Sevgili Aydın...

"Dün eşim Jülide seni anarken, 'Aydın’ın konuşurken karşısındakini rahatlatan bir üslubu vardı, bence en önemli özelliği de buydu' dedi. Bu mektubu, biraz da senin üslubunu taklit ederek yazmaya çalıştım. Becerebildiğimi sanmıyorum, zinhar yanına bile yaklaşamadım, bu nedenle affet."

28 Mart 2022 18:42

Sevgili Aydın,

Bu mektubu yazmak boynumun borcuydu, çünkü Jülide’yle Covid’e yakalandığımız için Çengelköy’e seni uğurlamaya gelemedik. Bir gün önce de, hani yıllar önce Frankfurt’ta sizin evde kaldığım günlerde, küçücükken bana Frankfurt’u, kitap fuarını gezdiren Ekim’in telefonda “Gelmeyin abi” demesi ve karantinada (!) olmamız da caydırıcı oldu.

Son olarak, geçen yaz Marmara Adası’nda Turhan Günay’la aramıştınız. Ondan önce de Müşküle köyü muhtarı Fevzi Kavuk’la ilgili yazından sonra ben aramıştım, köyün eski günleri üzerine epey konuşmuştuk. Hatta o yıllarda bastırdığımız İsmail Başaran’ın Buğday Direniyor adlı şiir kitabını sana yollayacağımı, bir kez daha sosyalist bir köylü şairi yazmanı rica etmiştim. Fakat evdeki tüm aramalara rağmen kitabı bulamadım, Başaran’ı anamadık.

Ne zaman tanışmıştık? Ben ‘68 yazı diye hatırlıyorum; Aksaray’da bir evde tiyatrocu arkadaşlarla kalıyordum. Savaş Yurttaş, Selçuk Uluergüven ve şimdi hatırlayamadığım arkadaşlar. Sen oraya gelirdin, bazen yalnız, bazen Ali Poyrazoğlu ile birlikte... 6. Filo’ya karşı gösteriler, Vedat Demircioğlu’nun katledilmesi, gözaltılar, mahkemeler, akşam yorgun argın eve geldiğimde ucuz Marmara şarapları...

Devr-i Süleyman’ın provaları ne zaman başladı hatırlamıyorum ama bize çok yakın olduğu için Aksaray’daki tiyatronun yakılışına kadar çok sık gider, en öne yerleşirdim. Birkaç kez Selçuk Uluergüven’le senin sahneden bana laf attığınızı da hiç unutmuyorum. Bir de tabii, “Oyunumuzun adı Devr-i Süleyman, bu Süleyman başka Süleyman, bu Süleyman Süleymaniyeli muhtar Süleyman...” diye süregelen nakarat...

Sonra 12 Mart, kaybolan yollarımız, aranmalar, duvarlara asılan afişler, çok sonraları bir gün bana benim “aranıyor” afişimdeki gözü şiş fotoğrafımı kastederek, “Yahu, koskoca emniyet senin daha güzel bir resmini bulamadı mı?” diye dalga geçmen...

12 Mart’ta benim üç yıllık tutukluluğum ve ‘74 affıyla dışarı çıkmamdan sonra birbirimizi biraz kaybettik galiba. Ben yayıncılık yaptım, sonra sendikacılık, eğitim uzmanlığı; senin Yeni Ortam’daki yazıişleri müdürlüğün, “ağabeyim ve öğretmenim” dediğin Mustafa Ekmekçi ile çıraklık günlerin, sonra atılışın, Osman S. Arolat’la İSTA, ardından Politika gazetesi, yine Ekmekçi’nin ülkede yer yerinden oynarken, keskin çizgilerle karşı karşıya gelen sol siyasette yaptığın tercihi iğnelemesi... Attığın “TKP önder, adayımız Onger” gibi başlıklara kızan ve onlarla  dalga geçen Ekmekçi’nin “Habercilik bu mu?” diye senin muhabirlikten koptuğunu yüzüne karşı söylediği günler... Yıllar sonra buna cevabın; “Değil tabii, mazeret arama, ağabey yutmaz, lafını da esirgemez” olacaktı.

Ama o günler bir iki satırla anlatılamaz, hepimiz bir gayya kuyusunun içinde yuvarlanıyorduk. Öyle ki, kimileri işi Spor Sergi Sarayı’na yüzlerce işçiyi toplayıp, “Aziz Nesin, sen nesin?” diye bağırttıran bir akıl tutulmasına kadar vardırmıştı.

Ne ki, Politika gazetesinde, okura ya da “taraftara” yön vermeye çalışan, başlangıç ve sonuçları neredeyse aynı cümlelerle dolu makaleler arasında, kimi zaman senin gerçek gazetecilik kokan fırça darbelerin kendini göstermiyor değildi.

Kıraathane ekibinden yönetmen Mustafa Ünlü'nün, yapımını sürdürdüğü "Cumhuriyet" belgeseli için Aydın Engin'le yaptığı, daha önce hiç yayınlanmamış olan mülakata buradan erişebilirsiniz. 

Yaklaşan 12 Eylül, Davutpaşa Cezaevi, onlarca yıl ceza istemiyle yargılanman, tahliyen ve daha önce kesinleşmiş 7,5 yıllık cezanla ilgili yazının savcılığa geç ulaşması sonucu, senin deyiminle “bürokratik çatlaktan yılan gibi sıyrılışın” ve kendini bulduğun ilk uçakla Düsseldorf’a atman...

Tabii 12 Eylül beni de buldu; DİSK davasından yargılandım, tutukluluğumu değişik cezaevlerinde geçirdim, sonunda beraat ettim ama tam iki yılımı da hiçbir şey olmamış gibi, hesap bile soramadan, “devletin şefkatli kollarında” geçirdim.

Sonra yeniden yayıncılık, İletişim Yayınları, ansiklopediler, kitaplar ve tarih dergiciliği… Bu arada haberleşiyorduk seninle, sürgünde yaşayan kardeşim Faruk’la buluşuyordunuz. Haberler, selamlar, arada bir Kürşat İstanbullu mavraları derken, bir gün Cumhuriyet’in daha doğrusu Çağdaş yayıncılık’ın dergisi Bizim Almanca’da çıkan Frankfurt’taki şoförlük anılarını okurken telefona sarıldım. “Yahu Aydın, bu yazıları kitap yapalım, ne dersin?” diye sorunca, “Bilmem, olur mu...” diye verdiğin cevabı hatırlıyorum. Sonra her telefona “alo”dan sonra “Buyur sayın naşirim” diye cevap verişin... Sonunda, taksinin açılmış kapısına asılmış, etrafı kesen bıçkın şoför pozunu kapağa yerleştiren Ümit Kıvanç’ın gayretiyle bastık Ben Frankfurt’ta Şoförken kitabını. Kitaptakileri adeta ezberlemiştim, önüme gelene anlatıyordum, sonra kaç baskı yaptık, hatırlamıyorum. Şimdi hangi yayınevi basıyor, onu da bilmiyorum ama uzun süre “naşirin” olduğum için çok mutluydum.

Sürgünde olduğunuz her sonbaharda Frankfurt’ta buluşurduk. Hapishaneden çıktıktan altı yıl sonra ancak alabildiğim pasaportumla caka satarak kitap fuarına gelirdim. Sizin evde kaç kez kaldığımı hatırlamıyorum ama bir keresinde Ümit Kıvanç ve Tanıl Bora da vardı. Sabahlara kadar seni dinlerdik, sonra sevgili Oya’nın börekleriyle kahvaltı eder, Ekim’i okula yolcu ederdik. Cumartesi günleri de Ekim elimden tutar, Frankfurt’u gezdirirdi, fuarda dolanırdık. Senin sohbetin bitmezdi ki… Kaç kez ‘naşiri olduğum’ kitapta yer almayan Türklerin Norveç’ten Macaristan’a, hatta Avustralya’ya uzanan ‘Gurbet Maceraları’nı dinlemişim senden. “Niye kitaba koymadık bunları?” diye sorduğumda, “Dur, daha biriksin” cevabını vermiştin. Ama benim de sana anlatacak şeylerim vardı; ‘68 günlerinde adı bizim aramızda bir efsane gibi dolaşan Oya’nın Edebiyat Fakültesi Sosyoloji amfisinde ders verdiği günler, hıncahınç dolu bir amfi, dışarıya taşan kalabalık, kapanmayan kapılar...

Ardından, “Mini İşgal”... Suret-i haktan görünen Cahit Tanyol’un kumpasıyla Oya’nın Türkiye’de İşçi Sınıfının Doğuşu tezinin reddedilmesi üzerine ‘ayaklanmamız’ ve soğuk bir kış günü önce fakülte içinde tüm katlarda protesto yürüyüşü, sonra merkez binaya gidiş ve Deniz’in önderliğinde rektörlüğün kapısını çarparak, hızla açıp içeriye doluşmamız...

Bunları sana Frankfurt’taki evde, gece yarısı Oya uyurken anlatmıştım, demiştin ki “Vay be, ben de kiminle evlenmişim!..”

Bir gün yine bir Frankfurt Kitap Fuarı’ndan birlikte dönerken sizin evin olduğu Kurt Tucholsky Sokağı’na girdiğimizde, sana “Bu adam kim?” diye sorduğumda, “Sus Fahri, sakın bir Alman’a bunu sorup cahilliğini gösterme. Evet, bir romanı var, denemeleri var ama Tucholsky, Nazilerin baskısına uğramış, sosyalist bir gazeteci...” cevabını verdiğini hatırlıyorum.

Sana bu mektubu yazarken sokağı ve Tucholsky’i tekrar hatırladım, hakkında epey bilgi edindim; Weimar Cumhuriyeti’nin çok önemli bir muhalif gazetecisi olan bu ismi Naziler bırakır mıydı? Hemen eserleri yasaklanacak ve bizzat Hitler’in şahsi listesinde olduğu için vatandaşlıktan atılacaktı.

Acaba Frankfurt’ta sürgün günlerinde, ev ararken bu sokak bilinçli mi seçildi diye dün Oya’ya sordum. Hayır, tesadüfenmiş... Acaba kimi zaman da tesadüfler, insanları görünmeyen ağlarla kuşatıp ortak bir kader mi yaratır? Bir şey diyemem ama ikinizin de sosyalist gazeteciler olmanız sizi bir yerde birleştiriyor. Naziler Tucholsky’i kırbaçlarken, bizim devlet de sana yıllarca kılıç salladı, nefes almanı engellemeye çalıştı.

Dün eşim Jülide seni anarken, “Aydın’ın konuşurken karşısındakini rahatlatan bir üslubu vardı, bence en önemli özelliği de buydu” dedi. Bu mektubu, biraz da senin üslubunu taklit ederek yazmaya çalıştım. Becerebildiğimi sanmıyorum, zinhar yanına bile yaklaşamadım, bu nedenle affet.

Güle, güle...

• 

 

GİRİŞ RESMİ:

Kurt Tucholsky, Oya Baydar, Aydın Engin