Şiir hayata bakma noktasındadır bugün

Baki Asiltürk ile şiir, gelenek, öncesi ve sonrasıyla 1980 kuşağı, Gezi sonrası şiir, eleştiri ve şairin alması gereken konumlar üzerine konuştuk. Asiltürk: Anlatacak ilginç bir hayatı ve hayata dokunan imgeleri olmayan zaten şiir yazmasın

02 Nisan 2015 15:00

Söze bugünlerden başlamalı belki. Bilhassa “Gezi” sonrasında daha yaygın bir biçimde dillendirilmeye başlanan “şiir sokakta” hareketini (tabii buna bir hareket denebilirse) nasıl değerlendiriyorsunuz?

Şiir öncelikle hayattan beslenir, sonra da edebiyatın kendine özgü diliyle kendini terbiye eder. Hayat derken buna hem sokakta akıp giden dış hayatı hem de şairin iç hayatını dâhil ederek konuşuyorum. Bu ikisi, şiirdeki hayatı, canlılığı birlikte var eder. Öte yandan, Tanzimat’tan günümüze toplumdaki her türlü dalgalanma, değişim çabası şiirde karşılığını bulmuştur. Bugünün şiirinde de durum farklı değil, yarın da farklı olmayacak. Simetrik veya asimetrik devinimler kendi şiirini yaratmakta gecikmez ama şunu da söylemeliyiz: Şiirin kendine özgü doğası, ne bireysel ne de toplumsal baskıları kaldırır. Şiir kendi özgül ağırlığını özerk dilden alır, tek başına ne bireyin ne de sokağın dili şiire yatak olabilir. Şiir dili birbirinden ilk bakışta farklı görünen argümanları da içerebilecek kadar canlı, geniş, hareketlidir. Bugünden sonra yazılacak şiir de kendi dilini yaratırken hem hayattan beslenecek hem de şiirin büyük ve zengin tarihsel varlığından (“gelenek” demedim çünkü “gelenek” sınırlı bir anlama sahip) güç alacaktır.

Peki bu hareketten yeni bir şiir veya şiir anlayışı doğacağını söylemek mümkün mü? Yoksa çok mu falcılık olur?

Tek bir olay doğrudan bir sanat hareketi, şiir hareketi doğuramaz. Sadece tetikleyici olabilir. Ciddi sanat hareketlerinin doğuşunda, görünür görünmez pek çok neden söz konusudur. Bazen bir şairin kendi yaşam deneyimleriyle toplumsal deneyimler buluşur ve buradan büyük şiir çıkar. Öte yandan, genç şairler arasında Gezi olaylarından önce de siyasi şiir yazanlar, sokağa yaslanan bir şiir dilini benimseyenler vardı. Toplumsal veya kişisel gerilim belki bu dile daha bir canlılık katabilir. Zaten şiir dili kendiliğinden gerilimli bir dildir, gerilimden uzak şiir dili masa başında üretilir ki onun da hakiki şiirle ilgisi yoktur.

Günümüz gençliği her şeyi kolay yoldan elde etmenin rahatlığını yaşıyor ama bu kolaylık onları insan trajedisinden uzaklaştırıyor. İşte bu uzaklaşmadan rahatsız olan genç arkadaşlar, “çıkmaz”a, “vicdan”a, “trajedi”ye bakmayı, bunları tanımayı istiyor. Bunun sonucunda da yaygın şekilde Turgut Uyar, biraz da Edip Cansever hayranlığı dikkat çekiyor.

Bugünün “genç nesil” şiir okuru, sanki İkinci Yeni’yi yeniden keşfediyor gibi bir hava var. Demek istediğim, daha çok onlardan alıntı yapıyorlar veya onlardan dem vuruyorlar. Onları okuyorlar.

Bu, doğru bir saptama. Gerek sosyal ortamlarda gerekse fanzinlerde ve genç dergilerde bunun izlerini görebiliyoruz. Bunu, sadece bugünkü hareketlilikte yapılan bir tercih gibi görmemek gerekir. İkinci Yeni, sadece 50 Kuşağı’na değil, birkaç kuşağa yetecek kadar yenilik, zenginlik, ilginçlik getirmiştir şiirimize. Bugünkü görünüşte galiba bütün bir İkinci Yeni’ye değil de daha çok Turgut Uyar’a özel bir ilgi var. Genç arkadaşlar, retorikten uzak, insanın derin hallerini yansıtan verimleri seviyorlar. Eğer sadece sokağın diline yaslanmayı sevseler veya seçselerdi Turgut Uyar’ı değil Orhan Veli, Can Yücel ve Metin Eloğlu’yu önde tutmaları gerekirdi. Oysa durum farklı… Söz değeri veya biçemsel eğilim üzerinden değil de Turgut Uyar’ın “çıkmaz”a işaret etmiş olması cezbediyor günümüzün genç okurunu ve şair adayını. Günümüz gençliği her şeyi kolay yoldan elde etmenin rahatlığını yaşıyor ama bu kolaylık onları insan trajedisinden uzaklaştırıyor. İşte bu uzaklaşmadan rahatsız olan genç arkadaşlar, “çıkmaz”a, “vicdan”a, “trajedi”ye bakmayı, bunları tanımayı istiyor. Bunun sonucunda da yaygın şekilde Turgut Uyar, biraz da Edip Cansever hayranlığı dikkat çekiyor. (Onlara önerim, Uyar veya Cansever’in sloganvari kullanılan ifadelerine hapsolup kalmamaları, bu şairlerin bütün külliyatına bakmalarıdır.) Öte yandan, Turgut Uyar veya bir başka şair fark etmez, genç şair ustalar gibi yazarak değil, onlar gibi yazmayarak kendini var eder. İyi şair, İkinci Yeni’yi veya Turgut Uyar’ı tekrar çoğaltmayı deneyerek değil, bugünün yenisini arayıp bularak var olabilir.

Türk şiir dili reklam diline, klip zihniyetine, didaktizme, masa başı yapaylığına doydu. Postmodernler ve deneyselciler mürekkebe fazla su kattılar, buradan çıkış ancak insanı derinden kavramakla gerçekleşecektir.

Buradan hareketle, bugünün Türk şiiri için en önemli damarlar İkinci Yeni ve Garip midir? Yoksa önceki dönemlerde de bireysel şiirini kuran (örneğin Necatigil) adlar mı?

İkisi de değil, diyeyim sonra açarım biraz. Garip, biliyorsunuz, 1950’lere gelindiğinde ömrünü tamamlamıştı. Sonrasında Özdemir Asaf, Can Yücel, Metin Eloğlu, Salâh Birsel gibi şairler belli ölçekte Garip’ten el aldılar ama orada kalmayıp kendi özgünlüklerini yarattılar, Garip çizgisini 1940’lardaki karakterinden farklı şekle sokarak yakın döneme uzattılar. Bugün için Garip şiirinin kaynak olma özelliği tamamen yok diyemesek de ciddi bir kaynak oluşturamaz. Demin değinmeye çalıştım, genç şairler bugün sokağa bakıyor ama şiirin özerk dilinden de uzaklaşmak istemiyor. (Orhan Veli’nin asıl kavgası ise özerk şiir diline karşıydı, unutmayalım.) Sosyal medyanın pratiğe yaslanan paylaşım diline Garip dilinin yardımı olabileceği düşünülebilirse de durum öyle değil. Sosyal medyadaki ciddi ortamlarda hayatı ve insanı yüzeyden değil, derinlemesine kavrayan şiirsel paylaşımlar daha sık görülüyor. Garip’in durumu bu ama İkinci Yeni de bugünün Türk şiiri için vazgeçilmez bir damar değildir. Bugünkü şairin karakteri “özgürlük ve bağımsızlık” olmak durumundadır. Ustalar gibi değil, ustalara rağmen! Farklı bir şey söyleyeyim: Sembolistlerle fütüristlerin buluşmasına ne dersiniz? Sembolistlerin dünyasıyla bugünün dilini geleceği kavrayarak buluşturabilecek yetenek ve donanıma sahip bir şair çıkarsa ciddi bir fırtına yaratabilir. Türk şiir dili reklam diline, klip zihniyetine, didaktizme, masa başı yapaylığına doydu. Postmodernler ve deneyselciler mürekkebe fazla su kattılar, buradan çıkış ancak insanı derinden kavramakla gerçekleşecektir.

Sert sayılabilecek bir ifade bu… Bu durumdan veya daha genel açıdan bakmak gerekirse, 2000’lerin şiirinde 80 Kuşağı ne ölçüde etkili sizce?

Tartışmalı bir durumdan söz ediyoruz. Tartışmalı ve tartışılacak… Öncelikle şunu söylemeli ki başta Haydar Ergülen, Tuğrul Tanyol, Adnan Özer, Metin Celâl, Enver Ercan, Lâle Müldür, Şavkar Altınel vd. gibi şairlerin şiirlerini okuyarak geldi bizim kuşak. Daha doğrusu, gözümüzü açtığımızda yaşayan yeni kuşak şairler olarak onları gördük. Bazı arkadaşlar daha dar tercihler yaptı, 80’lere hiç bakmadı ama en azından ben ve yakından tanıdığım bazı şair arkadaşlarım bu durumdaydık. Şiirin mecaz dilini, dize kurmada incelikli çalışmayı, şiir tarihimizde bakılması gereken noktaları vs. düşünürken bu imzaların ve daha başkalarının yazdıklarını ciddi etütlerle okudum, okuduk. Başta tartışmalı dediğim noktaya döneyim: Onları çok okuduk ama 2000’lerde bütünsel olarak 80 Kuşağı’nın fazla etkili olduğunu düşünmüyorum. 1980 Kuşağı, Türk şiirinin yakın ve uzak tarihini tamir çabasına önem verdi, bu tamiratı şiirin her türlü geleneğiyle (Divan, Halk, Garip, Saf/ Öz Şiir, İkinci Yeni, Beatnik vs.) barışık şekilde gerçekleştirdi. Tamirat başarılı olunca da daha özgün şiirler yazma çabası hissedildi. 2000’lerde kabaran şiir ise geleneği kutsallaştırmadan, hatta geleneği dert etmeden yazan arkadaşlardan oluşuyor. 1980 Kuşağı içinde herhangi bir şair yoktur ki yazı ve/ veya söyleşilerinde ustaların adını zevkle sıralamış olmasın. 2000 Kuşağı içindeki şairler ise, bağlanım içinde olmamak adına, ustaların adlarını sıralamayı gerekli görmemiştir. Bir de galiba biz şiirle birlikte öykü, roman, müzik ve sinemadan da beslendik. DVD’nin yaygınlaşıp yedinci sanat ürünlerinin koleksiyonlara kolayca girmeye başlaması, filmlerin kopyalar üzerinden tekrar tekrar izlenebilmesi sinemanın etkisini eskisine oranla çok çok artırdı ve somutlaştırdı. Sanırım başka arkadaşlar da yapıyordur; benim 3- 4 ayda bir tekrar tekrar izlediğim filmler var. Hermann Hesse’i, Dostoyevski’yi, Nietzsche’yi, Zweig’ı, Sait Faik’i tekrar tekrar okurum.

Fanzinleri önemsiyorum çünkü kuntlaşmış dergilerde kendi enerjilerine, yaratıcı yeteneklerine yer bulamayan gençler, atak şairler, fanzinlerle bir dünya yaratıyor. Dijital bloglar ise maalesef bu cangılda hiç de göz önünde olma şansı yakalayamıyor.

Türk Şiirinde 1980 Kuşağı adlı incelemenizde altını çizdiğiniz üzere 80 Kuşağı “dergilerde” filizlenmiş bir şair kuşağı. Bilhassa 80’lerin sonundan 90’ların ortasına kadar edebiyat dergilerinin azlığından dem vururdu edebiyat çevreleri. Oysa bugünkü durum o günleri mumla aratacak halde. Dolayısıyla, bugünün şiir ortamında edebiyat dergilerinin (hatta fanzinlerin, dijital blogların) yeri/ etkisi nedir sizce?

Şimdi, şöyle bir durum var, önce onu belirlemeliyiz: 80’lerde edebiyat dergilerinin sınırlı olduğunu düşünmüyorum, yeterince derginin çıktığını zannederim, en azından benim araştırmalarım bana bunu söylüyor. Yeni Türkü, Üç Çiçek, Edebiyat Dostları, Fanatik, Yönelişler, Ayrım Şiir, Poetika, Broy, Yarın, Şiir Atı ve daha niceleri. Üstelik bu dergilerin bir kısmı dönem şiirinde belirleyici öneme sahiptir. Bugün ise dergiler eskisi kadar belirleyici değil. Çok sayıda dergi çıkıyor ama içlerinde daha eski dönemlerden başlayarak, Varlık, Türk Dili, Pazar Postası, Halkın Dostları, Yeni Dergi, Üç Çiçek, Poetika vd. gibi belirleyicilik özelliğine sahip olan yok. Dergilerde sıkı eleştirilerin olmaması da bunu tetikleyen nedenler arasında sayılabilir. Fanzinlere gelince… Fanzinleri önemsiyorum çünkü kuntlaşmış dergilerde kendi enerjilerine, yaratıcı yeteneklerine yer bulamayan gençler, atak şairler, fanzinlerle bir dünya yaratıyor. Dijital bloglar ise maalesef bu cangılda hiç de göz önünde olma şansı yakalayamıyor. Dijital ortam o kadar kalabalık ve karışık ki çok iyi bir süzgeç olmadan yakın gelecekte oradan nitelikli bir şeylerin çıkmasını olası görmüyorum.

“Sıkı eleştiri olmaması” diyorsunuz. Zamanın dergilerine baktığımızda veya bugün yayımlanan kitaplara baktığımızda birçok şairin şiir eleştirisi kaleme aldığını görüyoruz. Oysa, bugünün şairinin şiir eleştirisi kaleme almaması gibi bir durum var...

Şiir eleştirisi, şiir eleştirmenliği edebiyat tarihimizin en netameli konularındandır.  Tanzimat’tan günümüze hep sorun olmuştur. Yakın tarihteki durum da farklı değildir. Hem İkinci Yeni hem de 1980’ler üzerinde çok sayıda yazı kaleme alan Mehmet H. Doğan’ın ölümünden sonra şiir eleştirisinde ciddi bir boşluk oluştu. Mehmet H. Doğan’ın Türk şiir eleştirisine ciddi bir kavramlaşma, kuramsallık getirdiğini söyleyemeyiz ama nabız tutma konusunda 1960’lardan 2000’lere dek süreklilik sahibiydi. Bugünün şairleri içinde şiir eleştiri veya incelemesi, poetik denemeler yazanlar var (Şeref Bilsel, Gonca Özmen, Gökhan Arslan, Cenk Gündoğdu, Ahmet Bozkurt, Hayriye Ünal, Mehmet Sümer, Ali Özgür Özkarcı, Hilal Karahan, Ersun Çıplak vd.) ama işi sadece eleştirmenlik olan bir kalem erbabı yok. Hiç yok demek haksızlık olur ama var olanlar maalesef günümüz şiirini bütün yönleriyle kuşatma yeteneğinden yoksun. Peki, eleştiri edebiyatın olmazsa olmazı mıdır? Buna bir zamanlar kesin olarak inanırdım ama bugün şüpheliyim. Nedeni şu: Eleştirmenlik ciddi donanım isteyen, sadece donanım yetmez sıkı bir takip arzusunu gerektiren, o da yetmez ciddi bir şiir zevkini şart koşan bir alan. Bütün bunların sonucunda eleştirmenin göreceği karşılık ise koskoca bir hiç! Hal böyleyken hangi kalem erbabı gönül indirir böyle bir işe. Öte yandan, eleştiri sanatın her zaman bir adım gerisindedir, öncülük rolü şairdedir ama eleştirel bir kalemin de şöyle ortalığı toparlaması hiç fena olmaz(dı)!

80’e kadar şiirimizde belirgin bir toplumsal gerçekçi anlayış ve siyasi bir tavır söz konusuydu. Bugünün şiirinde birkaç tekil örnek dışında “politik” denebilecek bir şiire rastlayamıyoruz. Bunu nasıl açıklayabiliriz?

Her dönemin bir ruhu, aurası vardır. 1960 ve 1970’lerde dünyada ve Türkiye’de yeni kuşaklar siyasi tartışmaların, sert çatışmaların ortasında hayata gözlerini açıyorlardı. İdeolojiler, doğrudan politik eğilimlerden beslenen dünya görüşleri ciddi bir buluşma versus ayrışma noktasıydı. Dolayısıyla o dönemlerin genç şairleri de (Ataol Behramoğlu, İsmet Özel, Refik Durbaş, Veysel Çolak, Ahmet Telli vd.) poetika ile politikayı birbirinden bağımsız düşünmüyor, şiirini öyle kuruyordu. 1980’lerde ise memleketi, düşünceyi silip süpüren, kitabı korku nesnesi haline getiren bir darbenin ardından, “Ben roman okumam, Red Kit okurum.” diyen bir zihniyet yönettiği için siyaset günlük hayatın gerisine düştü. Siyaseti bir yana bırakalım, herhangi bir konu üzerinde ciddi şekilde düşünmek bile insanlara yük gibi gelmeye başladı. Gündelik hayat her şeyi ve her yeri kapsadı, kapladı. Sabun köpüğü diziler sanat eseri sayıldı, şarkıcı- dansöz bile kendini “sanatçı” diye tanımlamaya başladı, kadın özgürlüğü ve kadının toplumsal hayattaki yeri popülist gazeteci- romancılar tarafından cinselliğe indirgendi. (Dikkat edelim, böyle zamanlarda kavramlar ölmüyor, sulandırılıyor, kavramların içleri boşaltılıyor.) İnsanla dolu, dile yeni derinlikler getiren, okuyanın dünyasını entelektüel açıdan zenginleştiren ve zamana dair farkındalık yaratan nitelikli romanın yerini ise tuhaf olaylarla dolu, efsanevi/ masalsı anlatımla kurulan, kurguyu her şeyin önüne çıkaran popülist-postmodern anlatılar aldı. 1980’lerde şiir bu olumsuzluklardan kendini nispeten korudu diyebiliriz. O yıllarda yetişen genç şairlerin asıl derdi, Türk şiir tarihiyle baştan sona yüzleşmekti. Retorik hesaplaşma öne çıktı. Hem hayatın üzerinden silindir gibi geçen darbenin yarattığı korku hem de şiire yeni kanallar arama çabası bu sonucu doğurdu. Bugün de durum pek farklı olmamakla beraber bundan sonraki süreçte şiirin kendine açacağı yeni yollarda siyaset veya toplumsal duyarlılık neden bir kanal olmasın? Yeter ki bunu hakkıyla becerebilecek, kalemi ve imgelemi kuvvetli bir şair çıksın. İyi şair, iyi yazar çiçekle böcekten bile bir insanlık dramı çıkarabilir.

Kuşak meselesine değinelim istiyorum… Düzyazı açısından baktığımızda Türk edebiyatının “kuşak” kimliği/ bilinci taşıyan son adlandırması 50 Kuşağı’na yöneliktir. Türk şiirinde ise 80 Kuşağı aynı şekilde “belirgin” adlandırmaya sahip olan bir kuşak. Her ne kadar Garip veya İkinci Yeni gibi “bir araya” gelmiş olmasalar da… 90’larda veya 2000’lerde ilk ürünlerini yayımlayan şairleri benzer bir kuşak adlandırmasıyla anmak ne kadar mümkün sizce?

Türk şiirinde birlikte hareket eden kuşaklara baktığımızda XIX. yy. ortalarında Şinasi- Namık Kemal- Ziya Paşa üçlüsünü (Ziya Paşa sonraları saraya yakınlaşıp Namık Kemal’e ihanet etmiştir), XIX. yy. sonlarında Tevfik Fikret çevresinde toplanan Edebiyat-ı Cedidecileri, XX. yy. başlarında Yedi Meşalecileri, 1940’larda Garipçileri, 1960’larda Ataol Behramoğlu- İsmet Özel hareketini görüyoruz. Bu toplaşmalar dışındakiler genelde el yordamıyla, uzaktan tanışmalarla olagelmiştir. İkinci Yeni şairleri mesela başlangıçta birbirlerinden habersiz, ortak sezgi veya uzaktan etkilenme yoluyla benzer şiirlere imza atmıştır. Tanışma ve buluşmalar genellikle sonradandır. Yakın zamanlara gelince… 1990’lar, 80 Kuşağı şairlerinin genel anlamda en iyi yapıtlarını yayımladığı yıllardır. Dolayısıyla bu dönemde kopuş yaratan bir kuşaktan değil ama tek tek iyi şairlerden (Birhan Keskin, Serdar Koçak, Didem Madak vd.) söz edilebilir. 2000’lerde ise kopuş yaratabilen yeni ve yenilikçi bir kuşağın geldiği görülüyor. Son 8-10 yılda imzası kabaran şair arkadaşlarımız hem 1980’lerden ciddi bir kopuşu hem de bireysel varoluşu gerçekleştirdiler. Özellikle bireysel manifestoların yazılması, kopuşun işaret fişeği idi...

Bazen iyi bir şiir, manifesto yerine geçer. Sözgelimi şiir yazıları genellikle vasatı aşamayan Turgut Uyar’ın “Geyikli Gece”si veya Edip Cansever’in “Çağrılmayan Yakup”u birer manifesto sayılabilir.

Tam da bu noktada biraz “şiir manifestoları”ndan söz etmek gerekiyor belki de. Belki çok muğlak bir soru olacak ama, şiir manifestoya ne kadar ihtiyaç duyar? Yoksa her şiirin kendi içinde bir manifesto olduğunu söylemek mümkün mü?

Şiir, öncü hareketlere belli dönemlerde şiddetle ihtiyaç duyar. Bu öncülük de bazen manifestolarla bazen de sessiz sedasız şiir kitaplarıyla sağlanır. İkisi bir aradaysa zaten yeni zamanların ruhu, seslendiricisini, temsilcisini bulmuş demektir. Sürrealistler, Dadaistler herhalde böyle düşündükleri için manifestolara ihtiyaç duymuşlardı. Son yıllarda okuduğumuz “Soylu Yenilikçi Şiir, Madde Şiir, Organik Şiir” vd. gibi manifestoları da bu eğilimden farklı düşünemeyiz. Manifestoların iddialı metinler olması hem güncele dair bir sorumluluğu hem de geleceğe dair bir sezgiyi gereksinir. Bazen iyi bir şiir, manifesto yerine geçer. Sözgelimi şiir yazıları genellikle vasatı aşamayan Turgut Uyar’ın “Geyikli Gece”si veya Edip Cansever’in “Çağrılmayan Yakup”u birer manifesto sayılabilir. Yine de şair eğer şiirle yetinmek istemiyor ve iddialarını daha farklı kanallardan seslendirmek istiyorsa manifesto veya manifestik deneme/ eleştiri yazmayı gereksinir. Bu anlamda Ahmet Haşim’in, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın, Attilâ İlhan’ın, Cemal Süreya’nın (ki, İkinci Yeni içinde en zengin, sağlam, bilinçli denemeler onunkilerdir), Sezai Karakoç’un, İsmet Özel’in, Baudelaire’in, Octavio Paz’ın, Rilke’nin, Mayakovski’nin bazı denemeleri şiir tarihine manifesto diye kaydedilmiştir.

Bugünün şiirinde geleneğin zenginliği içselleştirilmiş olarak vardır ama şairlerin gelenek, gelenekle hesaplaşma gibi bir sorunları yoktur. İyi ki de öyledir!

Kendi şiir manifestonuz Soylu Yenilikçi Şiir'i 2003’te kaleme almıştınız. Söz konusu manifestonun birinci bölümünün “biçim” ve “içerik”le ilgili satırlarında geleneksel şiirin ağırlığı/ varlığı dikkat çekiyordu. Bu elbette sizden önceki şiir anlayışına yönelik bir tepkiden doğuyordu. Peki, bugünün şiirinde “geleneksel şiir” birikimi var mı, bunu dikkate alıyorlar mı? Hatta Soylu Yenilikçi Şiir’in bugün bir karşılığı, sizden sonraki şairler için bir devamlılığı var mı?

Bana o yıllarda en çok sorulan sorulardan biri, neden bir manifesto yazmaya ihtiyaç duyduğum idi. Biz şairler belki şiirle yetinmeyi bilmeliyiz ama izlerçevrenin duyarsızlığı, incelikten yoksun genel algısı, kendini usta zannedenlerin yol kesme çabalarına duyulan isyan bizi bazen düzyazıya, manifestoya, eleştirel denemeye zorluyor. Manifestodaki iddiaların geleneksel yapıyla ilgisine gelince… Benim klasiklerim sembolistler, modernlerim ise sürrealistler ve İkinci Yenilerdir. Manifestoyu kaleme alırken bu iki argümanın beni konuşturduğunu söyleyebilirim. Manifestoda geleneksel birikime dayalı gibi görünen kısımlar, dönem şiirindeki aşırı dağınıklığı toparlama kaygısı, şiire nitelik içinden yeni yollar arama, açma çabasıydı. Şiirin özerk dili ihmal ediliyor, reklam dili, dedikodu dili, ses- söz oyunları, hiçbir yere varmayan deneysellikler yaygın şekilde şiir dili olarak algılanıyordu. Ben, geleneğe bir müddet uğradım, o hazinede bir zaman konakladım ama sonra sıkılmaya başladım. 2011’de Kopuk’la koptum oradan. Bugünün şiirinde geleneğin zenginliği içselleştirilmiş olarak vardır ama şairlerin gelenek, gelenekle hesaplaşma gibi bir sorunları yoktur. İyi ki de öyledir! Şiir, sanattan ziyade hayata bakma noktasındadır bugün. Anlatacak ilginç bir hayatı ve hayata dokunan imgeleri olmayan zaten şiir yazmasın. “Soylu Yenilikçi Şiir”de önerdiğim ve simetrik yapı adını verdiğim biçimle o yıllarda şiir yazan çok sayıda şair oldu. Asıl önemli olan ise, orada söylenenler ışığında şairliğin çok da kolay bir sanatkârlık olmadığını anladı pek çok genç ve kolay şiir yazma alışkanlığından vazgeçti. XXI. yy. Türkiye’sinde şiir yazan biri dünyada ve Türkiye’de çok güçlü bir şiir tarihine başkaldırıyor olduğunun farkına vardı. İzlenimle, itirafla, kelime oyunuyla, aykırılık adına şiiri saçmalıklarla doldurmakla şiir yazılamayacağını fark ettirdi o bildiri. Az şey değildir.

Genç kuşak şairlerin de (Efe Murad- Cem Kurtuluş ve daha başkaları) yeni manifestolar yazdıklarını görüyoruz. Manifesto sadece bir/ birkaç şairin şiir anlayışını mı ortaya koymalı, yoksa bir döneme etki edecek çıkarımlar mı sunmalı sizce?

Manifestolar yeni zamanlarda bireysel metinlerdir. Ama o “birey” zamanın ruhunu okuyabilme, geleceği sezebilme yeteneğine sahip olmalıdır. “Döneme etki edecek çıkarımlar” da bu noktada devreye girer. (Garip’te üç şair bir araya gelmeseydi de Orhan Veli tek başına yapardı yapacağını. Tzara da Dadaist Manifestoyu tek başına kaleme aldı hatırlarsınız.) Zaten her dönemde onlarca şair bir- iki şaire çalışır. Aradan 30- 40 yıl geçtikten sonra görülür ki o dönemi en çok bir- iki şair temsil ediyor. Şairin birey hâlini önemserim, şairin tekbaşınalık içinden seslenmesini önemserim. Toplu çığlıklar atmaktansa tekil kalkışmalar zamanın ruhuna daha çok yakışır diye düşünürüm. Son dönem bildirileri içinde Efe Murad- Cem Kurtuluş imzasıyla yayımlanan “madde şiir” manifestosu doğrusu çok ilginç bir çıkıştı. Sağlam bir metindi, zamanlaması iyiydi. Beklenen bir zamanda gelmişti. Ne var ki manifestonun içini dolduracak, o sıkı metnin arkasında duracak bir şiir gelmedi sonrasında.

Belli şairlerin belli kitaplarının çok okunması şiirin bir zamanlar çok okunduğu gibi yanlış bir izlenim yaratıyor. Oysa gerçek böyle değil. Son dönemlerde şiirin daha az okunur olması da romanın edebiyat türü olarak yaygınlaşması karşısındaki geriye çekilmişlik görüntüsüdür.

Biraz tekrara düşmek pahasına; son on, belki yirmi yılın sürekli tekrar edilen yargıları Türk şiirinin artık okunmadığı, hatta kimi tartışmalarda şairlerin bile birbirlerini okumadığı yönünde... Bir dönem “şiir yıllıkları” da hazırladığınız için sormak istiyorum. Bu yargı ne kadar doğru ve bunun etkisiyle bir verim azalması, şairin geriye çekilmesi durumu var mı?

Önce şunu söylemek lazım: Şiir, modern zamanlarda hiçbir zaman çok okunan bir tür olmadı. Modern edebiyat hareketlerinin ana dokuları genellikle şiirde kuruldu ise de hem bizde hem Avrupa’da şiir genel anlamıyla, roman kadar okuru olan bir tür değildir. Belli şairlerin belli kitaplarının çok okunması şiirin bir zamanlar çok okunduğu gibi yanlış bir izlenim yaratıyor. Oysa gerçek böyle değil. Son dönemlerde şiirin daha az okunur olması da romanın edebiyat türü olarak yaygınlaşması karşısındaki geriye çekilmişlik görüntüsüdür. Şiir uzun vadede hep okunur, iyi şiir kitapları elden ele dolaşır. (Eskiden öğrencilerim bana şiirlerini getirirlerdi okumam için, son yıllarda romanlarını getiriyorlar!) Bir de şunu düşünüyorum: Şiirin dünyadaki genel zayıflamasına bakarak kaygılanacaksak kitapların satışı üzerinden değil, dilin sığlaşması ve insanın derinlik kaybı yaşaması nedeniyle kaygılanmamız gerekir. Dilin en ilginç, canlı ve zengin görünümleri şiirde, insanın en derin halleri ise varoluşu yeniden kavrayışlar bağlamında yine şiirde dile gelir. Şiirin zayıflaması bu ikisinin zayıflaması demektir ki asıl kaygı verici olan budur.

Sık sık şiir okuyanlar bilirler, şiirin kendine özgü bir dilsel yapılanması vardır. Bu yapılanma reklam dilini, bilim dilini, düzyazı dilini, düz dili dışlar. Şairin öncelikle yapması gereken, dilin bu özerk hâlini kavramak, kendi şiiri aracılığıyla Türkçeyi gelecek yüzyıla taşırken ona yeni tatlar ve derinlikler katmaktır.

Peki dilin sığlaşması karşısında şiirin/ şairin alabileceği bir konum var mı? Demek istediğim bir dönemin sıklıkla söylenen ve yüzeysel bir eleştiri olan “reklamcı şairler” yargısı, şiirdeki sığlaşma veya sıradan kelime oyunlarına dayalı şiirlerin yaygınlaşmasıyla alakalı mı?

Şairin mesleği çok da önemli değildir. Abdülhak Hamit hariciyeci, Tevfik Fikret öğretmen, Tanpınar öğretmen ve öğretim üyesi, Dağlarca asker, Attilâ İlhan gazeteci, Ceyhun Atuf Kansu çocuk doktoru, Oktay Rifat avukat, Orhan Veli ve Ahmet Haşim küçük memur idiler. Ama şair, mesleğinin çok etkisinde kalıyorsa o zaman önemlidir! 1980’lerde edebiyat dünyasına adım atan şairlerin pek çoğunun mesleği reklamcılıktı. (Daha önceki kuşaklardan gelen Hulki Aktunç da reklamcı idi ama onun meslek etkisi taşıyan tek kelimesi bile yoktur.) Buradaki sakıncalı durum şudur: Şiir diliyle reklam dili arasında en küçük bir bağ yok iken adeta reklam dili ekonomisi, slogancılığı şiire de uygulanmaya çalışılmış, kelime oyunları şiir zannedilmiştir. Bunu, genelde kuşağın ikinci, üçüncü sınıf şairleri yapmıştır ama bir dönem dergilerde bu tarz şiirlerden geçilmezdi. Genel olarak bir dil kirlenmesi etkisi yarattı. Dilin sığlaşması karşısında şairin alabileceği, alması gereken bir konum elbette vardır, olmalıdır. Cahit Sıtkı Tarancı, dostu Ziya Osman Saba’ya bir mektubunda şöyle der: “Bana öyle geliyor ki, bugün, yapılacak şey, Victor Hugo’nun Fransızcada yaptığını daha şuurlu, daha ölçülü ve hele daha salim bir zevkle yapmaktır. Türkçenin müsaadesi nispetinde buna çalışmak, aza kanaat etmek istemeyen her şairin, vazifesi olmalıdır bence. Her vakit söylediğim gibi, şiir nihayet dil ve kelime işidir. Duygular, fikirler, buluşlar filân sonra gelir. Yahya Kemal bunu anlamış, fakat gücü yetmediği için bir sesle iktifaya mecbur kalmıştır. Hayırlısıyle, askerlikten sonra, bir rakı ve şiir meclisinde bu itirafı Yahya Kemal’den çok ustalıkla koparmayı sana vadediyorum. Gene sözü fazla uzattım, ne yapayım zayıf tarafım bu; benim sevgilim de şiir.” Cahit Sıtkı, dil konusunda söylediklerinde çok haklı. Evet, dilin en incelikli ve derinlikli tarafları şiirde görünür, şiirde dil yeniden yaratılır. Sık sık şiir okuyanlar bilirler, şiirin kendine özgü bir dilsel yapılanması vardır. Bu yapılanma reklam dilini, bilim dilini, düzyazı dilini, düz dili dışlar. Şairin öncelikle yapması gereken, dilin bu özerk hâlini kavramak, kendi şiiri aracılığıyla Türkçeyi gelecek yüzyıla taşırken ona yeni tatlar ve derinlikler katmaktır. Bunu yapabilirse gelecek kuşaklar hem şiiri hem de dili onun şiirinden öğrenebilir.

Sözü noktalarken, “Türk Şiirinde 80 Kuşağı”nda örnekler çerçevesinde şairlerin yönelimlerini detaylandırıyordunuz ve imgeci, anlatımcı, folklorik- mitolojik, metafizikçi, gelenekçi, toplumcu, marjinal, yeni Garipçi gibi ayrımlarda bulunuyor ve detaylandırıyordunuz. 80 kuşağını hariç tutarak, bugünün diğer şairleri için bu ve benzer ayrımlar yapabilir miyiz?

Bugünün şiirinde böyle bir kategorizasyon zor görünüyor ama şiirin nabzını iyi tutmaya çalışan biri olarak gelenek kavramının bugünkü genç şairleri pek ilgilendirmediğini söyleyebilirim. (Beni de artık eskisi kadar ilgilendirmiyor, sınırlı bir gelenek yerine şiir tarihine bakmayı önemsiyorum.) Deneysel şiir, siyasi şiir, organik şiir gibi uçlar var ve bunlar 2020’de tam olarak şekillenip tasnife gelir olacaktır.