Sürmekte ve sürecek olan hayatın emekçisi

Alis’i Harikalar Diyarı'na götüren büyüden bir şeyler var Sevgi Soysal'da; peri kızlarından bir yaldız tozu, yıldız dokunuşu...

22 Kasım 2016 14:02

22 Kasım, Sevgi’nin ölüm yıldönümü; bu yıl da, onun öldüğü yaş kadar bir zamanın tamamlandığı sene. Evet, sadece 40 yaşındaydı Sevgi bu dünyadan göçüp gittiğinde ve şimdi de onun ölümü üzerinden bir ömürlük zaman geçti: tam 40 yıl.

Ama bir şekilde aramızda işte; aile çevresinde de öyle. En çok bahsedilen teyzem, hakkında en çok konuşulan akrabam hâlâ o...

Ben Sevgi ile hiç tanışmadım. Onu sadece yazılarından, o dönem zaten az olan görüntülü kayıtlardan ve aile içinde anlatılanlardan tanıyorum. Kızları Defne ve Funda, oğlu Korkut, ablası (annem) Gönül ve hayattaki kardeşleri Mine ve İzzet, benim ablam Aylin... Hepsi, Sevgi ile ilgili yazma ve konuşma hakkına benden çok daha sahip, kuşkusuz çok daha yakınlar ona...

Ailedeki ağır toplar arasında, küçüğe susmak düşerdi aslında, ama ben Sevgi ile ilgili yazmaya, kader kesişimlerimiz, ortak tutkumuz yazı ve bizi buluşturan ortak acılar nedeniyle karar verdim. Onun canını yakan şeyleri, o karanlığı ben de tanıyorum.

“Karanlığı öğrendim anne. Alacakaranlığı. Tam karanlık olmasa da, alacakaranlık çok kötü bir şey. İnsan oraya buraya çarpıyor. Şimdi karanlığı öğreniyorum, zifiri karanlığı... Bu gece biri bana, ‘Tam karanlığı bilmeyenler, dünyayı aydınlatacak bir ışığın da ne olduğunu bilmezler, bunu aramazlar’ dedi?.”

Böyle yazmıştı Sevgi, Yenişehir’de Bir Öğle Vakti kitabında. O alacakaranlığı ve ardından karanlığı ben de öğrendim....

Yenişehir'de Bir Öğle Vakti, Sevgi Soysal, İletişim YayınlarıTuhaf bir bağlantımız var. Ailede ondan sonra, kaderin tuhaf bir cilvesi sonucu, politik konularda gazete yazarlığı yapan ve siyasetle ilgilenen ben oldum; bu mirası devralacak en son kişi de bendim herhalde, ama böyle oldu.

Sevgi ile çok farklıyız ve ben asla onun yazarlık yeteneğine erişemem; ben de onun gibi öykülerle ve erken yaşta başladım yazıya. Ama o yazar oldu; ben sadece yazı yazıyorum.

Ailenin genç kuşakları olarak, hep çocuk veya çiçeği burnunda, kavak yelleri başında kalacağız gibi geliyordu. Sanki, hiç yaşlanmayacaktık; ama şimdi, Sevgi’nin veda ettiği yaşlara yaklaşıyoruz, o yaşları geçiyoruz birer birer ve o inatla gencecik kalıyor. Bu sene, 30 Eylül’de 80 yaşına basmış olacaktı ve eminim, hepimizi cebinden çıkaracaktı.

Ama sanki, bir yandan zaten burada...

Radyodaki kesişme

Tesadüfen önceki gün, Sevgi’nin kanser tedavisinin son aşaması için gittiği Londra’da BBC Radyo’daki ilk programını dinledim. Şöyle diyordu Sevgi; “Yapmayı umduğum buradaki izlenimlerle, ülkemdeki izlenimler arasında ufak bağlantılar, sıçramalar yapmak. Çünkü, dünya aslında o kadar küçük ki, burada olan bir olay, bizim ülkemizde de oluyor; yalnız boyutları, yankısı değişik; ya da ülkemizde olan bir olayın benzerini, çok değişik yankılarla burada izliyoruz. Bu küçük bağlantıları kurmak. Bütün isteğim bundan ibaret... Bazen ciddi olabilir, bazen rastladığım gülünç olaylar da...”

Bunları duyunca, buzdan bir el tuttu sanki kalbimi. Hiç tanımadığım bu kadını yanıbaşımda, hemen ardımda hissettim. Bu sözlerinden 30 yıl kadar sonra başladığım Açık Radyo macerasında, ben de fark etmeden aynı şeyleri düşünmüş, sabah programlarında aynı amaçla yola çıkmıştım- “dünya olaylarıyla, Türkiye arasında paralellikler, çağrışımlar...” O çok daha sofistike ve nitelikli ifade etmişti elbette; ama, aynı şeyleri düşünmüştük tuhaf bir tesadüfle.

O programda, BBC Türkçe’de şunları da söylemişti Sevgi: “Londra'da, Ankara'da, İstanbul'da ya da Zap Suyu'nun yanı başında, nerede olursa olsun, kadınları birbirine ortak eden tek bir şey vardır: Hayat. Sürmekte ve sürecek olan hayatın tartışılmaz emekçisi olmak...

Geçenlerde Kuzey İrlanda'nın Belfast kentinde IRA adlı tedhiş örgütünün başlarında Máire Drumm karşı tarafların militanlarınca hastanede vurularak öldürüldü. Evet, hem de amacı insanları hayata kazandırmak olan bir hastanede...

O da bunca yıl nice gencin kanını akıtmış olan bir zulmetin kurbanı. Üstelik kendisinin de katıldığı, sorumluluğunu paylaştığı bir zulmet bu. Oysa haftalardır Kuzey İrlandalı kadınlar bir kısmı sürüp giden tedhiş hareketlerinin yol açtığı ölümlere karşı durmaya başlamışlardı. Haftalardır onlar da hayatın gerçek emekçileri olarak anlamsız ölümlere karşı direnişe geçmişlerdi. Onlara da saldırıldı. Oysa kadınlar haklıydılar. Durağan, bereketsiz bir sessizlikten başka bir şey getirmeyecek olan ölümler Kuzey İrlanda sorununu çözemiyordu işte. Kazanılmış, kurtarılmış tek bir hayatın bile bir ümit olduğunu, daha güzel, daha insanca yarınlara yönelik bir oluşumun hemen çatlayacak bir koza olduğunu biliyorlardı...

Zaten bunu ancak kadınlar bilir. Ülkemizde de gençler ardı ardına kan çiçekleri gibi vurulurken ilk tepkinin analardan gelmesi boşuna olmadı. Analar meydanlarda toplanıp asıl olan hayattır diye bağırdılar. Düşünceler yerine silahları konuşturanlara karşı çocuklarımızı öldürmeyin diye haykırdılar...

Hayat inat tanımaz. Direnmeden, inatlaşmadan paylaşılması gerekir. Şairin dediği gibi “davaları halletmez ölüm, hayatı paylaşalım.”

Şu anda da söylüyor olabilirdi bunları Sevgi; yarın da söyleyebilirdi… Evet, hem sorunlarımızı çözemeyip tersine daha da kıskıvrak bağladığımızdan ötürü kendimizi ülke olarak; ama aynı zamanda da, Sevgi tam kalbinden konuştuğundan zamanın ötesine geçebildi... Dünden bugünü konuşabildi, yazabildi. Bizi, biz yapan; Türkiye’yi Türkiye yapan korkunçluklar, gülünçlükler ve güzellikleri gördüğü gibi aktardı. Ve aynı zamanda, insan olmanın hâllerinin farklı şartlar ve koşullarda nasıl benzeştiğini de yakaladı ve anlattı. Çok dokunaklı, çok sanatkâr anlattı hem de...

Burada olsaydı bugün...

Yürümek, Sevgi Soysal, İletişim YayınlarıSon yıllarda, Türkiye ve dünya politikasına baktıkça, o ne derdi, ne yapardı diye, her zamankinden de çok düşünür oldum. Çoğu zaman, sorularımın yanıtlarını biliyorum aslında; ancak, bu aşırı kutuplaşmış ortamda, çok da mutsuz olacağını, doğru bildiklerini ifade ederken gelen haksız eleştirilerin onu çok üzeceğini de tahmin ediyorum.

İki kez tutuklanmış, sürgüne yollanmış bir yazar olan Sevgi, muhakkak ki, eskiden kendi başına gelenlerin, bugün yine başka yazarların başına gelmesine çok sıkılacaktı. 12 Mart 1971 Muhtırası’nın ertesinde, Sevgi 35 yaşındayken, hapisteki eşi Mümtaz Soysal’a yazdığı dört dizelik bir şiiri okudum tesadüfen geçen gün; bu “Olağanüstü Hâl günlerinde” benim bir ay önce yazdığım bir şiire çok benziyordu. Elbette ki, Sevgi’ninki çok daha derinlikliydi benim yazdığım dizelerden, ama iki şiir birbirinin devamı olabilir, birbirinin içinde kaybolabilirdi. Aynı ruh hâliyle yazılmışlardı belli ki; o dizelerin aklıma geliverdiği gece, belki de 45 yıl aralıkla, aynı anları yaşamıştık Sevgi ile.

Tante Rosa kitabında, “Boğulmak herkesin üstesinden gelebileceği bir şey değildir. Herkesin sadece bir kez boğulma hakkı vardır. Ya ben; boğul babam boğul, sonra yine de yaşamakta devam eder bul kendini” diye yazmıştı. Evet, aynen de böyle olageldi hayatlarımız; boğul babam boğul ve sonra diril, yeniden başla yaşama...

Yürümeyen hayatlar, hayatı bozup bozup baştan yaratmalar, bitap düşmeler, sendelemeler, yıkılmalar ve ayağa kalkmalar... Yaşamın üzerine attığı tozu zarifçe silkeleyerek, hep yeni, daha parlak bir ümitle dikleşerek yürümek yürümek yürümek... Her seferinde daha çok sevmek; adı gibi safi sevgi olmak; âşık olmak delicesine ve gözükara... O güzel gözlerle, sevdiği erkeği, hiç olmadığı, yaşamadığı gibi yaşatmak ve onu dünyada kimsenin göremeyeceği gibi, aşkın gözleriyle görmek...

Dalgalı, tutkulu, altın ışıltılı perçemlerin ardında bitip tükenmez bir hayat suyunun kaynadığı, şelalaler gibi aktığı bir kadın... Yaşayan ve yaşatan bir kadın.

Acılar, aksilikler, zamanında doğru gibi gözüken yanlış seçimler, inat ve şansızlıklar ama en çok da Türkiye’nin hain politik ortamların, kanata kanata, zanaatkârın bir mermeri işlemesi gibi hoyratça yonta yonta ve bir yandan da oya gibi nakşederek, deli fişek bir genç kızdan, muhteşem bir kadını çıkarttığı bir hayatı oldu Sevgi’nin... Alacakaranlığı da, tam karanlığı da gördü, hem de defalarca.

Acıları ve zorlukları zarafetle karşılarken, yaşanan her şeyden bir şeyler öğrenerek; acıları başkalarının yerine de yaşayarak ve başkalarının yaşamlarını güzelleştirebilmek tutkusuyla ilgilendiği politikanın da darbelerini daima yiyerek, içinde çok şey biriktirdi fark etmeden. Kansere dönüşen bir şeyler...

Gene de...

Oya Baydar, beraber geçen hapishane günlerinde Sevgi’yi şöyle bir imgeyle anımsadığını yazmıştı: “Ranzanın üstüne bağdaş kurmuş, yüzü o içten yansıyan ışıkla aydınlanmış, riyasız, yapmacıksız, âşık ve kadın. Hep olduğun gibi.”

Birçoğumuzdan daha canlı hâlâ...

Hâlâ yaşam dolu bu kadın; birçoğumuzdan daha fazla hayatta…

Bu Kasım’ı da, onun yıldönümünden çok, bir doğumla anmak istiyorum. 20 Kasım 1961’de doğan bir yazarla; bu tarih Sevgi’nin ilk öyküsünün yayımlandığı tarih. Bir eserinin basılmasıyla, bir yazar olarak doğumunun tescillendiği tarih. Ve 55 yıl olmuş. “Ne güzel suçluyuz hepimiz”, Değişim dergisinin ilk sayısında yayımlandığından bu yana, yarım asır geçti; her şey çok değişti ve aslında bir sürü şey de ne kadar aynı kaldı. Sevgi'nin kitapları, öyküleri, makaleleri bana hep daha yeni yazılmışlar, mürekkepleri daha kurumamış bileymiş gibi geliyor. Ve onlarca yıldır güncelliğini koruyan o ilk hikâyesindeki gibi satırların yazarı genç kadın.

“Sana söyleyemediklerimi yalnız karıncalara söyleyeceğim, bozkıra, senden benden yalnız.

Susuyoruz bak hep. Söyleyemediklerimizi susuyor, bilmediklerimizi konuşuyoruz. (…) Ben kadının biriysem sevilmeliyim, sen bilmezsin güzel miyim, bu en büyük güzelliğim senin bilmezliğin, duymazlığın -ya en boş damlalar gözlerimizde.

Bak tozluyuz biz, çok tozluyuz -ya bozkır, bozkır yolundan kamyonlar geçerken kalkan toz.

Bırakıp bırakıp ırak kentlere gidemeyiz, bu uğraşı ister.

Bak, bizi ağaçlandırmak güçtür - ya bozkır.”

Teyzem…

Sevgi…

O son kahramanlarımızdandı. Son ortak sevebildiklerimizden; son gerçekten sevebildiklerimizden... Son hayran olarak sevebildiklerimizden.

Onda, bu hayatı heyecanlı, yaşanmaya değer kılan büyülü, neşeli, ışıltılı şeylerden bir şeyler var. Belki de, onun için her zaman bu kadar taze, yeni ve her daim cezbeden bir yanı var yazdıklarının.... Hayatın ta kendisinden bir şeyler var.

Alis’i Harikalar Diyarı'na götüren büyüden bir şeyler var onda; peri kızlarından bir yaldız tozu, yıldız dokunuşu- Yürümek kitabında yazdığı gibi:

“Oysa ‘gel’ deyince, bir şey almaya, bir şey vermeye hazır olmalı. Alis’i Harikalar Diyarı’na götüren büyüden bir şeyler. Nicedir Alis Harikalar Diyar’ına gitmiyor. Nicedir paylaşılacak bir düş yok. Nicedir büyücüler, peri kızları, bir dudağı yerde bir dudağı gökte devler durallığın orta yerinde bitmiyorlar yerden. Gökten inmiyor Tanrılar; bayağılığa, sıradanlığa akıl almaz oyunlarla karşı çıkan şeytanlardan söz edenler azaldı.”

Teyzeciğim, Sevgi; bu çemberi kırabilecek miyiz? Makûs talihleri tersine döndürebilecek miyiz? Kan çiçeklerini soldurup, hayatı paylaşabilecek miyiz?

Bu soruların yanıtını aslında, başka bir teyzenin hikâyesini tasavvur ederken yazmıştın Sevgi; Tante Rosa’nın öyküsünü...

“Bir elmanın bir meyve olduğu, bir babanın baba, bir savaşın savaş olduğu, bir gerçeğin gerçek olduğu, bir yalanın yalan olduğu, bir aşkın aşk olduğu, bir bıkmanın bıkma olduğu, bir başkaldırmanın başkaldırma olduğu, bir sessizliğin bir sessizlik olduğu, bir haksızlığın bir haksızlık olduğu, bir düzenin bir düzen ve bir evliliğin bir evlilik olduğu, olacağı günler gelecekti, inanıyordu Tante Rosa.”

Gülümseyerek teyze... Seninle tanıştığımız gün, belki bunları da konuşacağız. Sana anlatacağım çok şey var ve senden dinlemek istediğim. Buluşacağımız zamana kadar daha çekilecek acılar, yaşanacak aşk, dökülecek gözyaşları, atılacak kahkahalar, yetiştirilecek çocuklar, yazılacak yazılar var...

Aydınlığı bir ucundan da olsa görüyoruz Sevgi; oraya beraber varacağız, çemberi kıracağız. Kıracağız ki, bizden sonrakilerin, yeni hayatları, yüreyecek yeni yolları olsun.