"Aziz’in farkında olduğu tek şey farklı olduğu bilgisi ve farklılığın gizlenmesi gerektiği, toplumun içinde kaybolmak gerektiği, göze batmamak gerektiği. Tıpkı evliyaların iç dünyalarına dair bir şeyler yazmanın güçlüğü gibi, bu tür yaşantıların dile getirilemeyişi gibi burada da aynı duvarla karşılaşıyoruz."
10 Kasım 2022 23:00
Bir romanda olaylar değil düşünceler öne çıktığında ve üslup da kendisine özgü ruh halini dayattığında o kitapla ilgili yazmak riskli olmaya başlıyor ve zaten iyi bir edebiyat metni her türlü özetleme gayretinin elinden kayıp gidiyor. Bu tür tehlikeleri göze alıyorsak en azından kitabın yarattığı ruh haline yaklaşmalıyız. Yazarın aklına girmeyi kastetmiyoruz kuşkusuz. Bu mümkün olmadığı gibi gerekli de değil. Öbür yandan yazarların kahramanlarını neredeyse laboratuvar ortamında test ettiklerini, onların içine itildikleri koşullardaki hallerine yoğunlaşmaya çalıştıklarını da ekleyebilir, hatta belki biraz ileri giderek bu laboratuvarda kendilerini seyrettiklerini de söyleyebiliriz.
İradesizlik
Kıyamet Emeklisi’nin bende neden başka tasavvufi anlatıları değil de Terrence Malick’in A Hidden Life isimli filmini hatırlattığı üzerine düşündüm. Filmde orduya katıldığında kilisenin nasihatleri hilafına Hitler’e yemin etmemekte ısrar eden Franz Jägerstätter isimli, Avusturyalı, koyu Katolik bir köylünün hikâyesi anlatılıyor. Film Jägerstätter’in idam edilene dek cezaevinden eve gönderdiği mektupları eşliğinde yürüyor. Kişinin inancının ona hâkim olması da diyebiliriz buna. Belki filmle roman arasındaki benzerlik doğanın ve içselliğin birbirine karışmasında, Ayçukuru’ndaki yaşantıda yatıyordur. Buna karşın Kıyamet Emeklisi’nin kahramanı Aziz, Jägerstätter’in aksine hiçbir şekilde iradesiyle tutum alan, kendisini öne atan birisi değil. Nereye çekiştiriliyorsa oraya gidiyor, kimseyle doğrudan çekişmiyor, farklı olduğuna dair sezişle kendini gizlemeye çalışıyor.
“Aziz kimse hakkında çok da iyi düşünceleri olmamasına ama menfi düşündüğünden de çok kolay vazgeçecek yapıda olmasına rağmen hep geçimli olmaya ve kendini de orta yolda göstermeye çalışırdı. İnsanların dikkatini çekmek en korktuğu şeydi. Her insandan ayrı ayrı dedektiflermiş gibi çekiniyor, en suya sabuna dokunmaz kimsenin bile suyuna gitmeye çalışıyordu. Bu yüzden takındığı bir ifadesi, konuşma şekli, hatta kelimeleri ve davranış kalıpları vardı. (...) Kendini belli etmek, en haklı ve ince olduğun konuda bile çekişme demekti.” (Cilt 1, s. 328)
Aziz’in farkında olduğu tek şey farklı olduğu bilgisi ve farklılığın gizlenmesi gerektiği, toplumun içinde kaybolmak gerektiği, göze batmamak gerektiği. Ama bu farklılık tanımlanmış bir şey de değil doğal olarak. Bir ruh durumu diyebiliriz belki. Tıpkı evliyaların iç dünyalarına dair bir şeyler yazmanın güçlüğü gibi, bu tür yaşantıların dile getirilemeyişi gibi burada da aynı duvarla karşılaşıyoruz. Hatta daha beteriyle; bir menakıb yazarı şeyhini anlatmak onun seyri sülukunu serdetmek istiyordur ama burada imkânsızlığın kendine özgü hikâyesi serdediliyor. Örtülü olan dillendiriliyor.
Kimsesizlik
Bu tamamen özel türdeki kişiliği anlatmak ancak neredeyse laboratuvar koşullarında büyümüş bir kişiyle mümkün. Şule Gürbüz aile, sosyal çevre gibi bağlantılardan arınmış bir kahraman yaratmayı tercih etmiş. Yani kimsesiz bir kişilik. Evden kaçmasıyla çocukluğundan itibaren başlayan ailesizlik, anne ve babasının ani ölümleriyle perçinleniyor. Önce Hilmi Baba’nın, ardından da gençlik yıllarında Kemaleddin Efendi’nin hamisi haline gelişleriyle Aziz’in ailesiyle bağları ortadan kalkıyor. Ailesizliğe, okulu bırakmaya, Hilmi Baba tekkesinde yaşamaya başlamasıyla birlikte toplumsal dışlanmışlık da ekleniyor ve giderek zamanın dışında bir kahramanla karşı karşıya kalıyoruz.
Kişiyi toplumla bağlayan her bir bağlantı özenle birer birer kopartıldığında dünya ve ülkede olan bitenler görüş ufkunun tamamen dışında kalıyor. Bu durumda da okulu yarıda bırakmasının ardından devletle gerçek tek karşılaşması gecikmiş de olsa askere gitmek ve orada da kendini saklamak, duruma uyuma sağlamaya çalışmak oluyor. Aziz ile aynı yıllarda doğduğunuzu fark ettiğinizde bu bağlardan arınmışlığın ne kadar şiddetli olduğunu idrak edebiliyorsunuz. Ülkede olanların bu derece dışında kalabilmek ancak böylesine özel bir durum sayesinde mümkün olabilirdi. Zaten yazar böyle birisinin içselliği ile ilgileniyor; toplumsal ilişkiler, toplumun veya ülkenin gidişatı metnin dışında kalıyor.
Aziz’in istençten yoksunluğu düşünüldüğünde kendisinden beklenmeyecek ölçüde becerikli, dayanıklı oluşunu da eklemeliyiz. Çekiştirildiği her yere gidiyor, “istemiyorum” veya “bunu istiyorum” diyemiyor ama ayı bakıcılığı dahil başına sarılan her işin üstesinden mükemmelen geliyor ve insanların kötülüğünden adeta başının üzerindeki bir hale sayesinde uzak kalmayı başarıyor. Hiçbir kötülük ona ulaşamıyor. Bu anlamda doğa ile, onun zorluklarıyla baş edebilen Aziz’in insanlardan çok doğaya yakın olduğunu söyleyebiliriz. Yakınmıyor, sızlanmıyor, insanlarla olanlar dışındaki her zorluğu aşabiliyor.
“Aziz ağaçları ve taşları bile tedirgin ve müteyakkız görüyordu, yerin örtüsü bile tedirgin ve kaygandı, kedi bile kulağı ve kuyruğu ile tetikteydi, suların akışı bir gitme rahatlığıydı, nasıl olsa işte akıyor gidiyor, handiyse bitiyorum, varacağım yerin yolundayım, artık kimi neyi sularsam hükmünde iken insan, işte şu insan bütün bunların sahibi olduğu zannı ve muhkemliği ile dağa baksa dağa söylüyor, birbiri üstüne yığılı taş duvarların yanından onu ilk oraya koyan olarak geçiyor, hiçbir şeyin yapışmadığı kadar dünyaya zamklanıyordu. Dünya bu zamktan kurtulmak için her sabah, her akşam rüzgârlarla silkiniyor, yağmurlarla yıkanıyor, karla ovunuyor, titriyor, ilk hali ile yalnız, mağrur, sessiz olacağı zamanı bekliyordu.” (Cilt 1 s. 334)
Doğa ile ilgili ne yapabileceği daha çocukken iliklerine işlemiş ama insanlarla ilişkilerinde ise öyle değil. Orada daima bir rahatsızlık, bir sakillik, bir beceriksizlik mevcut. Aziz’deki yaşama becerisi ile istençsizlik bir arada bulunabiliyor. Neredeyse istençsizliği ile güçlüklerin arasından sızıp geçiyor. Duyarlılığı kendi içselliğine gömülme ve doğaya yaklaşma dışında bir şeye el vermiyor. Fakat metinde “doğal insan” da “dünyanın yerlisi” de hakikate uzak olup olmamanın terazisine vuruluyor.
“İşte dünyanın yerlisi, oynanmamışı, oynanamayanı da geçiyor, işte o peygamberlerin sözünü geçiremediği adam kös kös evine gidiyor ama kös de değil, aslında doğal hali bu, kimse ona kızmasın, o da kimseye kızmıyor aslında bazen sadece düşündüğünden az bir kazanca yüzü asılıyor, o da uzun sürmüyor yüzü genelde öyle, sevindiğinde de sevinç ürküp yanına yanaşamıyor, kazancı bile ona uzaktan atıyor, o da tutup cebine koyuyor, yüzü daha az asık ama yine de ikna olmamış, hiçbir şeye ikna olmamış. Cuma namazında da aynı cenaze töreninde de, hastanede kollarını bacaklarını kestiklerinde de sesi değişmiyor. Dağ dedikleri bu mu yoksa? Öldüğünde de umursamayan belki kırışmış yüzü ile şöyle bir yukarı bakan ve olmuşu olacağı ne beğenen ne beğenmeyen, işte gerçek insan... Suçu bilmese de idamları en önde izleyen, dikkatini de asılana değil, cellada veren insan, doğal insan.” (Cilt 2, s. 253)
Örnekler çoğaltılabilir ama Aziz’in “dünyanın yerlisi” ile mesafesi de tıpkı diğer mesafeler gibi asli görünüyor. Yani başka arayış romanlarında “Anadolu insanı”na yakıştırılan sahihlik, hakikilik, vb. özellikler Aziz’in ufkunun dışında kalıyor. Buradan bakıldığında Anadolulu ya da büyük kentli olsun, herkes Aziz’in ruh dünyasının aynı kutbunda, “onlar” kutbunda toplanıyor.
Parantez
Dünyanın parantez içine alındığı böyle bir metinde herkes Aziz’in aşamalarının bir göstergesinden ve ona cevaplardan ibaret. Karısı ve çocukları da masivanın bir parçası. Her birinin kişilikleri Aziz’de olanın geçirimliliği nispetinde anlatılmaya değer. Dünyanın parantez içine alınışı, olanların da başka bir zamana ait oluşu gibi bir yanılsamaya yol açıyor. Bu durumda olanların hiçbiri belirleyiciliğin damgasını taşıyamıyor. Paranteze alınmış dünyada herhangi bir insanın kişiliğini belirleyen en önemli unsurlardan biri olan cinsellik de parantez içinde. Bir çocuğun adım adım büyüdüğünü, ergenliğini, gençliğini, orta yaşlarını görüyoruz ama cinsellikle ilgili hiçbir unsurla, bedenin hiçbir ayartısı ile karşılaşmıyoruz. Böylece kitap tamamen Aziz’in marifet arayışına odaklı hale geliyor; öyle ki, evlilik gibi bir karar bile hayatın mecburi bir aşamasıymışçasına gerçekleşiyor. Kiminle evlenileceği de çok önemli değil, en nihayetinde Amiş Efendi’nin ünlü sözleriyle “olan olmuştur, olacak olan da olmuştur”.
Aziz’in çocukları da neredeyse onun gibi dünya tarafından ayartılmaktan uzaklar, arkadaşlarından ve çevrelerinden etkilenmiyorlar, büyük sorunlar çıkartmıyorlar, mevcut modaların hiçbirine kapılmıyorlar, önemli bir sapma göstermiyorlar. Aziz’in çevresinde dünya ile bir ilişkisi, dünya tarafından ayartılmaya, en azından komşularla ilişkilere açık olan tek kişi karısı Tevhide. O da elbette böyle bir kocayla yaşamaktan şikâyetçi ise de bu şikâyetler ve rahatsızlıklar Aziz için yok mesabesinde.
“Tahmin ediyordu ki hikâye sahibi olmak acımasız olmak demektir. Vicdan, hikâyeye hemen bir son verir çünkü. Yolu parmağı ile gösterir ve hikâye biter. Zihinde başlayıp biter, yola bile çıkamaz, ayakkabısını bile giyemez.” (cilt 2, s. 199)
Dışarıda
Böylece dünyadan arındırılmış kişiliğin salt iç dünyasıyla karşı karşıyayız. Zamanımızın bir azizinin nasıl biri olacağı ile yani. Kişisel çıkardan da kendini gösterme telaşından da arınmış azizin istenç yoksunluğu neredeyse mutlak; Aziz’in tek istenci marifetin gerçekliğini açığa çıkartmak ve kendi marifet yatkınlığını gizlemek.
Toplumsallığın dışında, dışarıda kalış tasavvuf çevrelerine mesafede de kendisini gösteriyor. Sığındığı Hilmi Baba’nın tekkesinde de, oradan kopartıldığında yerleştirildiği Kemaleddin Efendi’nin tekkesinde de gerçek anlamda bir mürit olduğunu söylemek zor. Gerçekten bağlandığı, mürşit bellediği Hilmi Baba’nın manevi ağırlığı haricinde herhangi bir yapı ya da tarikatla, benzer bir organizmayla da gerçek bir ilişki kurmuyor Aziz.
“Erzurum cildi”ne bakıldığında Hilmi Baba tekkesinde de, Kemaleddin Efendi çevresinde de onun tarikat organizması dışında kaldığını söylemek mümkün. Hilmi Baba ile ilişkisi tarikat organizması üzerinden değil, bireysel bir bağlantı ile yürüyorken, Kemaleddin Efendi’nin onu gönderdiği buhran tecrübesinde dahi tarikat içi tabiiyet diye bir şey gerçek anlamda söz konusu değil. Aziz her yerde kendi ruh haliyle, kendi ruhsal aşamalarıyla bir hayalet gibi yaşıyor. “İstanbul cildi”nde de tasavvuf çevrelerinin bütünüyle dışında olduğu gibi müesses dinî kurumlar dahi manzaranın dışında kalıyor.
“... alim ve sofu el birliği ile tanrıyı görünmez bulunmaz dahası kendini sezdirmez yere koymuş ya da tümden kaldırmış ve bu heyulalar yüzünden ya yok sayılıyor ya varlığı artık varlık denemeyecek temas edilemez halde duruyordu. Aziz bu heyulaları kendine anlatılanlar, müesses dinin devletleşmiş binalarının arkasında görünmez olmuş yeşillik, sanki her şeyi söyleyip atlanan bir özne, sanatın ve şiirin arkasındaki mana kadar heyula buluyordu.” (cilt 2, s.317)
Erol Akyavaş, Hallac-ı Mansur Serisi.
Yazar böyle bir kişiliğin herhangi bir tasavvufi çevrenin dışında içselliğini ve arayışını nasıl sürdürdüğünü aramak isterken, asıl olan doğuştan gelen, kişinin daha dünyaya geldiğinde kendisiyle birlikte bulduğu içselliğin hikâyesi oluyor. Ama tabii ki cevher işlenmek ve derinleştirilmek zorunda. Aksi halde farkına varılan cevherin bir başına bir anlamı yok.
“Herkes aydınlığı ve cevheri kendi bulmak, bulmak da değil, bizzat oluşturmak zorunda, mürşit ya da her ne ise dışarıdan geleceğini umduğun her yardım aslında bunun böyle olamayacağını başına vura vura sana anlatıyor. Kendin oluşturursan kendin de, tevhit de, vahdet de her ne ise o olabiliyor, yoksa hiçbir şey.” (cilt 2, s347)
Bir mürşide bağlı olmaksızın “marifet” gayretinin ne gibi ruhsal, hatta dinsel tehlikeler içerdiğini, böyle bir gayretin hiç de tavsiye edilmediğini hatırladığımızda Aziz’in bir başınalığını daha açık idrak edebiliyoruz. Yani olan biten ne kadar zaman dışı görünüyorsa arayışın biçimi de o kadar çağdaş. Nihayetinde Aziz’in arayışı ya da derdi tamamen tekil ve bireysel gelişiyor; hiçbir kanalla birleşmiyor, birleşip dönüşmüyor. Bu anlamda da geleneksel olmadığı gibi tam da modern bir zemine, hatta “zamanın ruhu”nun üzerine oturuyor.
Gayrisahih
Hilmi Baba ile ilgili hatıraların dışında Aziz’in akıl danıştığı hiç kimse yok. Tabii İstanbul’daki başlıca dayanağı Nuhu Bey hariç. İstanbul’da Aziz’e kol kanat geren, onu işe yerleştiren, hatta bir gelin adayı bulup evlendiren kitabın merkezî karakterlerinden Nuhu Bey’in konumu ise daha çok gayrisahih oluşun işareti gibi duruyor. Kitapta Aziz’den sonra geçmişi gayet ayrıntılı biçimde anlatılan tek kişi de Nuhu Bey zaten. Taşralı Nuhu’nun olmamışlığı ve zorlamalığı Aziz’in başkalığını öne çıkartmanın bir başka vesilesi gibi de görülebilir. Tabii Aziz de taşralı ama kitabın hatırı sayılır bir bölümüne yayılan Nuhu’nun asılsızlığı, hevesleri, İstanbul’daki kültür ortamlarında, hatta Bodrum’daki çevrelerde kendisine bir yer bulamayışı, oradan oraya atlayan ilgileri ve nihayet kendini bir mürşit kıvamında görmeye başlamasına taşralılığı reddi ama yine de ondan kurtulamayışı damga vuruyor. Buna karşın haliyle Aziz’in taşralı olmakla, İstanbul’da kendisini göstermekle ilgili meseleleri yok. Hilmi Baba sahihliğin, Nuhu gayrisahihliğin kutupları gibi görünürken gayrisahihliğin bu kadar “tipik” ve bu anlamda öngörülebilir oluşu asılsızlığın derinliğini gölgeliyor olabilir mi? Ya da başka bir deyişle gayrisahihlik bu kadar sahih olmak zorunda mıdır?
“Nuhu birden değişmedi, yavaş yavaş da değişmedi, belki hiç değişmedi. Muhtemelen pek çok kimse gibi o da bir kılıf arıyordu kendine ve bunun güzel bir yılan derisi olduğunu düşünüyordu ama bir salyangoz kabuğu buldu ona girdi. Salyangoz mu değil mi bilemeden, sığdı mı sığmadı mı bilemeden hem de. Ama kabuğunu ömür boyu savundu, hem salyangozluğu övdü.” (cilt 2, s. 87)
Marifet
Marifetin ne olup olmadığı üzerine kalem oynatmak doğal olarak bu yazının haddi de değil, işi de değil ama kitabın merkezî kavramlarından birisine dair bir iki satır yazmadan olmayacak. Kuşeyrî’den, Serrâc’a kadar tasavvuf külliyatı bu kavramın niteliği ile ilgili tartışmalarla dolu. Kalp gözüyle, ilahi gerçekleri görmek, Allah’ı sıfatlarıyla tanıyabilmek, Tanrı’nın kalbe doğması, gönlün Tanrı ile geçirdiği zaman, hatta Tanrı’yı, Hakk’ı bilmek gibi pek çok tanımlama ve haliyle bu tanımlamalar çerçevesinde büyük bir tartışma mevcut. Sünni tasavvuf çevrelerinde tartışmadan çıkış genellikle marifetin Allah’ın bilinemeyeceği bilgisine ulaşmak demek olduğu vargısıyla nihayetleniyor. Romanda Kemaleddin Efendi’nin Aziz’in gayretlerine yanıtı meselenin diğer kutbunu gösteriyor: “Oğlum, arıyorsan bile bulup da n’apacaksın ha bulup da n’apacaksın?”
“Kemaleddin Efendi’den duyduğu insanın cüz’iliği ve önemsizliği, püf dense uçacaklığı ile Baba’nın insanı merkeze koyuşundaki, “O her şeydir” deyişindeki her’i kavrayamıyordu.” (cilt 1, s. 324)
Böylece Hakkı Baba’nın ve Kemaleddin Efendi’nin olmak üzere iki farklı tutumla, daha doğrusu birbirine tamamen zıt iki tasavvuf geleneği ile karşı karşıyayız. Kemaleddin Efendi’nin kapalı, soğuk, marifete de, cezbeye de alan açmayan Sünni çizgisi düşünüldüğünde bu iki tarzdan hangisinin daha çekici olabileceği gayet açık. Kemaleddin Efendi’nin tarzı Aziz’in zihin dünyasında epey gerilerde ve oldukça solgun kalıyor. Tabii Kemaleddin Efendi’nin tutumu gayrisahih falan değil, o tamamen başka ve aslında çoğunluk olan bakış açısını temsil ediyor. İnsan her ikisi de aynı tasavvufi gelenekten gelen ama meşrepleri farklı iki kişi arasında kalmanın nasıl olabileceğini veya ilham alınan kişinin Kemaleddin Efendi olması durumunda insanın önemsizliği bağlamında iç dünyanın veya kitaptaki tartışmanın nasıl şekilleneceğini düşünmeden edemiyor. Her neyse, sonuçta marifet Hilmi Baba’nın hatırası ile bağlantılı.
“Hiçbir şeye tutkun değildi gerçi. İçinde bir tutkuya ait şey Baba’ya ve oradaki tüm yaşamına ait süre ve o sürenin yaşamına dahil ettiği marifet kokusuydu sadece.” (cilt 2, s. 466)
Nihayetinde marifet kaygısı ile geçen bir ömrün değeri tartılamaz, hesaba vurulamaz kalacaktır. Metin bu tartılamazlığın etrafında geziniyor. Aziz kendisine böyle bir görünün bahşedildiğine inancını sonunda kadar koruyor. “Marifet kokusu” kişisel çabadan çok zaten bahşedilmiş bir tohum.
“Şimdi bunu o bilmese de Aziz onu içine almış, onunla devamdaydı. İçinde tutuşup duran bir marifet özlemi, marifet kokusunun özlemi vardı. Hayatını o kokuyu arayarak bazen bularak bazen kaybederek ama o koku ile onun etrafında geçirmek istiyordu.” (cilt 2, s. 171)
Bu gayrete eşlik eden iç söyleşinin sürdürdüğü aldatıcı benliklerle tartışma ta en sona kadar bitmiyor. Zaten marifet birbiri ardına sıralanan benlikleri aşarak onları susturarak mümkün oluyor. Mürşidin yokluğunda bütün iç muhasebe, tartışma ve hatta sohbet bu aldatıcı benliklerle yürüyor. Hatta belki de Aziz’in muhatapları sadece bu benlikler oluyor. Bu benliklerden en güçlüsü, en ayartıcısı “Kemal”, kişiyi hep yücelten ona mazeretler bulan, kişiyi pohpohlayan “Kemal”.
“Kemal sık sık onun asılı tasvirini ona göstererek kendini beğenmesini sağlamaya çalışıyor, Aziz’in resmi bir tasvir olduysam bir yere asılmayı hak eden, ben neyimi nerede nasıl kaybettim de buna layık görüldüm, diye içi içini yiyor, Kemal şiddetle dünyada da hak ettiğini bulanların örnekleri ile kafasını şişiriyor, anlamadığı isimleri sayıp duruyordu. (...) İnsansın, kendinden daha ne umuyorsun, ihtiyar kadını yemedin doyurdun, bildiğin bütün azizler bundan fazlası asla değildir.” (cilt 1, s. 344)
Ayçukuru
Erzurum civarındaki Ayçukuru köyündeki halvet deneyimi bana kalırsa kitabın en önemli bölümlerinden birisi. Neredeyse terk edilmiş köyde kışı bir başına geçirmek, her ne kadar Kemaleddin Efendi’nin buyruğu ile gerçekleşiyorsa da yine bireysel bir doğa tecrübesi haline geliyor. Genelde halvete çekilme gibi uygulamalarda talibin sık sık denetlenmesi, neyi nasıl yaptığının takibe alınması geçerli olsa da Aziz’de bunların hiçbiri söz konusu değil. Bu durumda halvet zikirden, namazdan uzakta neredeyse hayatta kalmakla bağlantılı hale gelen bir doğa deneyimine dönüşüyor. Aziz çocukluğunda da çobanlık yapmış, yaylaya çıkmış birisi olarak buna yabancı değil, hatta doğada insanlar arasında olduğundan çok daha rahat hareket edebiliyor.
“Aziz kışı kendine bir kavuk, bir destar gibi görüyordu. Havanın sertliği ve kıpırdatmazlığı ona teselli idi. Sakatmış da yürüyemiyormuş, dilsiz de konuşamıyormuş gibi bedeninde taşıdığı, başkasının merhamet ettiği bir alilliği o gizli bir lütuf gibi taşıyor ama merhamet eden gördü mü hemen merhamet görmeyi hak edenin çehre ve bedenine hatta sözlerine dökülüveriyordu. (...) Kıvamı cıvık olmayan, ağlayıp sızlamayan, derdin ve başkalığın aşırı sertleştirdiği ve kendi üstüne yazılanı başkasına ihale etmeye çalışmayan kabullenilmiş, yumuşak acının tahammüllü ve olgun bir nişanesi olmak daha doğrusu öyle görünmekti.” (cilt 1, s. 332)
Yine de bu deneyim romanın merkezi dönüştürücü ânı gibi görünmüyor. Hatta dönüşüm ânı fikri kitaba son derece uzak. Her şeyin damla damla birikmesi gerekiyor. Nasıl “İstanbul cildi”nin zirvesini kesin kararla halvete çekilmek oluşturuyorsa “Erzurum Cildi”nin zirvesini de Ayçukuru köyü oluşturuyor. Ayçukuru’ndaki buhran Aziz’in kendi kararı ve istemiyle gerçekleşmiyorken İstanbul’daki tamamen kendi kararı ve artık burada derin biçimde suskunlaşılıyor, marifete ulaşma gayretinin zorunlu eşlikçisi suskunluk oluyor.
“O dünyaya, tabiat kanunlarına, mezarlıklara, servilere, her olana, olmuşa ve olacak olana başka bakanların bakışına karışmak istiyorum. Dünyaya küsenlerden ayrılmak istiyorum, her ezilene, ölene, yitene, düşene vah diyenlerden uzakta durmak, bunlara hatta tebessüm etmek istiyorum, anlar olmak istiyorum kısaca, sezerek de olsa, bilerek değil, işte anlayarak, aşina olarak, anlama içime doğsun aksın ve ben onunla bir olayım istiyorum.” (cilt 2, s. 247)
Doku
Açıkçası Şule Gürbüz’ün iki ciltlik yeni bir roman yazdığını öğrendiğimde önceki romanlarından bildiğimiz, hükmü okuyucuya bırakmayan, biraz üstten ve sıkı dokulu üslubuyla, bir okur olarak bu 925 sayfanın üstesinden nasıl geleceğimize dair endişelerim olmuştu. Tabiidir ki her gerçek edebiyat metni gibi Kıyamet Emeklisi’ni okumak da aceleye gelmiyor, arada bir soluklanmak gerekiyor, hatta bazen metinden uzaklaşmak, sonra yine dönmek gerekiyor. Hatta kitap nihayet bittiğinde düşünmeye devam etmek gerekiyor.
Yazı boyunca fazlasıyla alıntı yapmak zorunda kaldık, bu tür metinlerin kokusunu vermek ancak kendilerinden parçalarla mümkün. Her alıntı bağlam dışında kullanıldığında metne dair algımızın bozulması gibi bir tehlikeyi barındırıyorsa da iyi bir kitap gerçekte sıkı dokunmuştur; yani kitabın herhangi bir parçası bizi kitabın tamamının yarattığı ruh haline götürebildiği gibi herhangi bir parçasının ya da hatta hatırı sayılır bir bölümünün silinmesi de kitabın yaratacağı etkiyi değiştirmez, kitaptan bir şey eksiltmez. O zaman kitaptan son bir alıntıyla bitireyim.
“Acaba sadece bulan değil de bulamayanın da yola çıkışından bir şey çıkmaz mı? Yokluğu seyrede seyrede bir varlığı seziş olamaz mı?” (cilt 2, s. 333)
•
GİRİŞ RESMİ:
Şule Gürbüz (Fotoğraf Şahan Nuhoğlu), Erol Akyavaş, Hallac-ı Mansur Serisi.