertesi gün de devam etti bu. Terlik ve pabuçlar yağıyordu içi çamaşır dolu çöp muşambalarının yanında. Ercan şemsiye yağmurları da gördüğünü iddia ediyordu. Bir gün de sigara içmek için pencerenin önündeyken yan komşunun pencereden aşağı işediğini gördüm. Bu gördüğüm gerçek miydi? Yoksa tesadüfen gerçeküstü bir romanın sayfalarına mı karışmıştım? Nasıl bir yerdi burası? Berlin’in göbeğinde (burası orta-üst sınıfın yaşadığı, zengin bir mahalleydi) bulunan bu bina “tesadüf eseri” unutulmuştu sanki. Binanın hemen girişinde Türkiye’nin gecekondu mahallelerindeki gibi kaçak elektrik çekildiğini bile gördüm. “Sen ne diyorsun,” demişti Ercan gülerek, “bu binada geçenlerde genç bir kadın doğum yaptı – üstelik ebesiz ve doktorsuz”.
Solda: David Bowie’nin evinin önü, Schöneberg, Berlin, 2016. Fotoğraf: Burak Fidan
Sağda: Essen, 2016, Burak Fidan
Solda: Schöneberg, Kleist Park, Berlin. Foto Lale Müldür (Duvar resmi Ercan Arslan) Sağda: Essen, 2016.
Atölyede kaldığımız o birkaç gün, Lâle’nin Arslan’ın resimlerinde gördüğü gerçeküstü öğelerle gerçek birbirine karışmıştı. Bu gerçeklerarasılık gerçekten çok heyecan vericiydi. (Hatta gerçeklikten bile.) Bir süre sonra, etrafımızda olup biten bu tuhaf olayların Ercan’ın resmiyle ilgili olduğunu düşünmeye başladık. Bir tür büyüydü sanki bu atölyedeki resimler ve bu büyü pencereden dışarıda gerçekleşen olayları etkiliyordu. Yoksa, Lâle’nin bu atölyeye girer girmez söylemeye başladığı şiirlerle mi ilgiliydi tüm bu tuhaflıklar, bilinemezdi. Ama Lâle Müldür okurları bilirler ki, onun şiiri, etrafındaki her şeyi kendi dalga boyuna alır. Sadece şiiri mi? Lâle ele geçirir ve ele verir sizi, aynı anda. Bu ikisini aynı ânın içinde yaptığı için, ondan bahsederken, bir tür kâhinden, bir tür büyücüden ve bir tür düşmüş peygamberden bahsederken bulursunuz kendinizi. İrrasyonel bir dünyaya adım atmışsınızdır artık. Lâle’nin, diyelim son 15 yıl içinde, hatta beyin kanamasından sonra diyelim, birçok şiir toplantısında, birçok dışarıya kapalı gizli partide, evindeki gece yarısı buluşmalarında, kuaförde, market alışverişinde, psikiyatr seanslarında “birdenbire” söylediği şiirleri, gerçeküstücülerin otomatik yazış biçimiyle ilişkilendirenler olduğunu duyuyorum. Buna hem katılıyor hem de katılmıyorum. Gerçeküstücülerin otomatik yazış biçimi, çıkacakları seyahatin güzergâhını, daha yola çıkmadan önce otostop çekecekleri araçların gittiği yöne göre planlayan gezginlere benziyor; yani onlar, yolu, daha yola çıkmadan tesadüflerin tanrısına bırakmışlardır. Lâle Müldür’ü gerçeküstücülerin otomatik yazış biçiminden ayıransa, şu ânı sahnelerken, şiire tesadüfü değil, tesadüfe şiiri dahil etmesidir. Bu ancak, şairin şiire kendini, deyişin tam anlamıyla, bağışlamasıdır; kendini, tüm varlığını şiire, şiirin gerçekliğine bağışlamasıdır.
Ânı sahnelemek… Lâle Müldür’ü tanıdığımdan bu yana, onun iyi şiiri, belki de kendi şiirini tanımlamak için kullandığı bir alıntı var; Gato Barbieri’nin, iyi müziğin tanımını Lâle şiire devrediyor: “Aynı ânın içinde dans eder gibi.” Ercan Arslan’la Lâle Müldür’ün karşılaştığı o ilk dakikalarda Ercan’ın Bacon’dan alıntı yapması, tesadüfün içindeki heyecanı vurgulaması boşuna değildi. Ercan’ın resminde, tıpkı Bacon’da olduğu gibi, tesadüfün yüzey üzerindeki organizasyonunu görebilirsiniz. Bacon, “Duyular bulutunu takip ederek çalışmak,” diyor, “resim böyle yapılır, buna içgüdü denir”. Ercan’sa, duyu bulutlarını, daha çok bilinçaltı katmanlarında takip eder sanki. Bu yüzden Bacon’un resminden çok daha “bireyseldir”. Güncelle beslenmez. Her zaman güncel kalacak olanın peşindedir; mağara resimlerinden, geleceğin antik dönemlerine kalacak bir güncellik bu. Bataille’ın, kendi edebiyatı için kullandığı anlamda, birçok zamanda, aynı anda, bir iç deney yolculuğudur resim yapmak Ercan Arslan için.
……………………………………………………………………..
Sanıyorum, bu kitabın gerçekleşmesindeki en büyük pay, bu iki sanatçının karşılaşır karşılaşmaz, şu ânın içindeki heyecanı, karşılıklı olarak birbirlerine aktarabilmelerinde gizlidir.
Tesadüflerin tanrısı perde arkasından bu iki sanatçıya sürekli sufle verir gibidir.
Bu kitaptaki şiirler resimleri anlatmıyor elbette. Ne de resimler şiirleri. Ama başka bir anlatı var bu kitapta. Şair ve Ressam, aynı ânın içinde, sözcükleri, renkleri, biçimleri ve bunlardan doğan imgeleri, kendilerinin binlerce mil ötesine çıkarak, gerçekte bizim için tek bir imgeyi, insan imgesini anlatıyorlar.
“işte mükemmel denge: sanatçı ve insan
tek ve bir
ikisi de dibi boylamışlar
yaşam mı güzellik mi bu?” L.M