Sıradan erkeklik kavramıyla içselleştirdiklerimizin, “huyu öyledir” dediklerimizin, kısacası babalarımızın, kocalarımızın/sevgililerimizin, kardeşlerimizin, (iş) arkadaşlarımızın sözlerine ve eylemlerine sinen, göze batmayan erkeklikler nasıl kurulur...
01 Mart 2018 15:36
Latife Tekin’in Unutma Bahçesi’ni, daha okurken unutacağım düşüncesiyle zihnim sarmalanmışken ve ilk defa hatırlamaya değil de unutmaya övgü dizerken kendimi yakaladığım anlarda, unutamayacağım şu cümleleri okuyorum, romanın en eril karakteri olarak tasvir edebileceğimiz, avcılığa çok düşkün bir bahçıvan olan Cömert’in ağzından:
“Her erkek bir Kızılderili reisi… Doğa öyle şart koşmuş. Bunun da bir üzüntüsü var. Televizyondaki tartışmaları dinliyorum da, doğa erkeğe kaplan gibi güçlü olacaksın demiş. Erkeklerin sıkıntısını hesaba katan yok, bu konulara meraklıyımdır. Minicik bir bebek olarak doğuyorsun, sana büyüyüp boğuşacaksın diye emir verilmiş. Haksızlık yok mu bu işte.”1
Var. Erkeklere güçlü olmalarını şart koşan dinamikleri “doğa”ya atfetmekten, bunu doğallaştırmaya, içselleştirmeye ve sergilemeye dek pek çok adımda haksızlık var. Bu işin kurucu pratiklerini kültürel ortamda, kolektif örüntülerde aramak yerine, tabiata sığınmakta haksızlık var. Var da var!
Bu metinde, haykırarak “ben buradayım” diyenlerden ziyade, Cömert’in ifadeleriyle “doğal”laşan, gündelik karşılaşmalarımızın dokusuna işleyen, bir anlamda kanıksadığımız erkeklik pratiklerine bir mahallenin sokaklarından, balkonlarından, oturma odalarının pencerelerinden bakmaya çalışacağım. Michael Billig'in “sıradan (banal) milliyetçilik”2 kavramsallaştırmasına dayanarak sıradan (banal) erkekliğin tezahürleri üzerinde duracağım. Milliyetçilik kavramından geliştirilen bir erkeklik anlatımının, biri varken diğerinin kaçınılmaz olarak belirdiği milliyetçilik ve erkeklik arasındaki bağı göz önünde bulundurunca, abartılı bir yorumlama, uç bir okuma olacağını düşünmüyorum. Sıradan erkeklik kavramıyla içselleştirdiklerimizin, “huyu öyledir” dediklerimizin, sevdiğimiz için ses çıkarmadıklarımızın; kısacası babalarımızın, kocalarımızın/sevgililerimizin, abi/kardeşlerimizin, (iş) arkadaşlarımızın sözlerine ve eylemlerine sinen, göze batmayan, durup dururken can yakmayan erkekliklerin nasıl kurulduğu ve en olmadık an ve kişilerde nasıl yeniden üretildiğine değinmeye çalışacağım.
İzmir’de, kentsel dönüşüm eşiğinde bir gecekondu mahallesinde yaşayanların birbirleri ve mekânla geliştirdiği ilişkiyi anlamaya çalıştığım doktora tezimde, doğrudan toplumsal cinsiyete yönelik sorular sormadığım hâlde mekâna sinen sıradan erkeklikleri görmekte zorluk çekmediğimi özellikle belirtmeliyim. Araştırmanın bir gecekondu mahallesinde yürütülmesinin sonucu olarak, mekânda üretilen bu türden erkekliklerin yalnızca alt ve orta-alt sınıfla sınırlı kalmadığını; sınıf, coğrafi konum, etnik kimlik gibi durumları kesen bir yapısı olduğunu yakın çevrenizle kuracağınız özdeşliklerden kolaylıkla fark edeceksiniz.3 Metinde 1970’lerin ikinci yarısında İç, Doğu ve Güneydoğu Anadolu ile İç Ege bölgelerinden göç ederek mahalleyi kuran 50 yaş üstü birinci kuşak ve onların 20-40 yaşları arasındaki oğulları olan ikinci kuşak görüşmecilerin hayat hikâyeleri ve mekân kullanımlarına yönelik anlatılarını, benim öne sürdüğüm ve elbette artırılması mümkün olan sıradan erkekliğin beş savı üzerinden değerlendirmeye çalışacağım.
İkinci kuşak erkekler yaşadıkları evden, eğitimleriyle ilgili durumların ekonomik boyutundan söz ederken tüm bu koşul/ilişki/süreçlerin belirleyeni olarak kafa karışıklığına düşmeksizin babalarına işaret ederler. Bir gecekondu mahallesinde yaşıyor olmanın mülkiyetle kurduğu çelişkili, sallantılı ilişkiyi mümkün olduğunca babaları lehine yorumlarlar. Birinci kuşak sakinler, büyük oranda 1970-1990 yılları arasında göçle geldikleri kentte, o vakte dek yaşadığı köyden neredeyse hiç çıkmayan 20’li yaşlarının başında, genellikle çocuklu ve ilkokul mezunu kadınları ev-mahalle içerisine yerleştirirken erkekleri olabildiğince formel çalışma ortamlarına yöneltmiştir. Piyasa koşullarına uyum sağlayan/sağlamak durumunda kalan erkek, kazanılan sermayenin yegâne sahibi olarak görülürken onlarca farklı hanede yaptığım görüşmede evin tapusunun istisnasız bir şekilde erkekler üzerine olduğunu gördüm. Sermayenin yasal düzlemdeki sahibi olan baba, sorgusuz bir şekilde mülkiyetin dağıtımının da belirleyicisidir. Bu sebeple “baba[sı] zengin olsaydı kolejde okuyabilir” (Tarık), okulu bitiremeyeceklerini anladıklarında, babalarına “daha niye masraf yapıyoruz” (Can) derler ve kendilerini çocuklarına babaları kadar “adasa” da annelerine değil de yine babalarına hayatını yaşamasını salık verirler: “Baba sen sat arsanı, git diyorum ye. Git diyorum, yurtdışına mı gidersin artık nereye gidiyorsan git diyorum. … Benim babam gezmeyi sever mesela. ... Gez, hayatını yaşa, diyorum” (Murat). Hayatını yaşaması beklenen de babadır. Mülkün sahibi olan baba, varis olarak elbette oğlunu/oğullarını seçer: Baba, “hiç değilse erkek çocuklara… Bayanlar evlenince gidiyor çünkü genellikle, hiç değilse erkek çocuklara birer ev bırakayım, diye üç kat dört kat dik[tikleri]” (Murat) binalardan bırakmak ister. İkinci kuşak erkekler, “Eğer babasının evinde bir yeri yoksa gidiyor. Babası ona bir yer yapmadıysa altında üstünde, [mahalleden] gidiyor” (Kenan) diye ifade ettikleri yerleşme pratikleri sergilerken, her ifadede babaya verilen referans, mülkün malikinin ve taşıyıcısının erkekler olduğunu gösterir. Bunu bölüşmeye yönelik olarak kadınlar (anneler) tarafından yapılan tekliflerinse erkeklerce (babalar), “Benim mal varlığım zaten senin, sen niye üzerine istiyorsun ki?” (Murat) denerek geri çevrildiği belirtilir.
Mahallede evler inşa edilirken birinci kuşak erkekler kadar ve belki de daha çok çalışan kadınların bu süreçteki emeklerini tek dillendiren kendileridir. Tuğla taşıyan, dere yatağında biriken kumları inşaata çıkaran, inşaatın suyunu dahi su birikintisinden çeken kadınlar, belki de “inşaat ustası” olmadıkları için evlerin yapımındaki payları gölgede kalır. Bu sebeple bir gecekondu mahallesinde yaşamanın bir anlamda kaçınılmaz olarak beraberinde getirdiği yıkım korkusunu birinci ve ikinci kuşak kadın ve erkekler arasında en az hisseden grup olarak karşımıza çıkan ikinci kuşak erkeklerin taşıdığı güvenin gerisinde evi babalarının inşa etmesi yatar: “Babam yaptı evi. Tek güvendiğim adam yaptı. Hayatta yıkılmaz. Bu kadar!” (Can). Bir sorun olur da yıkılırsa, inşaat ustası olan babalarının kolaylıkla yeni bir ev inşa edebileceğine dair güvenleri de bu mesele karşısında müsterih olmalarını sağlar: “Babam inşaat ustası olduğu için hiç korkmuyordum. Bir tane daha yaparız” (Kenan). Genç erkeklerin haneyi kaybetme endişesi yaşamalarının önüne geçen bu durum, belirgin bir şekilde evi babalarının, yine bir erkeğin inşa ettiğine dair düşünceleri ve babalarına duydukları katıksız güvenden ileri gelir.
Çocukluk, oyuncakların da yardımıyla kadınlık ve erkeklik rollerinin öğrenilmesi, benimsenmesi ve pratiğe geçirilmesinde en önemli safhadır. Çocukların nelerle oynamasının uygun olduğunun söylenip durduğu bu dönemde edindirilen beceriler, hayatlarının ileriki yıllarında yaşayacaklarının önemli düzeyde belirleyicisidir. Örneğin görüştüğüm ikinci kuşak sekiz kadından ikisinin bisiklet sürmeyi bildiğini, onların da “evin civarında” bisiklet sürdüğünü, ikinci kuşak sekiz erkeğinse tamamının kentin başka semtlerine uzanan hareketlilik seviyesinde bisiklet kullandığını düşününce, “Ne bileyim kızlar Barbie bebeğiyle, erkekler arabasıyla oynar” (Tarık) gibi bir ifade, ideal çocukluk tasviri olarak karşımıza çıkabiliyor. Makbul kadın ve erkeğin inşa edilmesinde, oyunların özellikle genç kadınlara hangi davranışları sergilemeleri gerektiğini iyi öğretmesi gerekir. Aksi hâlde henüz çocukken üstlenmeleri gereken tutumları hatırlatmak boynumuzun borcudur. Örneğin ikinci kuşak erkeklerden Koray, uygun bulmadığı kadınlık hâllerine müdahale etmekte bir beis görmez: “Geçen sekizinci sınıf öğrencileri oturmuş kızlı erkekli küfürleşiyorlar. Çıktım bağırdım. Baktım erkekler hemen kaçtı. Kızlara, siz de anne olacaksınız utanmıyor musunuz, dedim. İleride çocuklarınız olacak böyle mi annelik yapacaksınız?”. Barbie bebekle oynamaya/oynatılmaya başladığı andan itibaren anne olacağının/olması gerektiğinin kabulüyle yetiştirilen kız çocuklarının bu çizgide yaşadığı herhangi bir sapma hem bugün hem de gelecek için azarlanmalarını ve etiketlenmelerini haklı bir zemine oturturken, ikinci kuşak erkekleri de bu makbulün bileşenlerini belirlemeye davet eder. Tim Cresswell’in ifadeleriyle mekânın “normallik haritasını” çıkarmaya yönelik bu müdahaleler,4 birinci kuşak erkeklerden ikinci kuşak erkeklere yönelik de olabilir. Sıradan erkeklik, erkekleri de dışarıda bırakmazken, örneğin küpe ve güneş gözlüğü takmayı, renkli pantolon giymeyi kadınsı olarak etiketler ve bu tür aksesuarlara ya da kabul etmediği renklere rastladığında dalga geçerek, arkadan konuşarak (bir başka erkek olan), babayı bilgilendirerek (ve duruma el atmasını bekleyerek) tepkisini dışarı vurur.
Korunan ve koruyan arasında güç üzerinden kurulan ve tarafları terazinin iki ayrı ucuna iten ilişki, aktif-pasif zıtlığını yeniden üretirken, erk sahibi olanla biat etmesi gerekeni açık eder. Bu tür argümanların en çok öne sürdükleriyse, durumun “doğallığı”dır. Sonuçta “erkeğin vermiş olduğu bir şey. Koruyacağım ben gibi. … Sahiplenme, koruma o içgüdü bende biraz fazla galiba” (Kenan). İçgüdülere dayanarak yaptığımız açıklamaların, başka türlüsünün imkânsızlığı düşüncesini güçlendirmeye, his ve pratikleri tabiileştirmeye çalışırken, neyin doğal olup olmadığına, farklılıklarımızın nasıl oluştuğuna dair kavrayışımızın kültürel bir zemini olduğunu ve toplumsal cinsiyete ilişkin düşünüşümüzün bir parçası hâline geldiğini göz ardı etmemek gerekir.5 Ancak bu şekilde, “Akşamları okuldan gelirken ben ablamları duraktan alıyordum. … Çünkü rahatsız edilenler oldu. Tacize uğrayanlar. Korkuyorlardı” ifadelerindeki gibi kimi zaman koruyuculuğuyla öne çıkan erkeğin kimi zaman da korkunun kaynağı hâline gelebildiğini anlamak mümkün olabilir. Yaşayanların büyük oranda birbirini tanıdığı, dış ortama nispeten daha kapalı mahallelerde bile (yarı) kamusal mekânların6 erkeklerin tekelinde olduğunu, bu vesileyle, genç erkekler “Biz erkek olduğumuz için öyle bir şey olmadı bize hiçbir zaman. Biz özgürdük. Dışarıda istediğimizi yapabiliyorduk” diyebiliyorken, aynı durumun genç kadınlar için mümkün olmadığını, tüm görüşmeler boyunca kadınlarla ilgili bir durumun ne kadınlar ne de erkekler tarafından “özgürlük” üzerinden değerlendirildiğini fark ederiz: “Ben mesela halamın oğluyla bile yürüdüğümde acaba insanlar tanımayacak, yanlış anlayacak [mı] diye düşünüyordum. Benim amacım, dayımlara, babama, aileme laf getirmemekti. … İnsanların istediği insan oluyorsun, kendi istediğim insan değilim” (Karakız). Böylelikle ailenin gösterdiği toplumsal cinsiyet ilişkilerinin aynı şekilde toplumsal bir çevre olan sokakta da yeniden üretildiğine, bu mekânlarda hâkim olan iktidar yapılarının hatırlatıldığına şahit oluruz.7 Mahalledeki anlatımlarda, kadın ve erkeklerin mekân kullanımına dair ortaya çıkan (ve aslında örneğini farklı bölgelerde de sıklıkla görebileceğimiz) adaletsiz tablo, ortadan kaldırılmaya çalışılmaz, aksine doğallaştırılır ve onun şartlarına göre önlemler alınır. Her şeyine karışılan ablalar, laf gelmesin diye üstüne başına dikkat ederken onların erkek kardeşleri kendi hayat hikâyelerini özgürlük üzerinden anlatmaktan geri durmaz. Bireylerin içinde yaşadıkları düzene karşı itaat geliştirmelerinin sağlayıcısı olan habitus, hayat koşullarının kabullenilmesinde ve toplumsal eşitsizliğin meşrulaştırılmasında önemli rol oynar.8 Ürünü olduğu toplumsal dünyayla ilişkiye girdiğinde “sudaki balık” gibi olan habitus, önümüze suyun ağırlığını hissetmediğimiz, doğal bir dünya serer.9 Bu yüzden kadınların maruz kaldığı eşitsiz koşulların sorgulanmasına ket vurulur, bu tür durumlar bir sorun olarak işaretlenmez ve ortadan kaldırılmaya çalışılmaz. İçinde bulunulan koşullar doğallaştırılır. Çünkü habitus, tabakalı bir toplumsal düzende, “özgül konumları içerisindeki bireyler açısından neyin olanaklı, neyin olanaksız, neyin olası olduğunun bilinçdışı bir şekilde hesaplanmasını içerir”.10 Bu süreçte olası olansa, en azından bilinen/akraba kadınlara yardım edilmesi ve onların kazasız belasız bir şekilde evlerine ulaştırılmalarıdır.
Mahallenin kentsel dönüşüm eşiğinde olması, ancak sürecin nasıl işleyeceğine dair belirsizliğin yerleşikleşmesi, özellikle birinci kuşak mahalleli için tedirginlik kaynağıdır. Sorunun çözümü için doğrudan devleti göreve çağıran birinci kuşak erkeklerden Abdullah, “Devlet, babadır. Biz de evladız. Biz de onun öz evladıyız. Gelsin bize bir şeyler söylesin, biz de ona göre hareket edelim” derken, devletle kurulan yapısal ilişkileri özel alanda görünmez hâle getirir.11 Böylece, vatandaşlık haklar değil, uygun görülenin vazife addedilmesi üzerinden işler.12 Devletle vatandaş arasındaki ilişkiyi özel alandan doğru aile içindeki dinamiklerle değerlendirmeye yönelik bu hamle, ebeveyn-çocuk bağını da uygun olanı buyuran (aktif) ve bunu eyleyen (pasif) üzerinden kurar. Ancak göz ardı edilemeyecek önemli noktalardan biri, bu ebeveynin baba olduğunun özellikle belirtilmesidir. Buyuranın, yol gösterenin, sözü dinlenenin cinsiyetine dair çelişkiye düşmeyen bu kanaat, özel alanda üretilen hiyerarşik ilişkilerin hayatın tüm yönlerine yayılmasını, özel olanın kamusalı eritmesini beraberinde getirir.
Kamusal mekânlarda erkeklerin boy göstermesinin, özel mekânlarda mülkiyetin ve buradan doğru kurulan hakimiyetin babaya/kocaya/sevgiliye devrinin kanıksanmasını sağlayan sıradan erkeklik, erkek-olmayanın ikincilleştiği “doğal” bir dünya tasvir eder. Bunu yaparken de zor kullanmaz, ilk bakışta itici görünmez ve hatta “koruyuculuğu”, “kol kanat gericiliği”yle bir süre çekici bile gelebilir. Bu hâli, sıradan erkekliğin ayırdına varmayı ve karşı duruş geliştirmeyi daha da zorlaştırır. Çünkü çoğunlukla en yakınlarımız tarafından üretilir ve başka hâlin imkânsızlığı argümanından beslenir. Tam da bu sebeple en başta kendi özel alanımızdaki sıradan erkekliklerin ayırdına vararak doğanın onlara bir Kızılderili reisi olmalarını salık vermediğini, kaplan gibi güçlü olmalarını buyurmadığını, büyüdüklerinde boğuşmaları gerekmediğini hatırlatmanın, onları da bu sıkıntıdan kurtarıp maruz kaldıkları haksızlığa son vermenin (!) ve tüm Cömert’lerin içini rahatlatmanın vakti!