Seneler: Zamana karşı hayatta kalma uğraşı

"Barthes Çağdaş Söylenler’de küçük burjuvazinin dolaşıma soktuğu tüketim nesnelerinin yapısal çözümlemesine girişirken, Ernaux bu nesneleri bir anlatıya döküp bireysel ve toplumsal yaşamın içinde harmanlar. Farklı hafıza kaynaklarını temel alarak bir 'total roman' oluşturmaya çabaladığı Seneler’de toplumsal belirlenimciliğin bireyin yaşamı üzerindeki etkisi görülürken, yazma arzusu kitabın sınırlarını sosyolojik boyutun ötesine götürür."

25 Şubat 2021 13:47

Kişisel yaşamı yeni bir biçimle anlatıya dökme arayışında olan modern otobiyografi türü yirminci yüzyılda önemli yeniliklere tanık olmuştur. Modern otobiyografinin ilk örneğini veren Rousseau’dan sonra bu türün örnekleri 20. yüzyılda Georges Perec, Pierre Michon, Annie Ernaux gibi isimlerle daha da ileri taşınmıştır. Otobiyografi girişimiyle bir kimlik arkeolojisine girişen bu yazarlar bireyin içinde yaşadığı toplumdan ayrı olarak düşünülemeyeceği kanısıyla otobiyografiyi bireyi aşan bir tür olarak yeniden tanımlamış ve kim olduklarını anlayabilmek için parçası oldukları toplumsal ilişkiler ağını çözümlemeye çalışmışlardır. Bu bağlamda Bourdieu’nün sosyoloji anlayışının edebiyatçılar üzerindeki etkisi tartışılmazdır. Çağdaş Fransız edebiyatının en önemli isimlerinden Annie Ernaux da Bourdieu’nün determinizminin beraberinde getirdiği yeni perspektifleri Seneler kitabında özgün bir benlik arayışına dönüştürmüş ve otobiyografi türünde dönemine göre oldukça yenilikçi bir eser ortaya koymuştur.

Ernaux’ya göre kimlik sorunu siyasi olaylardan, tüketim nesnelerinden, hafıza mekânlarından, mahrem duygulardan ayrı düşünülemez. Diğer bir yandan bu temaların tezahürü kişinin yaşadığı zamanı algılayış biçimine göre farklılık gösterir ve anıların benlik inşası üzerindeki etkisini incelemek için onları tarihsellikleri içinde ele almak gerekir. Ernaux bu nedenle Seneler’de Tarih’i yakın mercek altına alır ve saf hafızanın ardında kalanları su yüzüne çıkardıktan sonra elde ettiği malzemeyle okurlara bir kolaj-eser sunar. Barthes Çağdaş Söylenler’de küçük burjuvazinin dolaşıma soktuğu tüketim nesnelerinin yapısal çözümlemesine girişirken, Ernaux bu nesneleri bir anlatıya döküp bireysel ve toplumsal yaşamın içinde harmanlar. Farklı hafıza kaynaklarını temel alarak bir “total roman” oluşturmaya çabaladığı Seneler’de toplumsal belirlenimciliğin bireyin yaşamı üzerindeki etkisi görülürken, yazma arzusu kitabın sınırlarını sosyolojik boyutun ötesine götürür.

Kitabın ilk bölümü bir umutsuzluk çığlığıyla açılır: “Bütün görüntüler yok olup gidecek.” (s. 11) Kehanete dayalı bu kesinlik değişik biçimlerde yorumlanabilir. Farklı imgelerin birbirlerini izleyebilmeleri için aynı zamanda birbirlerini yok etmeleri gerekir. Bu bilincin zamanla uğradığı değişimin kaçınılmaz sonucudur. Bu çığlık aynı zamanda kişinin yaklaşan ölüme karşı hissettiği çaresizliğin sonucu olarak da düşünülebilir. Bu bağlamda, “bütün görüntüler yok olup gidecek” cümlesi memento mori’ye davet çıkarır gibidir. İmgelere can veren de, onları yok eden de ölümlü insandır. Ernaux bu yüzden eserinde yaşamı bir bütün olarak ele almaktansa, onun içindeki biyografi-birimlerini dikkatlice çekip çıkarır ve cümle parçacıklarının oluşturduğu imgeleri okurlara bir karmaşa, başı sonu belli olmayan bir patika olarak sunar:

bir açık hava gösterisi, adamların dört tarafından gümüşi mızraklar sapladığı sandığa kapatılmış kadın sapasağlam çıkıyor dışarı, sihirbazlık numarasının adı Bir Kadının Kurban Edilmesi’ymiş

Palermo’da Cappuccini manastırının duvarlarında sallanan yırtık pırtık danteller içindeki mumyalar

Thérèse Raquin’in afişinde Simone Signoret’nin yüzü
(s. 12)

Ortaya çıkan imge patlamaları anlatıcının ansıma süzgecinin içinden geçer ve ölümünden sonra başkalarının yaşamaya devam edeceğinin bilinci onlara hayat verir. Beden ölürken anılar canlı kalır; farklı kişilerin zihinlerinde doğmaya devam ederler. Onları öne taşıyan özne bu edimi gerçekleştirebilmek adına kendinden vazgeçmiştir. Bu sayede sahipsizleşen imgeler geçicilikleri içinde askıda kalırlar. Böylece bireyin imgeleminin, toplumun imgelemi üzerindeki üstünlüğü kaybolur ve Proust’un Guermantes Düşesi’nin, popüler şarkıların, Charlot filmlerinin, anlatıcının Alzheimer’a yakalanan annesinin anıları aynı düzlemde konumlanır. Yaşamın kurgulaştığı, kurgunun yaşamlaştığı bu tabloda birbirlerinden bağımsız anılar kâğıt uzamına saçılır, anlamı dağıtarak sayfaya yayılırlar. Anlatıcı bu anıları bir kronolojiye bağlı kalmadan okura sunarken yine de bir şekilde zamana tutunmak zorunda olduğunu hisseder: Fotoğraflar işte bu noktada devreye girer ve imgeleri birbirine teyelleyerek sağlam bir örüntü oluşturur.

Ernaux’nun burada geçmişini aydınlatan fotoğrafların görselini kullanmak yerine ekhprasis yöntemine başvurduğu ve görseli sözle betimlemeyi seçtiği görülür. Birbirinden bağımsız anıların oluşturduğu sağanağın ardından öne sürülen tasvirde, fotoğrafın nerede ve ne zaman çekildiğinden bahsedilmesi söz konusu imgelerin yazarın çocukluğunun geçtiği dönem etrafında kümelendiğini gösterir. İlk fotoğraf yeni doğmuş bir bebeği sahneye koyar ve bu bebek her ne kadar anlatıcının kendisi olsa da sanki başka birisiymiş gibi anlatılır:

Kahverengi saçları başının tepesinde lüle olmuş, dudaklarını sarkıtmış tombul bebek oymalı masanın ortasına konmuş yastığın üzerinde yarı çıplak oturuyor.” (s. 20)

Burada anlatıcının kendinden söz ederken birinci tekil şahıs kullanmaması ve bunu tüm kitap boyunca sürdürmesi bu yabancılaştırma etkisinin bilinçli bir tercih olduğunu gösterir. Anlatıcı kendi çocukluğuna ait fotoğraflara dokunur ama onların içine girmez. Belki de o dönemde doğan tüm çocukların böyle bir fotoğrafı olduğunun farkındalığıyla, bu sahnelemenin işleniş mekanizmasını ortaya çıkarmaya girişir. Fotoğraf sıradanlığının içinde sıra dışıdır. Kendiliğinden çekilmemiş, bir düzene göre sahnelenmiştir. Anlatıcının nedensellik arayışı, onu bu düzenin ne olduğunu bulmaya iter. 1941 tarihli ilk fotoğraftan sonra 1944 tarihli bir fotoğrafa geçilir ve ilkine benzeyen bir tasvire yer verilir. İki fotoğraf arasındaki tek satırlık boşluk üç seneye tekabül eder. Ernaux burada hâlâ geçmişte an içerisinde var olanın, Barthes’ın deyimiyle “ça a été”nin izindedir.

Üçüncü fotoğrafın ardından araya giren üç satırlık boşluk, fotoğrafın içinde ya da dışında yer alan, geçen zamanın sessizliğidir. Betimlemenin ölü kelimeleri bir Olay içinde yaşam bulduktan sonra olmuş olan zaman, olan zamana dönüşür ve kitabın genelinde de büyük bir yer tutan aile yemeği sohbetlerinden kesitler verilir. Ana temaları “açlık, şalgam, iaşe ve tütün karneleri, bombardımanlar” (s. 27) olan konuşmalarda sınıfsal aidiyete dair detaylar da öne çıkar: “Taşralıyız diye onlardan daha aptal değiliz ya!” (s. 31) Anlatıcı bu sahnenin içinde yer alsa da, fotoğrafı betimlerken yaptığı gibi, onu dış pencereden sahneyi gözlemleyen bir yabancı gibi tarif eder. Aklında doyurucu anılar değil de sağa sola uçuşan kelimeler kalmıştır ve bu yarım kalan, kesinlikten mahrum anıların, cümlelerin okur tarafından doldurulmasını bekler gibidir.

Kitapta anlatıcının geçmişini paylaştığı kişilerin hafızasının sınırlılığı ve öznelliği de geçmişin esnekliğini ve şekillendirilebilirliğini ortaya koyar. Geçmişi diriltmek için kolektif belleği zihinlerinde yaşatan bu kişilerin varlığı elzemdir çünkü anlatıcı kendi anılarına erişebilmek için onların hafızasına ihtiyaç duyar. Aile bireylerinin kolektif hatıraların oluşumuna katkısı bu yüzden önemlidir. Diğer bir yandan anlatıcı hafızanın zayıflıklarını ve boşlukları hayal gücüyle doldurmaya çalışmaz. Bazı anılar o dönem henüz beş yaşına basmamış kız için namevcuttur. “Bizlerin olmadığı ve hiçbir zaman olmayacak olduğumuz zaman, önceki zaman” (s. 21) der anlatıcı savaş sonrasının bayram günlerindeki konuşmalardan bahsederken. Bazı anılar da, aile bireyleri “sadece gözleriyle gördüklerini ve yiyip içerken yeniden yaşayıp canlandırabilecek şeyleri” (s. 23) anlattığından gerçeklikten yoksundur. Bu hafıza sahnelerinde karanlıkta, gölgede kalan bir Tarih’in tüm unutkanlıkları yuttuğu görülür. Bireyler kendi çabalarıyla bu unutuşa karşı savaşır. Anlatıcı kendi jenerasyonunun bu zalim tarihi belgesellerden ve filmlerden öğrendiğini söyler ki, bu yaşanmamış bir tarihe tanıklık etmek için bu tür kaynakların da yetersiz olduğunun farkındadır.

Ernaux için tarihe karşı savaşmanın bir diğer yolu da büyük olayların dışında gerçekleşen eğlencelerdir. Küçük çocuğun tarih bilinci henüz yeterince gelişmediğinden, o daha ziyade okulda oynadığı oyunları, Noel’de alacağı hediyeleri, saklambaçları hatırlar. Bu tür eğlencelerin hatıraları gelecekten geçmişe, geriye dönük bir bakış açısı içinde olagelmez, an içinde var olurlar. Anlatıcı da çocukluk döneminde kendi hafızasında iz bırakan şeylerin tarihsel olaylardan çok, bu olayların vücudunda bıraktığı duygulanımsal etkiler olduğunu söyler. Onun için yaşanan her anının içinde gizli bir cinsellik saklıdır. Bu gizli arzu siyasi ve toplumsal bilinçten mahremiyete kaçıştır. Doyumsuz cinsellik ve bedenin keşfi Seneler’i Hélene Cixous’nun vücut-metinlerini andıran bir özgürleşme manifestosu olarak okumamıza olanak verir.

Ernaux’nun benliğine ilişkin yabancılaştırıcı/dışlayıcı bir figür ortaya koyması da bu özgürleşme çabasının kendi yaşamından ibaret olmadığına işaret eder. Çocukluğu kendi jenerasyonuna ait bireylerin tecrübe ettiği, kolektif bir çocukluktur. Ahlaki serbestiyet ve bunu gizlemeye gerek duymaksızın ortaya koyma isteği mahremiyetin de aslında bireyselliğin ötesinde yer aldığını gösterir. Toplumdaki gizli arzuların su yüzüne çıkarılması kayıtsız Tarih’e karşı koyma adına gerçekleştirilen bir eylemdir. Yaşanan tüm savaşlara, katliamlara, yasaklara, diktatörlüklere rağmen arzuyu, isyanı ve başkaldırıyı dizginlemek imkânsızdır. Bunları herhangi bir utanç duymadan kâğıda dökebilmek için de cesaret gerekir ve bu da hikâye anlatma edimiyle gerçekleştirilir. Yazar yaşamını tüm nesnelliğiyle anlatıya dökerek tarihle hesaplaşmaktadır.

Seneler’de küçük kızın sınıfsal aidiyet bilincini hatıralarının kat kat yığılmasıyla kazandığı görülür. Anlatıcı kişisel yaşamının toplumun geçirdiği radikal değişimlerle şekillendiğinin farkındadır. Bu bağlamda yükselmekte olan burjuvazinin olduğu kişi üzerindeki etkisi göz ardı edilemez. İzlediği parkur aslında başarıya giden bir kızın hikâyesidir. Yaşamının “bakaloryanın ötesinde, pusun içinde yitip gidene dek tırmanacağı bir merdiven” (s. 63) olarak nitelendirilmesi buna bir örnektir. Kendine toplum içinde bir yer arayan kız toplumun önüne dizdiği basamakları teker teker tırmanmaktan başka seçeneği olmadığını hisseder; bakaloryayı bu nedenle geçer, sonrasında öğretmen olur, düzenli ve konforlu bir yaşama sığınır. Metinde çok kez geçen burjuva kelimesi, kişilerin sınıfsal aidiyetiyle beraber düzenli alışkanlıklarını da vurgular. “San Antonio polisiyeleri, Antoine’ın uzun saçları, Alice Sapritch’in çirkinliği, Dutronc’un şarkıları” (s. 90) hakkındakikonuşmalar önceden şekillendirilmiş bir söylemin ürünleridir. Bu konuşmaların yanı sıra, satın alınan eşyalar bile bir ideolojinin dayatmasıdır. Örneğin kendini toplumsal baskı altında hisseden anlatıcı, öğretmen olduktan sonra araba alarak özgür olduğu hissine kapılır. Bu unsurlar izlediği yolun determinizmin ışığı tarafından aydınlatıldığını gösterir.

Kitapta toplumun tüketim nesnelerine gittikçe daha çok önem vermesi ve yaşamın materyalizme doğru kayması sonucu tarihsel bilincin insanların zihinlerinden gitgide silinmeye başladığı görülür. Bir zamanlar topluma birçok açıdan yön vermiş olan 11 Eylül saldırısı, Mitterand’ın başkanlığı, Cezayir sorunu, ‘68 olayları zamanla konuşulmaz olurlar ve insanların gözünde “saçma sapan palavralara” (s. 90) dönüşürler. Zaman geçtikçe aile yemeklerinde artık Tarih’ten söz edilmez. Siyasi olaylar yerini yavaşça burjuvazinin kutsallaştırdığı nesnelere bırakır, toplumsa siyasi bir toplumdan eşya toplumuna evrilir. Yalnızca bir sınıfı değil, bütün bir dönemi tanımlayan bu ‘kutsal’ eşyalar liberal toplumda kişileri başkalaştırıp kişilikleri üzerinde yeni bir ben yaratmıştır. Diğer bir yandan bu eşyaların mahrem boyutu da göz ardı edilemez. Bunlar bir toplum panoraması sunarken aynı zamanda insanların evlerinin içine kadar girer ve en temel arzularına hitap ederler. Ernaux kolektif hafızanın tensel boyutunu toplumda zamanla değişen eşyalar üzerinden okur.

Kitabın sonlarına doğru eşyalarla beraber kişilerin dünyaya bakış açıları da değişmiştir ve başlardaki o kız büyümüş, evlenmiş, torun sahibi olmuştur. Anlatıcı tüm bunları bir nevi kapitone noktaları olan fotoğrafların izinden giderek aktarır ve zamanın bu denli çabuk geçtiğine inanamaz. Kitapta geçen zamanla birlikte hatırlama biçimleri de büyük ölçüde değişir. Işık hızıyla ilerleyen teknoloji toplumda endişelere yol açar ve anlatıcı, bilgisayarın ortaya çıkmasıyla beraber “21. yüzyıla beyaz bir sayfa açarak, boş bir hafızayla girmeye mecbur” (s. 190) olduklarını söyler. Böylece yazma eylemi ve anıları canlı tutma çabası daha da büyük bir gereksinim kazanır. Ernaux yazdığı hikâyeyle kendisinin ve başkalarının yaşamını ‘kurtarır’ ve Rimbaud gibi soyunun intikamını almak için yazar: Bu yüzden, 1941’den 2000’li yıllara uzanan bu panoramada geçip giden zamana karşı en büyük silah hatırlama eylemidir.