Şair Saramago'nun şiirleri de tıpkı romanları gibi okunduktan sonra kolay kolay unutulacak türden değil... Belki de Neşe'nin çevirmenleri Işık Ergüden ve Zarife Biliz ile çeviri süreci üzerine konuştuk...
10 Ocak 2019 13:42
José Saramago’nun her daim şaşırtan, kapsayan, kollayıp gözetirken uçsuz bucaksız bir imkânlar evreninin adresini veren dünyası ve tükenmeyen yapıtı küllerinden doğmayı sürdürüyor. Dipsiz bir sandık gibi onun yazısı, öylesine konsantre ki okumakla çoğalan, çoğaltan sözcüklerin sırrını bulduğundan kuşku duymuyor gerçek okuru. Yazar olarak duruşu da pusula misali. Böylesine derin bir kazı yapmışken nasıl da alçakgönüllü ve bilge…
Saramago’nun sürprizleri tükenmiyor. Yapıtının esinleyici zenginliği bir yana, şimdi de Türkçe okurları şiirleriyle şaşırtmak üzere yepyeni bir karakterle çıktı sahneye. Şair Saramago’nun şiirleri de tıpkı romanları gibi okunduktan sonra kolay kolay unutulacak türden değil. Saramago’nun sağlığında yayımlanmış üç şiir kitabını bir ciltte toplayan Belki de Neşe’nin kısa sürede baskı üstüne baskı yapması, şiiri damarında taşısa da okumaya nedense sırtını dönmüş coğrafyamız için umut vadediyor. Sadece hayranlık duyduğumuz romancı Saramago’yu şair olarak tanıma fırsatı bulmuş olduğumuzdan değil duyduğumuz mutluluk; Işık Ergüden ve Zarife Biliz'in örnek bir şiir çevirisine imza atmış olmasından da...
Sevdiğimiz romancıların şairliğini keşfetmenin, dolayısıyla onları bambaşka bir açıdan tanıyıp değerlendirmenin ayrı bir tadı var. Son yıllarda José Saramago gibi John Berger ve Ursula K. Le Guin’in şiirlerini Türkçede okumak sürpriz oldu bizim için. Çeviri sürecinden önce, size öncelikle Saramago’nun şiirlerini ilk okuduğunuzda nasıl değerlendirdiğinizi sormak isterim.
Işık Ergüden: Saramago şiirleri için yalın denmiş midir bilmiyorum ama bende bıraktığı ilk izlenim sanırım şiirlerindeki yalınlık oldu. Bu da benim için bir şiirin anlamlı ve güzel olmasına yeter. Yalınlığının etkisi, çarpıcılığı yeterli, anlamı, derdi, tematiği belirgin şiirler.
Zarife Biliz: Öncelikle bu şiirlerde insan olarak Saramago’yu bulduğumu düşündüm. İç dünyasına yakından tanık olduğumu hissettim. Benzer dertlerle uğraşıp benzer konaklarda durduğumuzu görünce usulca gülümsedim. Alt okumalar, şiirin dibinden gelen kıyam sesleri, tektonik hareketler... Bu uğultuları duymak, hele ki sizinkilere yakınsa, hoş bir şey.
Bir tür akrabalık tarif ediyorsunuz sanki?
Z. B.: Öyle de denebilir herhalde. Bazen bu şiiri, bu dizeleri ben de yazabilirdim, diye düşündüğüm oldu. Bu tarz yazınsal buluşmalar, özdeşleşmeler hep hoşuma gitmiştir. Şair olarak tavrını ya da varoluşunu, nasıl demeli şiire yaklaşımını da kendiminkine yakın buldum. Dize işçiliğindense ruhsal/düşünsel, belki de varoluşsal olanın yoğrulmasıyla, felsefî olanla uğraşıyor daha ziyade. Varlıkla temas içinde yoğrulup dizeye vuran bir şiir. Dolayısıyla dizenin parlamasındansa, şiirin derdiyle bütünlüklü olarak yerini alması, akışta bütüne hizmet etmesi, akışı sağlaması daha önemli geldi bana. Yanlış anlaşılmasın, dize önemsizleşmiyor burada, sadece ona yaklaşım farklılaşıyor. Ben kendi payıma böyle sezip böyle ilerledim.
Siz şair olarak bu üç şiir kitabını bir şiir külliyatı olarak nasıl değerlendirdiniz?
Z. B.: Saramago bir romancı esas olarak. Belki de o nedenle, şiirin yolunda ömür boyu yürümediğinden, bence tamamlanmamış bazı şiirler de vardı arada. Tamamlanmamış ya da henüz olmamış; anlatılmak istenenle hemhâl olup henüz şiire soyunmamış ya da şiiri giyinmemiş hâller. Öyle ki şiirin yolunda bir ömür yürüyenler “olmamış” bir şiiri (aslında “âali”) bazen ileride tamamlar, oldurur, ilerideki şiir bir anlamda beridekinin olmamışlığını siler. Bunun üzerinde tartışılabilir elbette. O beridekiler yayımlanmasa daha iyi olur belki diye de düşünülebilir, keşke yolda şüphesiz kıymetli ama sergilenmemiş taşlar olarak kalsalar denebilir… Saramago’nunkiler artık yayımlanmıştı. Olmadığını düşündüğümüz şiirleri biz de Türkçede çok oldurmaya uğraşmadık o nedenle, o karkas hali bırakmıştı şiirini, biz de aynısını yaptık.
Çeviri şiir okumakla aranız nasıl?
Z. B.: Çeviri şiire eski beri bir sevgisizliğim var aslında ya da nasıl demeli, onu sevemeyişim. Enderdir çeviri bir şiirle bütünleşmem. Çeviri olduğunda, şiir ister istemez biraz üvey evlat durumuna düşer. Bu sanırım kaçınılmaz, kılık değiştirdiğinden. Ama öte yandan bir de çeviri olduğu hissini veriyorsa elimden tamamen kayıp gider. Kendisi olarak çınlamalı öncelikle, sonra da aramızda vuslat yaşanmalı. Kolay değil. O nedenle böyle bir projeye girdiğimizde beni neyin beklediğini tam olarak bilmiyordum ve açıkçası, şiirler eğer sonunda çeviri gibi çınlayacaksa yapacağımız iş bana çok anlamlı gelmiyordu.
Bu sizin ilk şiir çeviriniz mi?
Z. B.: Daha önce şiir kitabı çevirmedim ama başka kitapların içinde yer alan şiir çevirilerim oldu. Ayrıca gene birlikte başladığımız, sadece birini (“Yetimlerin Yeni Yıl Hediyesi”) Sözcükler dergisinde yayımladığımız Rimbaud çevirileri var. Ne zaman tamamına erip kitap olarak yayımlanır bilmiyorum ama.
I. E.: Şiir çevirmeyi hep bir hayal olarak, çeviri “iş”inden azade olacağım bir zaman diliminin uğraşı olarak gördüm. Zaman zaman da çevirdim. Yıllar önce Nisan Yayınları için bir Pessoa seçkisi hazırlamıştım. Kendim için kimi zaman çevirdiklerim de oldu. Zarife’nin sözünü ettiği Rimbaud uğraşı da sürüyor, sürecek. Keza bir René Char kitabı da tezgâhta...
Başka şiir çevirisi hedefleriniz, hayalleriniz var mı?
Z. B.: Evet, evet istiyoruz tabii ki ama öteki çeviri işlerine göre daha zahmetli, daha fazla boş zaman ve keyfiyet talep eden bir şey şiir çevirisi. Biraz da olsa şiir yazmak gibi.
I. E.: Kendimi asıl sınamak, görmek istediğim alan şiir çevirisi... Rimbaud ve René Char’dan sonra, şiirlerini çevirme hayali kurduğum başka şairler de var... Ama ben bunlara yeter miyim, yayın dünyası yeter mi, gibi sorular ışığında, belki sadece şahsî dünyamla sınırlı kalacak, sözünü etmeye değmeyecek projeler...
Çevirinizi yaparken hangi dildeki hangi metinleri temel aldınız? Dil bakımından bir paylaşıma gittiniz mi?
I. E.: Çeviri esasen iki dilde yürüdü, Portekizce ve İspanyolca; sadece ilk kitapta Fransızca çevirisinden de yararlandık.
Teknik olarak iki çevirmenin bir kitap üzerine çalışması pek kolay olmasa gerek. Sizin Küçük Prens’teki çalışmanızı ucundan gözleme fırsatı bulmuş biri olarak çevirideki beraberliğinizin hayırlara vesile olduğunu görmüş olsam da mutfağınızı merak ediyorum. Acaba nasıl geçti bu ortak çalışma süreci?
Z. B.: Çift katmanlı, tekrar tekrar dönmeli bir yol izledik. Işık çevirdi önce şiirleri, sonra bana verdi, ben tek başıma, tekrar tekrar çalıştım üzerlerinde; notlayarak, dize, sözcük veya kıta bazında bazen farklı alternatiflere yer vererek, yer yer çoğul çevirilerle ilerledim. Yani önce herkes kendi sesi ve yalnızlığıyla hasbihâl etti metinle, sonra bir araya geldik. Ender olarak, tüm işin bitmesini beklemeden bir dizenin ya da kelimenin üzerine yürüdüğüm, erken sorduğum oldu. Bu bizim ilk ortak çalışmamız değil, eğer metnin İngilizce ya da Türkçe çevirileri varsa, ben onlara da bakarım çalışırken, bir göz daha açılır böylece. Bunda hiçbiri yoktu. Şiirleri tekrar tekrar birlikte okuyarak, bol bol konuşarak, sorarak, tartışarak ilerledik. Bitirdiğimizde, birlikte okuyup tartıştık her şiiri. Tamamsa geçtik, olmadıysa neden olmadığı üzerinden konuşup bir kez daha baktık. Bazı kısımlara uygun dize ya da deyişleri, “Hah, tamam!” diye beraber bulduk. Bazısını Işık buldu, bazısını ben. Bazı yerlerde birbirimizi tebrik ettik, çok şahane yapmışsın, diye.
Hangi noktada ikna oldunuz çevirilerin çeviri gibi çınlamadığına?
Z. B.: Aslında her süreçte biraz ikna olarak ilerledik, o ya da bu şiirde, o ya da bu derecede. İzlediğimiz kademeli yöntem sürece ve sonuca etki etti ve bence iyi de oldu. En son mizanpajlı metin üzerinde bir daha çalıştık birlikte. Bu aşamada şiirleri bir kez daha sesli okuduk. Her şiir sesli okunmaya çok yatkın değildir ama gene de şiirin yaratım sürecinde sesli okuma eşsiz bir araç bence. Bu, deyim yerindeyse, zımparalama aşamasıydı. Kulağı tırmalayanları, olmamışlık hissi verenleri saptayıp düzeltme ya da olmayanların neden olmadığıyla hesaplaşma, belki de onları olduğu gibi bırakmaya karar verme zamanı. Bazen gülerek, bazen tartışarak, bazen yan yollara saparak uzun bir yolculuk yaptık. Aradan zaman geçince bir daha bakarız yeni baskıların birinden önce, deyip kendimizi rahatlattık. Çok sayıda şiir olunca, hepsinden mutlak tatmin hissetmek, hepsini içinde tutmak zorlaşıyor. Üç kitabın toplamıyla cebelleştik ne de olsa.
I. E.: Ortak çalışmamızın gayet verimli geçtiğini söyleyebilirim kendi adıma. Zarife yanımda olmasaydı, ben rahat rahat şiir çevirmeye kalkışmazdım, onun şairliğini, şiir algısını ve ruhunu yanımda hissetmek, ona güvenmek benim için bu çalışmada fazlasıyla rahatlatıcı oldu, yönümü bulmamı sağladı. Elbette sürüyle şey tartıştık, ama farklı metinler üzerinde ayrı ayrı çalışıyor olsak da biz her zaman kelimeler, noktalar, virgüller üzerine tartıştığımızdan, birbirimize sorup katkıda bulunduğumuzdan bu çalışma da -ortak bir ürün ortaya çıkarması dışında- farklı bir yol izlemedi. Ama bir esere, hem de Saramago şiirlerine ortak imza atmış olmak benim için kıvanç verici.
Okuru ödüllendiren çabaların arka planında epey hassas yürüyen bir süreç gizlidir. Bu ikili çabada sadece teknik değil, ruhsal bir denge de söz konusu. Nasıl kurdunuz dengeyi?
I. E.: Sonuçta söz konusu edilen şiir olduğundan ve aramızda şair olan da Zarife olduğundan, anlamı oturttuktan sonra son sözü ona bıraktığımı, dengeyi bu şekilde kurduğumuzu söyleyebilirim.
Z. B.: Birbirimizi iyi tanımasak sanırım böyle bir çalışmanın altından kalkamazdık. Küçük Prens’te daha çok zorlanmıştık mesela, zira çocuk edebiyatına, çocuk edebiyatındaki dile/çeviriye/uyarlamaya dair bakışımızı o kadar detaylı konuşma, böyle bir çalışmayı rahatlatmaya yetecek kadar ortaklaştırma ya da ayrımları netleştirme, net bir zemin yaratma fırsatımız olmamıştı o güne dek ama şiir öyle değil.
Bir yazarı şair olarak keşfettiğimizde, onun düzyazı dünyasını da farklı değerlendirmeye başlıyoruz. Bu şiirler sizin romancı Saramago’ya bakışınızı dönüştürdü mü, size başka bir boyut kattı mı?
I. E.: Romancı Saramago’ya bakışımı bir anlamda dönüştürdü, çünkü şahsen Saramago’nun şiirlerinden bihaberdim, bu şiirlerle karşılaşmak benim için şaşırtıcı oldu ve hiç düşünmeden çevirmenliğine talip oldum. Ama diğer yanıyla romanlarına ve Saramago’ya dair bakışımı pekiştirdi, çünkü kendini şair olarak görmemiş, muhtemeldir ki böyle bir iktidar alanının dışında kalmış bir Saramago imgesi benim romanlarından, “komünist partili Saramago”dan edindiğim izlenimi güçlendiriyordu. Keza, romanlarındaki birçok tematiğin şiirlerdeki varlığını görmek de bu bakımdan önemli oldu benim için.
Şiir çevirisini “ruh transferi” olarak tanımlıyorum. Profesyonel olmasa da bazı atölye çalışmalarında yapmak zorunda kaldığım şiir çevirileri hissettirdi bunu bana. Çevirdiğim şiire –eğer kendimi o şiire yakın duyduysam- kendi şiirimden bazı izler, sesler, duyuşlar ya da en basitinden bir hava aktarmaktan kendimi alamadığımı fark ettiğimde buldum bu tanımı. Profesyonel çevirmen olsaydım bu hisle derinlemesine hesaplaşmak zorunda kalacaktım muhtemelen. Zor bir mesele. Siz Zarife Biliz, sadece çevirmen-editör olarak değil aynı zamanda bir şair olarak bu zorluğu nasıl tarif edersiniz? Ve nasıl aştınız? Belki şöyle sormalı, burada sizin için aşmak zorunda kaldığınız bir etik-eşik oldu mu? Bunu aşmak gerekir mi ya da?
Z. B.: Şiiri en baştan ben Türkçeye çevirseydim belki böyle bir hesaplaşmanın gölgesi daha çok düşerdi üzerime, bizim çalışma yöntemimiz beni bundan koruduğu ve daha özgür bıraktığı için de ayrıca güzeldi. Bu sayede kendi anadilimde bir okur olarak yaklaşma şansı buldum metne, mesafe dilde kalktı, sadece kelimeler, anlam, dizge ve sezgi arasına yayıldı. Hep denir, iyi bir yazar olmak için iyi bir okur olmak gerekir, diye. Aynısı, şiir yazmak için de şiir çevirmek için de söylenebilir. Ben, şiirin, gözeneklerden ruha sızma sanatı olanını daha çok seviyorum, böyle şiire kendimi daha yakın hissediyor, ona daha rahat nüfuz edebiliyorum. Orada anlam, sezgi, duygu, düşünce, kelime, ses birbirine giriyor, siz bu ormanda usulca dolaşıp yapıyorsunuz hasadı. Nitekim Saramago’nunki de böyle bir şiirdi.
Okur açısından nasıl değerlendirirsiniz bunu? Şiiri çeviren aynı zamanda bir şairse, onun gölgesini sezmeden ya da hiç hesaba katmadan okunabilir mi o çeviri?
Z. B.: Ben olabileceğini düşünüyorum, gölge değil, bazı tınılar tanıdık gelebilir olsa olsa. Gölge düşüyorsa fazla serbest bırakmış olabilir çeviren kendini ki böyle anlayışlar da yok değil. Ben öncelikle yazan kişiyle bağlı olduğumu düşünüyorum, sonrasında metnin, dilin, kültürün ve anlamın olanakları, sınırları içerisinde bir özgürlük olabilir kaynak metinden kopmadan. Ama çerçeve yazılı metindir her zaman, bozuk yazılmış bir cümleyi çok düzgün ifade etme hakkını bulmam o yüzden kendimde. Onu ilk ben yazmadım ki! Ama şiir çevirisiyse söz konusu olan, okurun okuduğu şey bir şiir olmalıdır her şeyden önce. Şiir çevirirken, yazdığım şiirlerden, şiir yazma biçimimden öte, o güne dek okuduğum, sindirdiğim tüm dizeler, şiirler, belki tüm kitaplar, özünde tüm yaşantılarım yardıma gelir o şiiri Türkçe söyleyebilmeme.
Siz, sadece Saramago’nun romanları da dâhil pek çok çeviriye imza atmış bir çevirmen ve editör olarak değil aynı zamanda yazar olarak onun bu iki ayrı türdeki uğraşını niteliksel olarak nasıl değerlendiriyorsunuz?
I. E.: Yazının, yazanın belli bir türle sınırlı kalma zorunluluğu elbette olamaz. Her yazı, her mesele kendi türüyle birlikte gelir, kimi zaman da tek bir metin içinde türler iç içe geçer diye düşünürüm. Dolayısıyla Saramago’nun kendini farklı türlerde ifadesini de demek ki böyle uygun görmüş, diye düşünmeyi tercih ediyorum. Elbette romancılığı her zaman önde olacaktır ama Saramago şiirlerinde de kendi meselelerini ifade etme yeteneğini bence yeterince göstermiş bir romancı.
Siz aynı zamanda Fernando Pessoa’nın da çevirmenisiniz. Saramago’nun şiirlerini okurken hep onu anmış olmamın sadece sizin çevirmiş olmanızla ve Saramago’nun Ricardo Reis’in Öldüğü Yıl romanıyla ilgisi yok sanırım. Bu hissin ardından, Saramago’nun 6 Ekim 2008 tarihli blog yazısında “Fernando Pessoa Üstüne” başlıklı nefis yazısını okudum. Ve 24 Aralık 2008’de onun bir şiirini alıntıladığını… Bu iki yaratıcının yakınlığı sizde bir karşılık buluyor mu? Ve bunu nasıl yorumlarsınız?
I. E.: Saramago ve Pessoa, her ikisi de benim için dünya edebiyatının vazgeçilmezleri arasına girmiş olsa da bence farklı karakterde kişiler, farklı üslûpların, farklı sorunsalların yazarları. Ama bunun elbette Saramago’nun Pessoa’yı sevmesine engel olmadığını söylemek gerekir, hatta sevmesinin Saramago’ya hislerimi güçlendirdiğini bile söyleyebilirim. Ancak aralarındaki farklılıktan söz ederken şöyle bir ihtiyat payını bir kenarda ve akılda tutmak gerektiği kanısındayım: Pessoa’nın gün yüzüne çıkmamış elyazmaları ve şair kimlikleri arasında Saramago’nunkilere benzer şiirlere, Saramago benzeri şairlere de rastlayabiliriz ileride!
Toplu Şiirler; Belki Şiirdirler, Belki de Neşe ve 1993 Yılı adındaki üç şiir kitabını kapsıyor. Acaba Saramago kitaplara giren bu şiirleri dışında başka şiirler de yazmış mı? Yaptığınız araştırmalarda onun şiir yazma alışkanlıklarına ve şiiriyle ilişkisine dair bilgi edindiniz mi?
I. E.: En azından yayımlanmış başka şiiri olmadığını söyleyebiliriz sanırım. Günlükleri de, bildiğim kadarıyla, sonraki dönemlere denk düştüğünden şiir yazdığı döneme dair benim bir bilgim yok.
Olumlu bulduğum şüphecilik dili beni zamanla “belki”ye vurgun birine dönüştürdü. Belki de Neşe, Belki Şiirdirler sadece yarım kalmışlıkları ile değil, aynı zamanda netlik-tanımlama-kibir-iktidar karşıtı tavırlarıyla da büyüleyici değiller mi?
Z. B.: Buradaki “belki” kelimesi bazılarınca Saramago’nun “yüce şiir iktidarları” karşısında peşinen geri çekilmesi, şiirinin önüne “belki” koyarak onu şiir olma yargısından koruma çabası olarak anlaşılabilir. Hele ki vakur ve “kendinden emin” okur kişi şiirleri bir sebeple beğenmediyse bu yoruma yaslanma insiyakı güçlenebilir. Oysa bu belki’leri Saramago’nun kendinden, yazdığı şeyden şüphe etmesi olarak değil, şiiri bambaşka bir bütünlük olarak algılaması diye yorumlamak da mümkün. Dize işçiliğindense farklı türde bir şiir anlayışıyla ilerlemesi de bu yorumu güçlendirir. Bu şiirler onun için salt birer şiir değildir; “Belki Şiirdirler”deki belki kelimesi şiirin altına değil, üstüne işaret eder. O üst de oluş’tur. Her şeyi içine alan oluş.
Şiiri aynı zamanda her türlü iktidardan, şairini ise şair-i azamlıktan koruyan, kollayan bir duruş…
Z. B.: Şiiri hayattan bile kutsal sayanlar var, ben böyle bir düalizmin mümkün olduğunu düşünmüyorum, şiir hayatın ta kendisidir bana göre. “Belki de Neşe” derken, neşeyi bir şekilde taşıyan ama onu aşan bir şeyden bahsediyor Saramago. Bu da Oluş’tan başkası değil kanımca.
Saramago’nun şiirlerinde antik ve fütürist duyuş bir arada. Zamandan azade şiirleri okurken insan o oluş’un arayüzlerinde dönerek-dönüşerek dolaşma şansına sahip oluyor.
Z. B.: Bir yapıt kamusal alana çıkınca yazanın niyetinden ve kastettiği anlamdan bağımsızlaşıyor, okuyan/eleştiren kişinin iç dünyasındaki anlamlara oturuyor. Bu ikisinin ille örtüşmesi gerekmiyor. Yeter ki okuyan/eleştiren kişi kendi niyetlerinin yazan kişinin niyeti ya da demek istediğiyle birebir aynı olmayabileceğini bilsin, bu şuura, bu ferasete sahip olsun. Herkes her metinde önce kendini okur zira, yazanı değil. Ki edebiyatın yüceliği de gücü de buradan gelir. Çoklu gerçeklere açılabilen bir kapı olmasından.
1975 tarihli 1993 Yılı adlı üçüncü ve son şiir kitabı Saramago’nun bu şiirlerden iki yıl sonra yazacağı Ressamın Günlüğü ve ardından kaleme alacağı Ricardo Reis’in Öldüğü Yıl adlı romanlarının habercisi olma özelliğini de taşıyor. Nitekim ustanın bu şiirlerle şiir dosyasını kapatmış olması son derece anlaşılır. Ne dersiniz, şiirinin artık düzyazıyla sarmaş dolaş olduğu, birleştiği, şiir ile roman arasındaki mesafenin onda artık bir daha ayrılmayacak biçimde kapandığı yer miydi acaba bu uzun fütürist şiir? Düzyazının ve kurgunun olanaklarını zorlayan, aşan, cümlenin olanaklarını genişletip esneterek belagatin yüceliğini her fırsatta okuruna bir armağan gibi sunan Saramago’nun şairliğini romancılığından bir an olsun esirgemediğini söylemek geliyor içimden. Bana katılır mısınız?
I. E.: Evet, üçüncü kitaptaki şiirler neredeyse bir roman, uzun bir öykü tarzında yazılmış, dolayısıyla hem romanların bir habercisi olarak görülebilir hem de bir tarzdan diğerine geçişin ya da tarzların iç içe geçişinin işaretleri olarak okunabilir. Dolayısıyla, Saramago’nun romanlarının çoğunda göreceğimiz karanlık toplumsal atmosferin, keza bu ortamdaki direnişin, mücadelenin ve hatta zaferin bu şiirdeki varlığını önemsemek, bütün bunların şiirsel ifadesi üzerinde durmak gerekir. Farklı türlerin Saramago açısından mutlak bir ayrılığı olduğunu sanmıyorum, sonuçta bunları kendini en iyi şekilde ifade etmenin o anki araçları olarak görmüş olmalı ve elinden geleni esirgememiştir eminim.
Şairane bir anlatımdan söz etmeden pek çok iyi yazarda rastlamadığımız bambaşka bir armağan var sanki Saramago’nun şair yaradılışını romancılığına aksettirmesinde… Ne dersiniz?
I. E.: Saramago’nun özellikle roman dilindeki çok katmanlı yapının insan düşüncesinin çok katmanlılığına gayet iyi uyum sağladığı kanısındayım. Belki günümüzün iletişim tarzının ve aletlerinin yüzeysel, tek katmanlı diline alışkın düalist okurlar için yadırgatıcıdır ama edebiyatın tadını almak, hayatın ve zihnin katmanlarında yolculuk etmek isteyenler için her daim bulunmaz bir fırsattır Saramago gibi bir yazarın bu dünyadan geçmiş olması.
Yaradılış, tanrı, zaman, uzam, tarih, gelecek, bütün bunlar şair Saramago’nun çalışma masasında âdeta canlanacak mekânlar, karakterler misali yer alıyor. Saramago düşüncesinden sahneler kurarken kâhin ve tarihçi, ressam ve kimyacı, simyacı ve haritacı olarak gerçekte ve gerçekdışında ikâmet edebiliyor aynı zamanda. “Tanrı evrenin sessizliğidir, insan da bu sessizliğe anlam veren çığlık” diyen Saramago’nun Cioranvari anti-teolojisini kaleminin ucunda hep felsefeyi taşıyan çevirmen ve yazar-şairler olarak nasıl yorumlarsınız?
Z. B.: Kapıların kendisi kadar boşluklarıyla uğraşan, “insan karanlıklardan bahsetme mecburiyetinden kurtulamaz” diyen birine kendimi yakın hissetmemem mümkün değil. Onun varlık içindeki hiçliği gören gözleri bizi ortaklaştırıyor.
I. E.: Saramago yaşadığı dünyanın ve çağın tanığı olmuş bir yazar. Bu yüzden de toplumsal hayatın meseleleri karşısında felsefenin eleştirelliğinden kaçınmamış biri. Hele ki din, devlet, iktidar yapıları gibi tahakküm araçları karşısında bu eleştirelliğini hiç esirgememiş, bu çabasını edebiyatın karmaşık, muğlak dil ve araçlarıyla, ironiyle bağdaştırmış, daha iyi bir dünya idealinden hiç vazgeçmemiş bir yazar. İyimser olduğunu elbet hiç söyleyemeyiz, zaten hangimiz bu çağda ve bu dünyada iyimser olabiliriz ki… Ama onun yaşamdan ve insandan yana umudunu da yitirmemiş olduğunu söyleyebiliriz, çünkü her doğan güne kalkabilecek gücü kendimizde bulabilmek için bu şart. Saramago’nun, ister şiir olsun ister roman, edebiyatındaki dilsel gücün bu felsefî derinlikten ayrı düşünülemeyeceği kanısındayım.