Sennur Sezer bir ağaç gibiydi

Sennur Sezer gür, verimli bir ağaç gibiydi. Veda ederken de bir ağaç gibi ayaktaydı. Onun dalları, yaprakları arasında yer bulabilmiş olmak ne kadar büyük bir onur...

15 Ekim 2015 15:25

“Yıl 1959’du ve sonbahardı. Aksaray’dan Yenikapı’ya giden yol henüz betonla sıvanmamıştı. Yolun iki yakasında odunları dağlar gibi yığılmış depolar vardı. Islak odun kokusundan ve hızar testerelerinin cayırtılarının arasından geçip sahile inilirdi. Her daim somurtuk Kemal Bey’in kahvesine... Tek bir çayla ve çok şiirle saatler geçirilen kahveye... Şiir ‘İkinci Yeni’ labirentlerinden yavaş yavaş çıkmaya hazırlanıyordu; Egzistansiyalizm gözde akımdı ve hepimizi etkiliyordu; sosyalizm, Marx, Marksizm hala tabuydu ve biz de zaten çok gençtik.

“Çok gençtik ve çok yoksulduk.

“Akşam olduğunda Yenikapı kahvesinden çıkılıp yine Yenikapı’da, odun depolarının arasında açılmış tek tük ve ucuz meyhanelerden birine gidilirdi... Olmayan paralar, bozuk paraya dönüşmüş harçlıkların elverdiğince şarap içilir; terimlerine, kavramlarına bile dilimizin zor döndüğü egzistansiyalizm tartışılırdı. Çoğumuzu bir ‘Bunalım’ edebiyatı sarmıştı. İtiraf ediyorum: Beni de...

“Yine o akşamlardan birindeydi. Masadakileri tek tek hatırlıyorum. Ben, Doğan Hızlan, Avukat Nizamettin, Bülent Habora, Engin Ertem, Adanalı Oktay, Ataol Behramoğlu, Bambino Münir...Varoluşçu düşünce üstüne yarım yamalak bilgilerimizle tartışıyorduk (!).

“Masada bir ses çınladı:

“- Abi ben yoksulun tekiyim... Aydın sen de benden hallice değilsin... Sartre’ın bunalımı bize çok uzak... Ben bu bunalım edebiyatından bunaldım...

“Tastamam yarım yüz yüzyıl sonra masada çınlayan o sesi, sözcüğü sözcüğüne hatırlıyorum.

Masayı çınlatanı da.... Masada tek kadın vardı ve adı Sennur Sezer’di...

“Amacım bir armağan kitaba 50 yıl öncesinden bir yaşam dilimciği aktarmak değil...

“Ben, arkadaşımın o gün bugün yoksulluğunu, yoksulluğu ve yoksulları hiç, ama hiç gözünün önünden yitirmediğini vurgulamak istiyorum...Sanatçının, hele hele şairin siyasetle yakın ve yoğun ilgilenmesinin hiç de makul sayılmadığı o günlerden bugünlere sosyalizmin göbeğinde ve hiç kopmadan ve örgütlü olarak varolan kaç kişi var?”[1]

Sibel Oral, benden Sennur Sezer’e dair bir yazı istediğinde, son yirmi yılında onu tanıma keyfine ve onuruna sahip olmuş biri olarak, acaba onun geçmişten bugüne gelen hikâyesini ansiklopedik bir kuruluğa düşmeden ve beylik lafların ötesinde nasıl anlatabilirim, diye düşündüm. Bunu düşünerek ona dair bir tarama yaparken gözüme meslektaşım ve ağabeyim Aydın Engin’in yukarıda bir bölümünü aktardığım yazısı ilişti. Tam da buydu. Aydın Ağabey benden çok daha eski bir arkadaşı olarak onu böyle anlatırken, ben de 20 yıllık bir arkadaşı, kardeşi olarak onun masada çınlayan o sesini duyar gibi oldum. Bu sese, Evrensel’in manşet toplantısı masasında biz manşet lafı bulmaya çalışırken araya girerek yaptığı değerlendirmelerden de tanıktım. Bazen espriyle, bazen coşkulu ve alaysamalı bir sesle, bazen ironik bir ifadeyle, ağır ve karmaşık konuları bile yalın hale getiren biriydi Sennur Abla. Yazarken, yaşarken, yoksulları hiç gözünün önünden yitirmeyişine de tanığım hepimiz gibi.

Sennur Sezer’in şiirleri ve düz yazılarında bu sınıf tercihi ile estetik düzey hep yalın, duru bir biçimde iç içe geçmiş, yan yana yürümüştür. Zaten gündelik hayatı içinde de yalın, duru bir su gibidir.

Kendisiyle yapılan güzel bir söyleşide, yaşamı ile yazdıkları arasındaki bağı şöyle anlatmıştı: “Cemal Süreya ‘yalnız aşkı vardır aşkı olanın’ diyor. Eğer yalnız emeği varsa insanın, zenginlik olarak, emeğiyle var oluyorsa bunun sözcüklerini bulmak, bunun imgelerini bulmak, anlatmak zorunda. Ben emeği çok somut olarak tersanede gördüm. Bedenle çalışmanın; beden gücünün, hünerin paraya dönüşünün imgesi benim için tersane. Ben orada masa işçisiydim ama bütün emek biçimlerini gördüm. Tersaneye başladığım zaman on altı yaşımı tam bitirmemiştim.(...)Benim şiire başladığım dönem İkinci Yeni’nin tam egemenlik dönemi ki ben hiç bir zaman ikinci yeniyi reddetmedim. Ama hiç bir zaman tam beceremedim de. Hüner göstermenin önde olduğu bir dönemde ben hüner gösterirken başka şeylerden söz etmenin önemine inandım. Bunda tersanenin rolü var. Çünkü bana tersanedeki o ağabeyler Nâzım okudular. Kemal Özer’in ilk kitabı bana tersanede hediye edildi. Gerçi biraz hırpaladılar, eleştirdiler, dalga geçtiler ama. Bilmeseler cehaletle suçlayacaksın, ama adamlar klasik edebiyatı artı Nâzım’ı biliyor. Ben o zaman şunu düşündüm; nasıl yazmalıyım ki, hem bu ağabeyler dalga geçmesin, hem çağdaş olsun, hem şiir olsun?”[2]

Sennur Sezer, Doğan Hızlan’ın “Kimi yazarlar kadın duyarlılığı sözünün üstüne basa basa yazılmasına karşıdırlar. Sezer onlardan değil, kadın duyarlılığının, kargaşa içinde yaşayan bir toplumda kadın olmanın sorumluluğunun şiirini yazıyor” sözlerinde olduğu gibi kadının şiirini yazmıştır. Bununla beraber emeğin, insanın şiirini yazmıştır. Bunların toplamı onun şiirine, yazdıklarına, yapıp ettiklerine hep içkindir. İfademdir şirindeki şu dizelerinde de görüldüğü gibi: “İnsanın insandan korkmasına karşıyım/ İşte bunun içindir/ Bütün yazıp/ Altına imza attıklarım.” Yine “Bir sözle kuruldu dünya ve hep o sözü aradım ve buldum; emek” derken aynı şeyi anlatır.

Sennur Sezer, insanın insandan korkmasına karşı olduğunu söylerken ve emeğe vurgu yaparken, bunları bir mücadele diyalektiği içinde ele alır ve insanın korkularını yenmesi için, yan yana gelmenin, el ele vermenin, örgütlü olmanın önemine vurgu yapar: “Heyhey de hey/ Bi sabahın üç kapısı var göğe/ Biri korku/ Çal yere./ Emek senin umut senin/ Korku ne?/ Yeter ki elin ellere kavuşsun.”

Sennur Sezer’in kendisini ifade ettiği sınıfsal düzlem kadına dair dizelerinde de kendisini bazen doğrudan bazen de dolaylı olarak hissettirir. Şu dizelerinde olduğu gibi:

“Kadınlar, ki yoklukları farkedilir olsa olsa. Kadınlar,

bir yazma, bir renk, bir devinim... Karıncalar kadar

olağan... Payları karıncalar kadar hayatta.

Göçerler, trenleri tanımadan. Selvisiz ve söğütsüz

bir ıssızda, katar katar gece taşları.”

Orhan Alkaya’nın onun için yazdığı şiirde söylediği  “‘Sevdalınız komünisttir’in kadın olanı” sözü, tüm bu özelliklerin Sennur Sezer’de nasıl bir araya geldiğini çok esaslı bir biçimde özetler.

Üretimden hiç kopmamıştır. Ona dair acı haberi almadan bir gün önce Evrensel gazetesinin kültür servisinde, onu editörümüz Sevda Aydın’a bir şeyler anlatırken görmüştüm.

Gazetenin kaçmak üzere olan taşra baskısını kuyruğundan yakalayabilmenin telaşı ile çok kısa selamlaşabilmiştik.

Sennur Sezer’in hayata katılış, hayatın içinde duruş biçimi üretkenliğinin sürekliliğine de doğal bir zemin sağlamıştır. Türkiye’de pek çok aydın maalesef ancak Tekel direnişi, Metal direnişi gibi büyük direnişlerde harekete geçer ve sınıfla buluşur. Sennur Sezer ise bir elin parmağı kadar işçinin başlattığı direnişlere bile Adnan Özyalçıner ile gidip onlara şiirler okur, sonra da dönüp onlara dair izlenim yazarak mücadelelerine güç vermeye çalışırdı.

Durduğu an yorulacakmış gibi yaşadı

Sennur Sezer’in yazdıklarında ‘buruk acı’ vardır ama hiçbir zaman bıkkınlık yoktur. Sanki durduğu an yorulacakmış gibi yaşadı ve çağrıldığı emek, barış, demokrasi gündemli toplantıları hiç geri çevirmedi. Hep gençlerle iç içe olması da belki onun enerjisini sürekli tazeleyen faktörlerden biriydi.

Sennur Sezer’i tarif ederken asla eksik bırakılmaması gereken yönlerden birisi de, Kürt sorunu ve Kürt edebiyatı karşısındaki tutumuydu. Son 20 yıl içinde, Kürt sorunun demokratik, barışçıl çözümüne ilişkin oluşturulan birçok inisiyatifin içinde Sennur Sezer vardır. Türkiye Barış Meclisi’nin kurucularından da biri olan Sennur Sezer, Kürt halkıyla dayanışmak için Diyarbakır’a ya da bir başka Kürt kentine gerçekleştirilecek bir gezi organize edildiğinde içinde yer alabilecek isimlerin kimler olabileceği düşünüldüğünde akla gelen ilk isimlerden birisi odur. Bu amaçla gerçekleştirilen birçok gezide yer aldığına tanığım.

Türkçe edebiyat içinde ürün veren birçok aydında Kürt edebiyatına dair bir küçümseme hep olmuştur. Sennur Sezer kendisini, Kemalizmin etkisiyle belirlenen böylesi ön yargılarla hiçbir zaman bağlamazdı. Kürt edebiyatına, destanlarına karşı büyük bir heyecan duyardı. Kaleme aldığı ve Evrensel Basım Yayın tarafından 2001 yılında yayımlanan Dilsiz Dengbêj kitabı da bunun en somut örneklerinden biridir. Bu kitabına dair şunları yazmıştı: “Dilsiz Dengbêj, benim için bir dönemeç. Hem anlatımda, hem içerikte. Düzyazıyla akraba gibi görünen, iç sese önem veren bir şiirin, şiirde öykülemenin olanaklarını en çok sınadığım bir çalışma bu. Türküden destana geçmeyi denedim bu kez. Ama bu farklı bir destan. Günümüz insanının destanı.”[3]

Sennur Sezer’i anlatırken atlanmaması gereken bir özellik de, aydınlanma ve laiklik savunusunun onda cuntacı eğilimlerden hep uzak bir biçimde gerçekleşmiş olmasıdır. 12 Eylül darbesine karşı çıkan birçok aydının, 28 Şubat sürecinde ‘laikliği’ savunma adına, gönüllü olarak militarizme destek verdiğini biliyoruz. Sennur Sezer bu konuda da hep netti. Askeri darbelere açık tutum almanın sağlam bir demokrasi savunuculuğunun temel koşularından biri olduğuna inanırdı.

Onunla çalışmış biri olarak yazmazsam eksik kalacağını düşündüğüm yönlerden biri de titizliğidir. Evrensel’in kültür editörlerinden her biri ile abla kardeş sıcaklığında bir ilişkisi hep olmuştur, ancak hatalı gördüğü durumlar karşısında her biri/ her birimiz onun fırçasından çeşitli dozlarda nasibimizi almışızdır. Hatta en yeni kültür editörümüz sayfasındaki bir hataya dair Sennur Abla’dan yediği fırçayı, kendisinden daha önce kültür sayfası editörlüğü yapmış arkadaşına anlattığında, “Sennur Abla’dan fırça yediysen o zaman kültür editörü olmuşsun demektir” karşılığını aldığını biliyorum (!)
Ama bu fırçalar gelip geçerdi, o hiçbir genç arkadaşını kırıp öyle bırakmaz, çok geçmeden o şefkatli yüreğiyle sarıp sarmalardı.

Sennur Sezer deyince onunla çalışmış olanların aklına gelen temel özelliklerden biri de, onun adeta ayaklı bir ansiklopedi oluşudur. Edebiyatın herhangi bir dalına dair ya da Türkiye’de sınıf hareketi tarihine ilişkin, ya da tarihi mekânlar, hatta yemek tarifleri konusunda sorabileceğiniz sorular için sağlam bir başvuru kaynağıydı. Başka pek çok konuda da.

Sennur Sezer gür, verimli bir ağaç gibiydi. Veda ederken de bir ağaç gibi ayaktaydı. Onun dalları, yaprakları arasında yer bulabilmiş olmak ne kadar büyük bir keyif, ne kadar büyük bir onur.
 

 
[1] Aydın Engin, “Masada Bir Ses Çınladı...”, Şiirin Ve Umudun Yorulmaz İğnesi Sennur Sezer, Derleyen: Cavit Nacitarhan, Evrensel Basım Yayın, İstanbul, 2010
[2] Devrim Büyükacaroğlu’nun söyleşisi, Sennur Sezer: Bugün ağlarsak gücümüzü kaybederiz, Evrensel Gazetesi, 13 Haziran 2010
[3] Şiirin Ve Umudun Yorulmaz İğnesi Sennur Sezer, Derleyen: Cavit Nacitarhan, Evrensel Basım Yayın, İstanbul, 2010, sayfa 34
Yazının görseli olarak, Sennur Sezer'in Hayat TV'de yayınlanan Maksat Muhabbet programının tanıtım fotoğrafı kullanılmıştır.