Soğuk ve Temiz’in iki kahkahası

Edebiyatımızda yeni bir kadınla bizi tanıştırıyor Melike Uzun: Defne. Bu isim, yazarın “altın dalının” bir ögesi, romanın da aynı zamanda konusunu teşkil ediyor...

24 Ağustos 2017 13:58

Bazı yazarları takip ederiz, bundan sonra ne yazacak, şimdi yazdığı ve şimdi karşımızda duran kitabı ise sürekli ipuçları verir ya da biz okurlar ipuçları ararız. Melike Uzun’u ilk okuduğum kitabı Kürar’dan (İletişim Yayınları, 2014) sonra izlemeye başladım. Uzun’un kendine ait “altın dal”ı dikkatimi çekti. Soğuk ve Temiz’de (İletişim Yayınları, 2017) Türk edebiyatında yeni bir kadın ile bizi tanıştırıyor Uzun; Halide Edip’in Handan, Sevgi Soysal’ın Tante Rosa, Reşat Nuri’nin Feride, Mehmed Rauf’un Suad, Halid Ziya’nın Bihter, Adalet Ağaoğlu’nun Aysel vs. karakterine bir yenisini ekliyor: Defne. Bu isim, yazarın “altın dalının” bir ögesi, romanın da aynı zamanda konusunu teşkil ediyor. Tıpkı mitolojideki su perisi Daphne gibi Defne de, kendisini sevmeyen biriyle evlenmek zorunda kalıyor. Daphne, ağaca dönerek; Defne, sürekli ağaca bakarak ve sonunda “katil” olarak, bu birlikteliğe onay vermiyor. Böylece acı çekmek, bir davranış biçimi olarak romana sirayet etmiyor.

Romanın konusu sadakat, marazilik, ihanet, yalan, delilik, cinayet. temaları etrafında yorumlanabilir. Romanın tek bir karakteri var; Defne ve diğer karakterler Defne’yi ortaya çıkartmak için romanda yerlerini almışlar. Çok kalabalık bir kadro yok. Defne, İlyas, Deniz ve bunların birinci dereceden yakınları var. Hepsi kan bağı ile birbirlerine bağlanmışlar.

Soğuk ve Temiz, Melike Uzun, İletişim YayınlarıSoğuk ve Temiz küçük bir roman ama zamana göre yayılımı geniş; aşağı yukarı bir on altı yıllık zaman dilimini kapsıyor. Bunu önceleyen, bir dört yıllık, Defne ile İlyas’ın birbirlerini tanıma süreleri de eklenince yirmi yıllık bir zaman elde edebiliriz. Ancak zaman o kadar belirgin değil ya da anlatıcı zaman imleri üzerinde çok durmamış; olay, tarih ve kronolojiye çok düğümlenmeden doğum, düğün, ölüm üçgeni etrafında gelişmiş. Bütün bunların yanında tarih ve zamana ait din ve folklor üzerinden yapılan kimi atıflar da var: Deniz’in “on birinci yaş günü” Gadir Bayramı’na denk gelir (s. 42). Yine Deniz on dört yaşında ölür ve böylece belirgin olmayan zaman kimi işaretlerle belirgin hâle gelir. Buradan karakterlerin dini duruşları da belirir. Anlarız, Alevi Arap (Nusayri) bir aileden söz ediliyordur: İçki içme, içki içip dua etme, ferec duası (s. 52) gibi ifadeler bu kanaati destekler. Defne’nin gidip geldiği, balık avladığı Asi Nehri’ni de eklersek karakterlerin Hatay ya da buraya bağlı bir yerde yaşadıklarını söyleyebiliriz. Daha sonra romanın iki karakteri Defne ve Deniz büyük kente (belki, Ankara) taşınırlar.

Özetle romanın konusu ise şöyledir: Defne ve İlyas birbirlerini tanırlar. Bu tanışmışlıkları sırasında birinin ekonomik durumu iyidir: Zengin adam, yoksul kız. İlyas, İlyas Mobilya’nın sahibinin oğludur; şimdi çıraktır ama ileride buranın sahibi olacaktır. Defne, İlyas’ın üzerine bir yılan atar. Zehirsiz bir yılandır bu. Defne, doğa ile yakın ilişkide olan biridir zaten; cebinde salyangoz taşır, yılanla oynar, ağaçları ve nehir kıyısını sever. İlyas ise onun tam tersidir. Bu, roman boyunca erkek egemenliğine itiraz şeklinde de akar. Araya zaman girer. İlyas, Defne’yi ister. Düğün kurulur. Düğün İlyas ve ailesinin eğlencesi olurken, Defne’nin tragedyası olur. Defne, bahçede görülen nar ağacına bakarken, çarşafa kan lekeleri düşer. Biri kadın, diğeri erkek olmuştur. Aşk yoktur. Böylece artık, gelinin “dili çözülmüştür” (s. 32). Defne, daha sonra hamile kalır. Deniz adında bir oğlu olur. Deniz, aile içinde bir çocuk değil de hanenin erkekleri tarafından “bir erkek gibi” büyütülür. Derken, günün birinde “ilk kanın” intikamını alırcasına Defne, İlyas’ı öldürür. Defne’nin çığlığı “kahkahaya döner” (s. 57). Defne, adlî bir soruşturmaya uğramaz. İlyas’ın kırkının çıktığı gün Deniz ile birlikte taşınır. Kimse gitme, kal diye bir şey söylemez. Burada aile de bir tanım kazanır; kadın, başında eri varsa evin içinde bir yere sahiptir.

Bundan sonra Defne’nin büyük kentteki yaşamı işlenir. Bir lokantada çalışmaya başlar. Bir kadının iş bulma ve işte dikiş tutturmasındaki temel kıstas da bir eleştiri olarak hemen belirir. Defne, susma karşılığında burada yaşayabilecektir. Buraya kimi zaman kocasına benzeyen birileri de gelir. Fatih, bunlardan biridir. Derken, Deniz’in ölüm haberi gelir. Ah der ve ardından bir kahkaha yine…

Romanın aile içi kısmı burada biter. Bundan sonrası masal gibidir. Ya sonra ne oldu? Bu soru eşliğinde iki kahkaha canlanır. Birinde İlyas’ın, ikinci de Deniz’in ölümünden sonra atılan kahkahalardır bunlar. Birini diğerinden ayıran “bir ah”tır. İlyas’tan dolayı atılan kahkahada tiksinti vardır; saygıya değer olanı ortaya çıkarma vardır (bu muydu), sana yaptığımı, aslında sen kendine yapmalıydın deme vardır, onu, öldürürken son kere de olsa bir hor görme vardır; çünkü bu güne kadar hep hoş görmüştür ve her hoş görmede tiksintisi artmış, kendine yabancı biri olmuştur; bu kahkahada, İlyas’a duyduğu yabancılığın, ruhuna sinmişliğinin acısı vardır. Artık, gülmeyi öğrenecektir. Deniz’in ölümünde ise kahkaha, ah’tır. İnandıkları ile yüz yüze gelme vardır. Bu güne kadar hiç gülmemiştir ve bu yüzden, acı onda bir kahkahadır; kendini ezip geçerek, vardığı yer, Deniz; ah’tır. Bir kurbandır ki Deniz, Defne evlendiği gün ruhuna düşmüştür. Gözlerinin önünde kurbanlar kesilirken, aslında Deniz de, bu evliliğin kurbanıdır. Yüce olan Defne’nin ruhu, Deniz’le aşağılara doğru akmıştır. Bir günahın adağı, istenmeyen bir hayatın da kurbanıdır. Aile, giderek toplum da bu kurbana yataklık etmiştir. Müjde ya da kurtuluş değildir Deniz, bedeldir. Babasının ölümü ile bir bedeldir, annesine garda “orospu” denilmesi ile bedeldir. Aşksız bir birliktelikten doğduğu için bedeldir. Lenin, “aşksız evlilik fuhuştur” diyordu. Düğünde takılan altınlar (s, 28), erkekliğe yapılan göndermelerle de (s, 42) bu bir yerde belgelenmiştir. Deniz, aslında kurban olduğunu bilir. Hatta, kurban kesildiği gün yere çömelir, eline geçirdiği bir yaprak sapı ile toprağı çiziktirir (s, 48). Annesi ise kurban etrafında rüya ile kendini açıklar. Çevredeki insanlar bir leş gibi bakarlar ona ve bir leşi nasıl karıncalar yerse, onu da aynı şekilde yiyeceklerdir. Anlatıda çevre geniş ağızlı bir kuyudur sanki ve burada Defne’den istenen tek şey vardır: “Ona kendisinin kanını akıtacaklarmış” (s, 53).

Geride öldürme isteği kalır. Öldürme, kendini öldürme ile bir alt metin oluşturur. Yok ederek yok olma, kendi bilgisine ulaşma üzerinden gelişir. Benzer örnekler vardır. Uzun, örneklere yenisine ekler.

Türk edebiyatında kadının cinayet işlemesi, hele kocasını öldürmesi ender bir konudur. Aile, her zaman dişi kuşla kurulur. Bir tek Kemal Tahir’in Karılar Koğuşu’ndaki dil bilmez bir Hanım vardır ki o da sevgilisi ile birlikte kulampara kocasını öldürmüş ve sonucunda idam edilmiştir; bu bir kurgu değildir, gözleme dayalı, doğrudan gerçek bir olaydan yola çıkarak yazılmıştır. Kadının ölümü her zaman trajik ama, öldürmesi yine enderdir. Tersi durumlar da yine azdır. Bildiğim Ahmet Mithat’ın Çengi’sinde Daniş Bey karısını öldürmek ister ama onun yerine başkasını öldürür. Namık Kemal’in İntibah’ında Mahpeyker, kendisini reddeden Ali Bey’i öldürmek ister ama sonuçta bu onun sonu olur. Belki başka örnekler de bulunabilir, ama bu kadarı bir tarihçe için yeterlidir. Bir metni güzel kılan da belki okura başka okumalar sunmasıdır ve bu okumaların, bir sonuca bağlanmasıdır. Edebiyatın, polisiye romanlar hariç, uzak durduğu cinayet, bazen savunulmuştur. Uzun’u okurken, karşıma çıkan, kendisini yine bende hortlatan Louis Althusser oldu. Althusser, karısı Helen’i öldürür ve daha sonra çikolata yer. Kahkahanın bir başka biçimidir bu. Althusser, Gelecek Uzun Sürer’de Helen’i öldürmeyi, garip bir “haklılık” boyutuna çeker, hatta cinayeti adlî olmaktan çıkartıp Freud, Lacan ve Foucault üzerinden aklamaya çalışır; bir tanım da bulur: Yitik İnsan. Bu, Foucault’ın deliler için kullandığı bir ifadedir, Althusser de buna sarılır. Cinayet nedeni ona göre, Helen’in kendisini onunla bir tutmasıdır; dahası, Helen, bazen kendi kendini yok etmek de ister. Çünkü başkası kurban edecektir onu.

Melike Uzun’un anlatısında kurban öldürülen değildir. Kurban, Deniz’dir; Yitik İnsan ise Defne’dir. Ancak Defne’nin yitikliği “ah” ile “kahkaha” arasındadır; İlyas’ın ya da kötü talihin ayak sesidir de bu. Uzun’da, bir sivilce ile başlar; sivilce patlar ve yüzde, yılan gibi çöreklenir. Tıpkı, Gogol’ün Burun’unundaki Kovaliyon’unkine benzer bir durumdur bu. Kovaliyon, çok erken uyanır ve burnunda çıkan bir sivilceye bakmak ister. Dostoyevski’nin İkinci Kişilik’inden tanıdığımız Golyatkin de bir sabah uyanır, gerinir, esner, gözlerini açtığı zaman yatağından aşağı atlar, aynaya koşar. Aradığı şey bir sivilcedir, bir sivilce hiç de fena olmayacaktır diye düşünür. Kafka’da bu sivilce, bir böceğe dönüşme olarak karşımıza çıkar. Bu karşıdakinin ruh hâlini verir bize. Uzun’da bu çöreklenmiş olan, İlyas’tır, ona dönüşür. O, başkasının yakasına yapışan, dili galiz küfürlerle dolu olan biridir. Defne ve Deniz ise onun kurbanlarıdır.

İlyas, babası karşısında “kafasını korkudan kamburlaşan gövdesine” gömer ama fiziksel olarak kendinden alçak birine karşı da tersi bir adama dönüşür, “lokantanın cüce garsonuna, benim sikim senin boyundan uzun” (s. 22) diyecek kadar ileri gider. Her koşulda İlyas kötüdür. Dokunması kötüdür. Ona benzeyenler de kötüdür; Fatih gibi. Çirkin ve göbeklidir de. İlyas’ın ailesi de kötülükten nasibini alır; annesi, sabah evden çıkarken titrer üstüne. İlyas’ın annesi, Defne doğum sancıları çekerken, hastaneye gidelim denildiği an öfkelenir, çünkü ebe “iki hafta” demiştir. Yenge yine öyledir. Defne’nin ailesi de kötüdür. Belirgin olan tek kötü babadır. Defne’yi istemeye geldiklerinde baba ilk kez “biz” der ama bu biz’in içinde Defne yoktur; para vardır (s. 27). İlyas’ın ailesi de Defne’yi sindirmez. Oğulları “neyine kapıldıysa” bir kere beğenmiştir Defne’yi. Romanın sonunda da kurban kesilir. Birinci bölümde söz ve altınla kesilen Defne, ikinci bölümde parçalara ayrılır, sonra da canından bir parça (Deniz) koparılır ve iki aile, giderek toplum, onu yer.

Romanın finalinde, Defne mitolojik hâline döner. Fatih, bakışsız, nefessiz bir taşa döner. Defne’nin evinin olduğu yere apartmanlar dikilir ama Defne, bir dilek ağacına dönmüştür. Dallarına dilekler asılır.