Tayfun Polat: “Bağımsız müzik bir tavırdır ama…”

"Evet, bu kitap için bir üslup geliştirdim. Bağımsız müziğin göreliğini anlatabilmek için böyle bir yönteme ihtiyaç duydum. Eğer caz tarihi ya da ’90’ların punk’ını yazacak olsam böyle bir üslup kullanacağımı hiç zannetmiyorum."

16 Aralık 2021 19:00

Sıradanlaşmış tuhaf günlerimiz boğazımızda düğümler bırakarak akıp giderken, yazarıyla yaptığımız söyleşi vesilesiyle uzun zamandır gündemimde olan bir kitabı nihayet sayfalarınıza taşımaktan mutluluk ve heyecan duyuyorum. Geçtiğimiz eylül ayında Kara Plak’tan yayımlanan Türkiye’de Bağımsız Müzik-Başlangıç  kitabını duyurmakta gecikmemin asıl sebebi, yoğun günlerimin yanı sıra ona nasıl yaklaşmam gerektiği konusunda çok fazla titizlenmiş olmam. İsmi sizi yanıltmasın, bu kitap sadece Türkiye’de bağımsız müziği anlatmıyor. Üstüne üstelik öyle sıradan bir şekilde de anlatmıyor. Dolayısıyla neresinden tutacağıma karar vermek biraz vakit aldı. O sırada da kitap ikinci baskıyı yaptı zaten. Bu arada bu Türkiye’de, hatta yazarının tespitine göre dünyada da bağımsız müziği bu şekilde ele alan ilk kitap.

Çok sevdiğim arkadaşım Tayfun Polat için kısaca bir müzik insanı, şair ve yazar diyeceğim. Kendisiyle tanışık olmayanlar web sayfasından bilgi edinebilirler. Bu kitap bağlamında en öne çıkan özelliği ise, mesele bellediği konularla gerçekten bir meselesi olması. Tevekkeli değil, dört senedir bu kitap üzerine çalışıyordu kendisi. Ve adı üstünde, bu kitap sadece bir başlangıç, ikinci cilt yolda. Tayfun kitabın önsözünde o zamanlar çalıştığı Tarih Vakfı’nda Tamburî Cemil Bey ve besteleri üzerine düzenledikleri bir seminerde, (2005) konuşmacılardan Gönül Paçacı’nın “Müzik, müzisyenlere bırakılmayacak kadar ciddi bir konudur” cümlesinin beynine mıh gibi girdiğini ve bundan vazife çıkararak o gün bugündür güncel bağımsız/alternatif müziği belgelemeye ve araştırmaya başladığını yazmış. Sanırım bu kitaptan önce buna en somut örnek, Açık Radyo’daki “Yerli” adındaki programında, Türkiye’de ana akımın dışında kalan müzikleri yedi yıl boyunca istikrarla FM dalgalarına karıştırmış olması.

Kitap iki bölümden oluşuyor. Tayfun birinci bölümde bağımsız müziğe bir kavram olarak yanaşıp, gerek dünya yakın müzik tarihi literatüründen derledikleriyle gerekse kendi tespit ve yorumlarıyla bağımsız müziğin büyük resmine dair ortaya iddialı bir metin çıkarmış. Bilindiği varsayılan kavramların, tanımların kulaktan kaçmış hallerini anlatmış, köşe taşlarına ateş etmiş... İkinci bölümde ise ’80 öncesinden ’90’lara kadar Türkiye’de bağımsız müziğin tarihçesini yazmış (2000’ler ikinci ciltte). Ama nasıl? Araştırmalarından ve okumalarından edindikleri, kendi gözlemleri, bire bir yaşadıkları, soru-cevap gibi farklı veri biçimlerini, kendisini metne bir anlatıcı olarak konumlandırarak birleştirmiş. Aslında bu “geveze” anlatıcı kitap boyunca konuşuyor ama farklı üsluplarla. Tayfun’a da söyledim, bilgiyle anlatının iç içe geçtiği bu üslup denemesine ısınmam zaman aldı. Ne zaman ki Türkiye’nin yakın müzik tarihine kişisel tarihini iliştirmeye başladı, benim de yüzüme tebessümler yayılır oldu... İçerdiği müzikal, tarihsel, politik, sosyo-ekonomik, sosyo-kültürel tespitlerin yanı sıra, bence bu kitabı kıymetli yapan en önemli özelliklerinden biri de kendi aramızdaki sohbetlerde asılı kalmış, çoğumuzun kulağına çalınmış ama hiçbir yerde yazılı olmayan yaşanmışlıkları kitaplaştırmış olması. Ezcümle, ortaya çıkan aynı zamanda bir kişisel tarih metni.

Başta bahsettiğim üzere, bu kapsamlı metnin hangi öğelerinin üzerinde durmam gerektiğine karar vermekte zorlandım. Maksadım, omuzları gevşek bir ciddiyetle anlatan, bu özgüvenli, muzır yazara dikkatinizi çekmek. Bağımsız müziğe dair bu kadar kapsamlı, bütünlüklü, bağlamı sağlam kazıklara oturtulmuş bir metin bulamayacağınız gibi, günümüz Türkiyesi’nin beyin buran muhafazakârlığına ters köşe yapan, adeta meydan okuyan tavrının ciğerlerinizi temiz havayla dolduracağını da garanti ediyorum. Son olarak, ’88 kuşağının soluduğu havayı ucundan da olsa ciğerine çekmiş bir sonraki kuşağın üyesi biri olarak o atmosferi güven veren bir zihinden okumak iyi geldi; hayat yolunun katıldığım kısmından öncesine dair hiçbir yerde yazmayan bir sürü şey artık benim de heybemde. Ha, bu arada, ister bu söyleşiyle başlamak ister kitabı okurken dinlemek üzere, Tayfun’un kitapta adı geçen gruplardan ve müzisyenlerden derlediği çalma listelerinin ilkine bu Spotify bağlantısından ulaşabilirsiniz.

Henüz basılmamışken konuştuğumuzda iddialı bir kitap olduğunun altını çizmiştin. Doğrusu ne manada iddialı olduğunu merak etmiştim. Okuduğumda vâkıf oldum, fakat yine de “iddialı” derken ne kastettiğini senden duymayı çok isterim. 

İddialı olmasının birinci nedeni, daha önce üzerine yazılmamış bir konu üzerine ilk defa bir şey yazıldığı için, yazılanın eğrisiyle doğrusuyla bir şekilde literatüre girecek olması. ’90’ların ortasından itibaren bağımsız müzik üzerine tüm dünyada yazılıp çizilmeye, akademik çevrelerde düşünülmeye başlanmış. Pek çok kişi farklı anlamlarda, farklı taraflarına bakmış. Bir sürü iddia ve tanımlama gayreti var. Fakat iki yıl süren okuma ve araştırma sürecimde gördüm ki, bağımsız müzik üzerine tanımların hangi kırılma noktalarında değişime uğradığını ortaya koyan, bağımsız müziğin nasıl kavramsallaştığı üzerine farklı fikirleri bir araya getiren, sadece Türkiye’de değil, dünya literatüründe de bu şekilde toparlayıcı bir metin yok. Varsa da ben rastlamadım. Bu da iddialı olmasının ikinci sebebi. Üçüncü sebebiyse kitabın özellikle ’90lar bahsinde, Türkiye’de pek çoğu kült mertebesine erişmiş birçok isimle ilgili bunlar bir müzisyen ya da bir plak firması olabilir bağımsız müzik kavramını turnusol kâğıdı olarak kullanıp o perspektiften bakarak ciddi eleştirilerde bulunması.

“İşin kitabını yazmış biri olarak bundan sonra memlekette 'Bağımsız müzik nedir?' sorusuna en çok muhatap olacak kişi ben olacağım.” (s. 47) cümlen birinci iddianla mı ilintili?

Evet… Bu konuda kitabı yazarken sohbet ettiğim arkadaşlarımdan biri uyardı; Ömer Aygün. Kendisi antik çağ felsefecisidir. “Farkında mısın yaptığın şeyin? Sen bu kitapta neye ne dersen, bundan sonra öyle kabul edilecek” deyince uyandım. Aslına bakarsan bu beni biraz korkuttu ve üstüme biraz daha fazla sorumluluk yükledi. Bu kitapta birbirinden farklı birkaç üslup birden kullanarak bir üslup denemesi yaptım. Bu cümleyi de o üslup denemesine alıştırmak için, giriş bölümünde bilhassa kullanmam gerektiğini hissettim.

“Hal böyleyken bir tarih yazımına kalkmanın manası girdabın içinde sürüklenip gitmeden ortaya bir belge bırakmak olabilir. (...) bağımsız müziğin güncel tarihinin “doğru” bir değerlendirme ile yazılabileceğini de düşünmüyorum. Özellikle parabolün hızla dikleştiği son dönemde. Böyle bir belge ancak ve ancak bakanın gözünden, öznel bir değerlendirme olarak kabul edilmelidir.” (s. 9)

Kitabın içeriğine dönecek olursak, biraz önce Türkiye’de bağımsız müziği anlatmaya dışarıdan başlamanın sebebini kısaca belirtmiş oldun. Bunu biraz daha detaylı anlatabilir misin?

Bağımsız müziğin iletişimle ilişkisi, ekonomisi gibi farklı bağlamları üzerine üniversitelerimizde yüksek lisans tezleri hazırlanmaya başladı. Bu konu üzerine belki bir on senedir çok yoğun çalıştığım ve de konu hakkında çalışan çok fazla kişi olmadığı için ister istemez bana çok fazla öğrenci başvuruyor ve benden fikir alıyor. Ben de bildiklerimi aktarmaya çalışıyorum. Ama orada bile gördüğüm, konuyu çalışmalarına rağmen kimsenin bağımsız müziğin ne olduğuna dair hiçbir fikrinin olmaması. Dolayısıyla, eğer bir tarih yazacaksam neyin ne olduğunu önce kendim anlamalı ve bizim tarihimize nereden bakacağımı görmeliydim. Bunun için de mecburen önce dünyaya bakmam gerekiyordu. Kitabın giriş bölümü için “Nedir Bu Bağımsız Müzik” başlığı altında bir girizgâh yazdım. Bir kerteriz koymak amacıyla bağımsız müziğin dünyadaki evrimini anlatmak istedim. Mesela bu tanım önce İngiltere’de ortaya çıkıyor ama onun öncesinde Amerika’da bir gelenek olarak zaten var. İşte buna benzer her şeyi anlatmak gerekiyordu. Ortaya çıkan bu kılavuz metin sayesinde de nelere bakmam gerektiğini, nereden ne eksiltmem ya da nereye ne katmam gerektiğini buldum diyebilirim.

Tüm türlerden bağımsız bir tür olarak bağımsız müzik mi; müzisyenin müziğini bağımsız bir plak şirketinden yayınlaması mı… Bu sorular daha çoğaltılabilir. Bağımsız müzik, onun ne olup olmadığı müzik camiasında neden bu kadar ciddi bir tartışma konusu?

Yaratıcılık, tavır, samimiyet gibi, temel olarak müziğin bağımsızlığını ölçeceğimiz birkaç tane element sayarsak, bunların hepsi göreli kavramlar. Mesela yaratıcılıktan bahsedecek olursak, yıllardır müzik dinleyen, müzikle yatıp kalkan, müzik düşünen insanlarla sıradan bir dinleyicinin müziğin yaratıcı olup olmaması konusundaki fikirleri aynı olmayabilir. Veya diyelim bir müzisyen, kendi yaptığı müziği gayet yaratıcı bulabilir, ama müziğinin dışarıdan algılanışı pek çok görelik içerir. Veya tavır… Kime, neye göre tavır? Sanırım bu durumu kitabın sonuç bölümünde şu cümleyle toparlayabildim:

Bağımsız müzik dürüstlüğe, samimiyete, yaratıcılığa, özgürlüğe ve tavra büyük önemler atfeden bir grup insanın (müzisyen ya da dinleyici) kendilerine göre 'iyi' müziği tanımlama ve koruma uğraşıdır.” (s. 289)

Zaten bu cümlede bile bir görelik var. Hal böyle olunca, kişiden kişiye değişen bir sürü bağımsız müzik tanımı ortaya çıkıyor, o yüzden de tanımlanması zorlaşıyor.

Kitabı yazmak üzere masa başına oturduğunda kafanda bağımsız müzik için net bir tanım var mıydı?

Daha önce hangi plak firmasından çıktığından ya da yaratıcılıktan çok, tavrı daha fazla önemsiyordum. Hatta yıllar önce yapılmış bir söyleşide de söylemiştim, “bağımsız müzik bir tavırdır” diye. Ama yazarken başka faktörler de olduğunu ve tavrın da bunlardan sadece bir tanesi olduğunu öğrendim.

Senin için bağımsız müziğin tanımı bundan sonra da dönüşebilir mi?

Tabii ki, çünkü anlamı sürekli değişiyor. Mesela günümüzde, müzik piyasasında bir firmaya bağlı olmamak bana göre bağımsızlık ölçütü olmamalı; bir müzisyen ana-akım birtakım tınıları kendi evinde karbon kopya olarak kaydedip dijital bir platforma yükleyince yaptığına bağımsız müzik diyemeyiz. O kadar birbirinin kopyası müziğe maruz kalıyoruz, o kadar çok aynı şarkıyı dinliyoruz ki… Hiçbirinde ne bir yaratıcılık var ne de bir tavır. Başka kriterlere de bakmamız gerekiyor.

Neden her şeyi tek bir kitapta anlatmadın?

Daha ’90’ları yazarken ve Türkiye’deki esas hareketlenmenin başladığı 2000’leri ve bu üretimin zirveye ulaştığı 2010’ları yazmaya hiç yaklaşamamışken, kitabın çoktan büyük bir hacme ulaştığını fark ettim. Bense özellikle giriş bölümünün bir an önce sürüme girmesini istiyordum. Çünkü sadece okuyucuların veya müzisyenlerin değil, bu konuyu çalışan lisans veya yüksek lisans öğrencilerinin elinin altında bir an önce bir kaynak olmasını istiyordum ki, bu alanda büyük bir literatür eksikliği var. Bekletmek istemememin bir diğer sebebi de kitabın 600-700 sayfaya doğru gitmesiydi. Sonuçta bu işin bir de alım gücü var. Son olarak da, biraz telaşlandım açıkçası. Neredeyse dört senedir yazıyordum ve artık ortaya bir şey koymak istiyordum. Koray’la konuşup kitabı ikiye bölmeye karar verdik. “Başlangıç”, 2000’lere kadar olan kısmı kapsıyor. Şimdi ikinci cildin üzerinde çalışıyorum.

“Zaten herkes farklı olmaya çalışıyordu ve eroin kullanmanın ya da denemenin matah bir şey olduğunu düşünen boldu. Çok arkadaşım denedi, çok azı birkaç denemeyle atlatabildi. Çok tanıdığım öldü. Çok çok azı kendini kurtarabildi. Güneydoğu’daki savaş ve uyuşturucunun nasıl iç içe olduğuna dair birinci kaynaklardan duyduklarımız, meselenin bizimle sınırlı olmadığını da gösteriyordu. Ama bu kısım çok daha detaylı anlatılmalı. Ben bizim hikâyemize döneyim; tanıdığın birinin bir kafenin tuvaletinde ölü bulunduğunu duymak gündelik yaşamın bir parçası haline geldi. Öldük. Buna izin vermek dışında hiçbir şey yapmadılar.” (s. 157) 

Kitabın biçimine doğru girecek olursak… Araştırmalarından ve okumalarından edindiklerin, kendi gözlemlerin, birebir yaşadıkların, soru-cevaplar… Bu farklı veri biçimlerini harmanlama tekniğini biraz anlatır mısın? Tuğçe (Yapıcı) Kıraathane Kitap Şenliği için seninle yaptığı söyleşide altını çizmişti; bunun sadece bir müzik kitabı olmadığını burada da hatırlatmakta fayda var. Soluduğun politik atmosferi de, kültürel dokuyu da işlemişsin kitaba. Biraz buralardan bahsedebilir miyiz? 

Başladığımda meseleye nasıl yaklaşmam gerektiğini bilmiyordum. Bağımsız müzik üzerine araştırma, okuma yaptıkça bir şeyler şekillenmeye, üst üste fikirler gelişmeye başladı. Öncelikle, bir müzik türünü anlatmaya çalışıyorsam mevzuya mutlaka analitik bir şekilde giriyorum. Önce problemi tanımlamam gerekiyor. Bu belki de mühendislik eğitiminin bana kazandırdığı tek şey olabilir. Her zaman müziğin çıkış koşullarındaki sosyolojiyle, teknolojiyle ve özellikle de o dönemin politikasıyla ilgilendim. O müziğin niye ortaya çıktığına, böyle bir dışavurumun nasıl gerçekleştiğine baktım. 2000’lerin başlarında Milliyet Sanat’a yazarken de hep bir müzik türünün analitiğini, çözümlemeli hikâyesini yazmaya çalışıyordum. Bu kitap için de bu vardı kafamda. Bu yüzden ilk bölümde bağımsız müziğin kavramsallaşma hikâyesini, evrimini anlattım. Ama Türkiye’deki tarihçesini anlatmaya başlayacağım bölümde birden bir anlatıcı gerekliliği çıktı ortaya. Anlatıcı, kafamdaki bölük pörçük bir sürü bilginin, dokümanın harcı haline gelmeye başladı; ki bir anlatıcı olarak kendimi bu kadar ortaya koymayı hiç mi hiç düşünmüyordum. Bu üslubun oturması çok uzun sürdü ama bu şekilde yapınca aktı ve rahatladı. Sonuç olarak kitabın iki bölümünde iki farklı üslup var. Hatta ikinci bölüm kendi içinde de ikiye ayrılıyor. İkinci ciltte de muhtemelen benzer bir üslup olacaktır ama en kafa yorduğum kısım konuya nasıl yaklaşmam gerektiği. O kadar çok anlatacak şey var ki, elek sistemleri kurmak gerekiyor. Kervan yolda düzülüyor, senin anlayacağın…

“Yıllar önce bir gece Karga’da üst üste o zamanın yeni yerli gruplarını, kayıtlarını çalarken, bir dinleyicinin çaldıklarımı mekâna yakıştırmaması ve küçümsemesi üzerine ufak bir tartışma yaşamıştık. Ona büyük bir hareketin içinde olduğumuzu, çok değerli grupların, çok değerli kayıtlar yayınladığını söylemeye çalıştım. Dinlemedi. Bir sürü örnek verdim, çaldım ama hem konu hakkında hiçbir fikri yoktu hem de müzikal bilgisini yarıştırıyordu. Bir yerden sonra dayanamayıp “Ben bu konunun kompetanıyım” demiş bulundum. (...) kendimi otorite olarak kabul etmiyorum ama hâlâ kompetan olduğumu düşündüğümden (hem otoriteden daha güzel sözcük hem de kayınvalidemin düzenli olarak hediye ettiği iç çamaşırlarının markası), özet içerisinde geçecek görüşlerle ilgili ahkâm keseceğimi belirtmek isterim.” (s. 38)

Tamamen bu kitaba özel bir üslup kurguladığını söyleyebilir miyiz?

Kullandığım üslubu biraz anlatmaya çalışayım. Genel olarak anlatmayı çok seven bir insanım. Bir gün yine eşim Yeşim (Tezgören) ve arkadaşım Emre’ye (Gözgü) yaşadığım bir şeyleri anlatırken, onlar “Bunlar kitapta olacak mı?” diye sorunca, “Canım ne alakası var, ben kendi tarihimi mi yazıyorum? Türkiye’de bağımsız müziği yazıyorum” dedim, “Ama olmalı” dediler. Ben de, bizdeki tarihçeye dair anlatacağım herhangi bir konuyu, dönemi ya da olayı benim onlarla ilk karşılaşma ânımı girişe koyarak anlatmaya başladım. Daha kitabın önsözünde “Burada anlatılanlar benim yorumumdur” lafımın da altını doldurmak üzere bütün bu anlatılar bir araya geldi.

Evet, bu kitap için bir üslup geliştirdim. Bağımsız müziğin göreliğini anlatabilmek için böyle bir yönteme ihtiyaç duydum. Eğer caz tarihi ya da ’90’ların punk’ını yazacak olsam böyle bir üslup kullanacağımı hiç zannetmiyorum.

Kitapta bağımsız müzikle ilişkilenmeni tarif ederken özel bir hassasiyet göstermişsin. Neden ahkâm keseceğin konusunda bizleri bilgilendirme ihtiyacını duydun?

Sonuçta şaka yoluyla da söylesem, “Ben bu işin kitabını yazdım” diye çıkıyorum ortaya. Ama aslında hiçbir zaman bilirkişi olmak istemiyorum. Çünkü bana göre bağımsız müzik özelinde kimse bilirkişi olamaz. Açıkçası bu “ahkâm kesmiş” yaftasının üzerime yapışıp kalmasından korktum. Bir de bağımsız müziğin özellikle 2000’ler sonrasındaki metalaşma, kapitalizmin oyuncağı olma sürecinde hep birtakım kültürel sermayesi daha yüksek, sosyal statüsü daha gelişmiş karar verici kişilerin rolü var. Bütün bunları eleştirirken onlardan birisine dönüşmek istemedim. Aslında bunu söylerken kendi rahatsızlığımı dile getirmeye çalıştım.

“Bina akşam sekizde kapanıyor ve kitleniyor; dışarı çıkmak için Privé’yi kullanmak durumundayım. Binanın içindeki arka kapıdan girip ön kapıdan sokağa çıkacağım. … da, o kadar kalabalık ki, çıkılamıyor. Hayır, çıkmayayım, zaten acayip eğleniyor herkes, ben de takılayım biraz desem, avuç avuç ortalık, her yerimi elliyorlar. Duvar kenarından kıçım kıçım ilerliyorum genelde. Çalışanlar çok eğleniyor halimle. Bir keresinde sahnede üç tane drag queen’in dans şovu varken biraz kalıyorum içeride, çünkü çok iyiler, harbiden çok çok iyiler. Ama galiba ben de çok iyiyim. Onun elini it, buna ben heteroyum de, derken toplu tacizin ortasında kalıyorum. Garsonlar çembere alıp öyle çıkartıyorlar beni dışarı. Sonuç olarak “Privé gecelerim”in benim için çok iyi bir deneyim olduğunu söyleyebilirim. Hem eğlenmek nedir görüyorum hem de homofobi falan kalmıyor bende.” (s. 165)

Orada olmadığın halde oradaymışçasına anlattığın, kuvvetlendirme eki kullandığın bölümlere ısınmam zaman aldı. Az çok yazı dilini, üslubunu bilmeme rağmen, bu kitabı okurken kullandığın dilin zaman zaman içerikle arama girdiğini söyleyebilirim. Ne zaman ki anekdotların devreye girdi, metni ancak o zaman her yönüyle kucaklayabildim. 

En başta yazdığım “bu benim yorumumdur” cümlesinden sonra bence Türkçe popu yerin dibine sokmak hiç sorun değil. Türkiye’de ’90’lardaki müzik bana göre çok kötü. Ayrıca kitapta kimseyi müzikal olarak eleştirmiyorum, çünkü kendimi bir müzik eleştirmeni olarak görmüyorum. Bağımsız müzik tarihini yazıyorum derken de, bakanın gözünden bir tarih olduğunu yine en baştan söyledim. Bağımsız müziği anlamak için bu sahnede kendine yer edinmiş kişilerin belli bir kültürel sermayeyi biriktirmiş ve sosyal statüsünü bunun üzerinden geliştirmiş kişiler olduğunu anlamak gerekiyor. Benim durumumun ve hikâyemin de bununla bire bir örtüştüğünü düşündüğüm için bu kadar abarttım. Çocukluktan itibaren nasıl bir müzik ortamından geldiğim, lisede, üniversitede neler yaptığımı anlatmamın sebebi de bu. Ne oldu da Tayfun Polat böyle bir kitap yazacak hale gelebildi…

Bazı bağımsız müzik grupları ve şirketleri. Rashit, Zen, Nekrop, Radikal Noise. 

Metinde anlatıcı kullanmanın sebeplerinden biri de, senin de bağımsız müziğe bakarken altını çizdiğin başat kriterlerden biri olan aidiyet duygusunu okuyucuya geçirmek istemen ki bağımsız müzik için en önemli olgulardan biridir aidiyet duygusu” (s. 11). Dolayısıyla okuyucuyu sürekli metne davet ediyorsun. Bunun sonucunda üslupla içerik birbirine girift hale gelmiş. Bir yandan da tabir caizse geveze bir anlatıcısın, okuyucuyu bir türlü metinle baş başa bırakmamışsın. Buna alıştıktan sonra çok keyifli akıyor. Bizi takıyorsun koluna, anlata anlata gezdiriyorsun. Bunu yaparken bilinçli miydin, ya da ne hinlikler peşindeydin?

Bilen bilir, sen de biliyorsun, ben çok geveze bir insanım. Hiçbir yazdığım kısa sürmez. Metinde çok fazla dipnot var ve metnin dokümantasyon kısımlarında çok fazla peş peşe gelen isim var. Dolayısıyla araya bir mizah unsuru katmak gerekiyordu. Bunu yaparken çok eğlendim açıkçası. O yüzden bir hinlik var sanırım. Mesela heavy metal bölümünün girişinde 31 çekmekten bahsettiğim kısım gibi numaralar yapmak istedim. Bu üslubu oturttuktan sonra da biraz kendimi kaptırdım açıkçası.

“Tüm bu erkek egemen rock piyasasında Şebnem Ferah’ın Kadın diye bir albüm yapması ve feminist sayılabilecek sözler yazmasından bahsetmeyin bana ama. Hem Sezen Aksu’nun kanatları altına girip hem de tavır koyamazsınız. Sevenine ne mutlu deyip geçeyim ben. Hatta sayesinde yıllarca bütün kadın rock vokallerin bağırarak şarkı söylenmesi gerektiğini sanması bahsini de 2000’li yıllara bırakayım.” (s.228)

Okurken seni hep yanı başımda hissettim. Fakat seninle henüz tanışmamış okuyucuların bu üslupla ilişkisini epey merak ediyorum. Bu bağlamda kitabın editoryal sürecine dair neler anlatmak istersin?

Kitabı teslim ettikten sonra, Koray ana metnin açıkta kalan, tam anlaşılmayan, eksik kalan bir sürü yerine, özellikle benim fütursuzca, politik doğruculuğu kale almadan yazdığım bazı cümlelerime müdahale etti. Başta lakayt olan konuşma dilinin bu hale gelmesinde Koray’ın fazlasıyla emeği var; zaten kitabın sonundaki 20 küsur sayfalık dizin yeter ki o da Koray’ın elinden çıktı. Gönül rahatlığıyla eksik, mesnetsiz hiçbir şey kalmadı diyebilirim.

Kitapta neden görsel kullanmadınız?

Görsel kullanacaksak kitabın tamamına hâkim olabilecek, metnin her bölümüne yerleştirebileceğimiz bir materyal olması gerekiyordu. Ama elimizde yoktu ve olanları da tek başlarına kullanınca zayıf kalacaklarını düşündüğümüz için koymak istemedik.

Söyleşinin girişinde biraz bahsetmiş oldun fakat yine de bu kitabın Türkiye, hatta dünya müzik literatüründeki yerine dair eklemek istediğin bir şey olur mu?

Kitap şu an İngilizceye çevriliyor. Ben de umuyorum ve inanıyorum ki, yurtdışında da basılacak. Dünyada, özellikle de Avrupa’nın bazı ülkelerinde Türk müziğine zaten bir ilgi var ve bu tarihçe de ilgi çekici olacaktır. Ama en azından kitabın giriş bölümünün İngilizce olarak literatürde yer alması benim için çok önemli.

Nasıl tepkiler alıyorsun?

Birinci baskı tükendi ama bence kimse daha kitabı okumadı ya da daha bitirmedi. Çok fazla dönüş olmadı. Okuyanlar da genellikle olumlu şeyler söylüyorlar.

Belki de bir hevesle kütüphanelerine attılar. Eğer Türkiye ve dünya gündemi izin verirse okuyacaklar.

Açıkçası ben de son zamanlarda çok kitap okuyamıyordum. Şimdi yeniden başladım ama onlar da ikinci kitap için beklettiğim kaynaklar. Sanırım bu zamanda okumak zor.

Elbette birçok istisna da var bu gençliğin içinde. Ekmek parası kazanmak zorunda olan, siyasi farkındalığı yüksek, söylemi, eylemi çelişmeyen bir sürü genç. Genelleme yapınca ortaya gayet mağdur, özenti, şuursuz bir gençlik tipolojisi çıkıyor, farkındayım. Ama ‘88 kuşağı, kayıp kuşak diye övdüğüm, mensubu olmaktan da gurur duyduğum gençlik de bu. Şimdi bolca ‘bu’ diyerek devam edeceğim ama önce bir kez daha tekrar edeyim; bağımsız/alternatif müzik tarihimizin temel taşlarını bu kuşak attı. Başka hiçbir şey yapmasalar ya da yaptıkları bir işe, bir dönüşüme yaramasa bile fark etmez. Bütün çelişkileri ve yetersizlikleriyle müzik, bu kuşağın bu ortama, bu sisteme karşı koyuşuydu. Kendini ortaya koyuşuydu.” (s. 162)

Kitapta tarif ettiğin üzere, Türkiye’de bağımsız müziğin temellerini atan ’88 gençliğinin dünyadaki akranlarından farklı olarak öne çıkan özelliği nedir?

Türkiye’deki ’88 kuşağı, X jenerasyonun gecikmiş bir şekilde bize gelmiş hali. X jenerasyonunun ortak özelliklerine bakarsak, farklı anksiyeteler, depresyon, uyuşturucu eğilimi, aylaklık, amaç yoksunluğu, hedefsizlik var.

Bu bağlamda ’88 kuşağı derken bir jenerasyondan ziyade belli bir zümreden bahsediyor olabilir misin? Aksi halde ister istemez “Hangi Türkiye” diye soruyorum. Kitapta her kesime ve coğrafyaya ulaşamamış olduğunu da belirttiğin için rahatlıkla soruyorum bu soruyu.

Benim ’88 kuşağı dediğim, apolitik, Sünni, hepsi okumuş, yabancı dili olan burjuva çocukları sonuçta. Kitapta bu tanımı yaptıktan sonra bu genellemeyi yapıyorum ki, ’90’lar rock alt kültürü üzerine yaptığı sosyolojik çalışmada (İstanbul’da Rock Hayatı-Sosyolojik Bir Bakış) ki bence erken bir çalışma bu– Ali Akay da bu sonuca varıyor. O kuşağın profili bu. Bense bağımsız müziği kimlerin ürettiğine bakıyorum ve üretim neredeyse oraya yöneliyorum. Mesela Kırklareli’nden iki, Denizli’den dört tane heavy metal grubu çıkabilmiş. Oradaki çocukların durumu da farklı değil. Veya Çanakkale’den İhtiyaç Molası’nın tüm üyeleri kolej mezunu; Kırklareli’nden çıkanlar da öyle. Ya da mesela Samsun’a baktığında da benzer bir tablo görüyorsun, ki ’90’larda Samsun’a gittiğimde gerçekten orada burjuva olduğunu gördüm. Açıkçası, Diyarbakır’da iç savaş varken oradaki üretime bakamıyorum. Çünkü zaten bir üretim çıkamıyor. Ama genelleme yapabileceğimiz kısmın tamamı İstanbul, İzmir, Ankara ve Bursa’da. Nekropsi’den Cem Ömeroğlu “Ne kadar her şeyden bihaber burjuva çocukları olduğumuzu da yazacak mısın?” diye sorduğunda “Tabii ki” demiştim.

Bu kitap için yaptığın saha araştırmasından bahsedebilir misin?

Konuyla alakalı insanlarla görüştüm. Mesela punk bölümünü yazarken en çok Tolga Özbey ve Tolga Koçak’ın hafızasından faydalandım. Bu iki isim zaten ’90’larda Rashit grubundaydı. Aynı zamanda benim sahneye girmeme sebep olan kişiler. Bütün konserleri birlikte yapıyorduk. İzmir’de de ne olup bittiğini bilemezdim ama Sarp (Keskiner) bana “Şu şu insanlarla konuşman gerekiyor” diyebildi. Keza Ankara’da Yüksel punk’larıyla ilgili Cem Gül kimsenin bilmediği şeyleri anlattı. Şansıma, bu insanları tanıyorum ve bir yandan da aynı dönemin çocuklarıyız biz.

“Günümüzde bağımsız müzisyen –Brown’ın da belirttiği gibi– takipçi kitlesiyle etkileşim içerisinde olmak ve onların aidiyet ihtiyacını karşılamak durumunda. Gerek şart değil tabii ki ama kitlesiyle kurduğu ilişkinin dilinden sunduğu malzemenin estetik bütünlüğüne, ürettiği videolardan sosyal medyada paylaştığı görsel içeriğe kadar belli bir tutarlılığı (dürüstlüğü, samimiyeti, politik tavrı...) ve yaratıcılığı sağlayabilen bağımsız müzisyenlerin bariz bir fark yarattığını da görüyoruz. Yani artık sadece müziğinizi yapıp gerisini düşünmeden edemezsiniz, bu yeni dinleyici kitleye sürekli malzeme sağlamak durumundasınız.” (s. 69)

Herkese eşit fırsat sağlıyormuş gibi yapan gayya kuyusu platformların içinde müzisyenler –özellikle de bağımsız müzisyenler– kaybolmaya yüz tutuyorlar. Bunun üzerine biraz konuşalım mı?

Bağımsız müzisyenin o platformlarda olup olmama tercihinden ziyade, bağımsız olarak müzik dışındaki kısmına kafa yorması gerekiyor. İster onu önce çıkaracak video klip çeksin, ister “merch” yapsın, ister konser organizasyonuna girişsin, ister kolektifler içerisinde başka müzisyenlerle birlikte hareket etsin, ne yaparsa yapsın, fark yaratabilmek için müzik dışında da bir şeyler yapması gerekiyor.

Sanki ’78, ’88 ve ’98 kuşakları kendi tanıtımını yaparken bir tür yabancılaşma yaşıyor ve bunu yapmaktan yüksünüyor.

Aslına bakarsan müzisyen sadece müziğiyle ilgilenmek istiyor. Bağımsız kalmak için de sadece bunu yapması lazım. Şu anda dünya üzerindeki müzisyenlerin %77’sinin hâlâ bağımsız plak firmalarıyla çalışmak istemesinin sebebi de bu. Tanıtımdı, vesaireydi kısımlarını firmalara yükleyebiliyorsun. Bence de müzisyenin tamamen müziğe konsantre olması gerekiyor. Ama günümüzde işler böyle yürümüyor. Mesela sosyal medyada kullandığın dil ya da orada gösterdiğin tavır takipçi kitleni artırıyor ya da azaltıyor. Maalesef durum böyle, orayı bir şekilde kullanmak zorundasın. Ama başka şeyler de yapabilirsin, bunun bir sürü yöntemi var. Hâlâ bir sürü grup Spotify’a müzik yüklemiyor.

Sanırım fark yaratmak isteyen müzisyenlerin durumu kabullenip bunun içinde nasıl var olabileceklerini düşünmeleri ve planlamaları gerekiyor. 

Kitabın bağımsız müziğin ne olduğunu anlattığım ilk bölümünün son kısımlarını yazarken, ki o zaman 2000’lerden sonrası da kitaba dahil olacaktı yaptığım okumalardan sonra durum öyle bir hal aldı ki, kitabın adına ciddi ciddi “Müzikten Bağımsız” koymayı düşündüm. Şu anda gerçekten ve maalesef müzikten bağımsız kısımlar öne çıkıyor.

 

 

GİRİŞ RESMİ:

Tayfun Polat (fotoğraf: Nurgül Polat)