Şehrin Göbeğini Bulamıyorum!, Galiba Hışırdıyorum! ve Topur’daki Dünya gibi çocuk kitaplarının yazarı Sema Aslan, yetişkinlerin daha fazla çocuk kitabı okuması, çocukların da yetişkinlerin kitap raflarında dolaşabilmesi gerektiği kanısında...
17 Eylül 2020 14:30
Sema Aslan uzun zamandır edebiyat yazılarıyla tanıdığımız bir isimken önce bir söyleşi kitabı (Benim Kitaplarım – 35 İsim 35 Kütüphane) ardından biraz gölgede kaldığını düşündüğüm ilk romanıyla (Kozalak) yazarlığa adımını atmıştı. Aslında hiç hız kesmeden yazmayı sürdürdü, ama ara uzadı ve derken herkes ondan ikinci romanı beklerken o bir çocuk kitabıyla çıktı karşımıza: Şehrin Göbeğini Bulamıyorum!. İyi ki de... Kitap çocuk edebiyatında nadiren rastladığımız edebi bir anlatımın yanı sıra yarattığı karakterlerle de ilgi çekiciydi çünkü. Bu noktada Seda Mit’in tasarım ve illüstrasyonlarının anlatımı bir adım öteye taşıdığını da eklemeliyim. Dolayısıyla 2017’de yayımlandığı yıl uluslararası bir çocuk kütüphanesi olan Internationale Jugendbibliothek’in süreli yayını White Ravens kataloğuna seçilmesi çok da şaşırtıcı değildi. Arayı açmadı Sema Aslan ve yine Seda Mit’in resimlediği Topur’daki Dünya yayımlandı kısa süre sonra. Şimdi ise, elimde Cansu Dinç'in resimlediği Galiba Hışırdıyorum! var. Birbirinden güzel üç çocuk kitabı Sema Aslan’ın kapısını çalma zamanının geldiğinin göstergesiydi. Ben de öyle yaptım. Yüz yüze daha iyi olurdu, ama biz eli kalem tutanlar yazarak da gayet iyi laflamayı beceriyoruz neyse ki...
Sema Aslan’ın yazını deyince zihnimde canlanan ilk sözcükle başlayacağım; dil. Elbette bir yazar için ana dilini iyi kullanmak ve hatta ötesine taşımak birincil. Ama senin yazımında bunu açıkça görüyoruz. Bence çocuk kitaplarında, özellikle de ilk ve sonuncusunda dil meselesinin odağa oturduğu bile söylenebilir. İlkinde şehrin göbeği’nin ifade ettiği anlamın peşinden gittik, sonuncusundaysa hışırdamaya başladık! Belli ki epey gıdıklıyor bu konu seni, ne dersin?
Dil ama daha büyük bir kucaklayışla “iletişim” diyorum buna. Şehrin Göbeğini Bulamıyorum! benim açımdan her şeyden çok iletişimi konu edinen bir kitap. Aynı şeyi söylediğimizi zannedip birbirimizi hiç anlamıyor olduğumuz anlardan doğdu. Evet, bu anlar yanlış varsayımların ya da müstakil anlam atamalarının sonucuydu fakat hiç değilse yaklaşık olarak aynı şeyi söylediğimiz halde uzlaşamadığımız, buluşamadığımız bir hayat yaşıyoruz. Söylediğim şeyin, tam da söylediğim gibi anlaşıldığını sanmam, meğer ne dokunaklıymış, onu fark ettiğimde bu kitap çıktı ortaya. Diğer taraftan sözcüğe yüklenen anlam; sözcüğün tarihin belli noktalarında yeni anlamlar yüklenebilme gücü ve esnekliği, tek bir sözcüğün büyük bir hikâye yaratabilme kabiliyeti ve hiç bilmediğimiz sözcükleri aslında biliyor oluşumuz, çok etkileyici. Tabii dil, ses aynı zamanda. Ve ses de sadece belli bir anlamı ya da çeşitli anlamları iletmiyor, bazen belli belirsiz imalarda da bulunuyor. Mesela “derz”. Kararmış derz aralarını temizlemek gerektiğini fark edince hatırladığımız bir sözcük sadece, öyle değil mi? Ama derz, Prof. Derz adında kötücül bir adam, neden olmasın? Derz sesi karanlık işlerle içli dışlı bir profesörü çağrıştırmıyor mu? Dolayısıyla evet, dil, beni gıdıklayan bir konu. Topur’daki Dünya kitabında açıkça sesin peşinden gittim. Doğanın sesi, dış sesler ve kafamızın içindeki sesler. O kitapla fark ettim ki, yuva diyebileceğim yer, bütün seslerin toplandığı yer. Yani kafamın içi. Ve Galiba Hışırdıyorum! bilmediğimiz dillerin, kültürlerin yankısını araştırıyor. Ben de bir göçmen çocuğuydum. Bir dilin içinde kaybolmak ve yüzmek, hayal meyal hatırladığım şeyler. Bununla birlikte, artık konuşamadığım dil, o ses, bana hâlâ evimi hatırlatır. Bir aidiyetten, yuvadan söz ediyorum. Demek istediğim, dil ve ses hakkında konuşuyorsan, mekân hakkında da konuşuyorsundur. Çünkü dil, bir mekân; mekân da bir dil yaratır. Bu nedenle ilk kitap kent, ikincisi kır ve üçüncüsü göç hikâyesi gibi görünse de, bu üç kitap, mekân ve ses üzerine düşündüğüm bir sürecin, birbiriyle ilişkili ürünleri.
Edebi bir dil çocuk için anlaşılması zor mu?
Bilmiyorum. Kendi okurluğumda anladığımı sandığım bazı şeyleri neden sonra anladığımda yaşadığım şaşkınlıklar var. Belki anlamak ya da anlamamak değil de, bir yerde, mesela tam da bir tümsekten geçiyorken o cümleyi kavramaktır konu. Başıma geldi de ondan söylüyorum. Çocuklar için de durumun çok farklı olduğunu sanmıyorum. Aklı kurcalayan, aklı kurcalar. Senin önemsemediğini, üzerinde durmadığını aklın önemseyip uygun zaman için kaydeder. Üstelik her okur, kendi okurluğundan sorumludur. Her bir çocuk okurun, özgün okur olarak görülmesi gerektiğini düşünüyorum. “Çocuk okur” da “yetişkin okur” gibi sadece dilden, sesten, kurgudan, karakterden, hikâyeden, bunların birkaçından ya da toplamından etkileniyor olabilir. Yukarıdaki Prof. Derz, kızımın yarattığı bir karakter. O mesela, hikâye kadar sesten ve dilden de etkilenen bir okur.
Çocuk kitapları piyasaya sürülürken yaş sınırlaması yapılır. Seninkiler için de yapılmış olmalı. Ama bazı çocuk kitapları var ki her yaşa göre bence. Hoş, ben tüm çocuk kitaplarını yetişkinlerin de okuması gerektiğini, kendilerini bu konuda sınırlandırmamaları gerektiğini düşünenlerdenim. Ama yaşsız kitaplar da var gerçekten. Sanki seninkiler de biraz öyle; özellikle de Şehrin Göbeğini Bulamıyorum! Sen ne düşünüyorsun bu konuda?
Şehrin Göbeğini Bulamıyorum! 9+, Topur’daki Dünya 10+ ve Galiba Hışırdıyorum! 7+ denilebilir. Bu sınıflandırmaları, sınırlamaları konuşuyoruz, belki konuşmak zorunda kalıyoruz ama yetişkinlerin daha fazla çocuk kitabı okuması, çocukların da yetişkinlerin kitap raflarında dolaşabilmesi gerektiğini düşünüyorum. Bu alanların birbirlerine giriş çıkış izni var, öyle değil mi? Mesela Doppler romanından bir sahneyi, Doppler’in ormanda annesini öldürdüğü yavru geyikle sohbetini kalbimden atamıyorum. Sırf bu sahne nedeniyle Erlend Loe çocuklar için yazmış mı hiç diye baktım, yazmış. Ama şerh düşmüş; soranlara, çocuk edebiyatı mıdır değil midir bilmiyorum, demiş. Aslında epey sert olan bu karşılaşma ve sohbet sahnesinde yazarın çocuk edebiyatına yatkın olduğu duygusunu veren bir şey vardı. Nedir o diye düşündüm. Herhalde açık yüreklilik. Çok severek okuduğumuz Asa Lind’in kitaplarında da aynı açık yüreklilik var işte. Onun kitaplarını bu sebepten çocuklarımızın ellerinden kapıp tekrar tekrar okuyoruz. Ellika Tomson’un annesi Ellika’ya yaşadıkları sevimsiz bir ânı makasla kesip kesemeyeceğini soruyor ya. Az evvel çocuğuna çıkışmış bir annenin vicdan azabını okuyoruz. Biz, yetişkin olarak o azabı anlıyoruz; çocuk okur, oyun oynayarak barışmayı anlıyor belki.
Çocuk edebiyatı mı çocuk kitabı mı? İkisi arasında bir fark var mı, olmalı mı?
Edebiyattan bahsediyoruz her durumda. İyi olan var, olmayan var. Sevdiklerimiz var, sevmediklerimiz var. Tıpkı tüm romanlar, öyküler ve şiirler için olduğu gibi. Okuduğum bu kitap hangi açılardan güçlü, ne tür zaafları var vs. diye soruyoruz. Çocuk kitapları söz konusu olduğunda kitabın hacmi, cümle sayısı, konusu başka bir şeydir, edebi niteliği başka. Ama çocuk kitabı denilince, edebi açıdan doyurucu olmayan ya da derdi bu olmayan bir şey tarif ediliyor sanki.
Galiba Hışırdıyorum’da Kalabalık ülkesinde savaş başlayınca başka bir ülkeye göç etti halk. Kitabın konusu ne bu savaş ne de bu göç gerçi. Ama bu minicik dokunuş çocukta savaş başlayınca başka bir ülkeye mi göç edilir sorusunu asılı bırakıyor. Sorunca da yanıtlar geliyor muhtemelen. Özellikle erken dönem çocuk edebiyatımızda bu dokunuşlar neredeyse hiç yok. Uzun zamandır bu yaş grubu kitaplar üzerine yazan biri olarak senin genel gözlemlerin, düşüncelerin neler bu konuda?
Savaş çıkınca, afet olunca, ihmal ve istismara uğrayınca, ayrımcılıkla sınanınca, eğitim hakkı elinden alınınca, zalimlikle zorbalıkla mücadeleye mecbur bırakılınca… Başka bir yere gitme hayalinin kendisi aslında bir seçenek olmaktan çok, bir öykü konusu. Dünyada gidecek hiçbir yerin kalmadığı bir çağda, amacım biraz da kimsenin evinden isteyerek ayrılmadığı koşullarda başka dillerle, seslerle, kültürlerle temas etmenin anlamı üstüne düşünmekti. Erken dönemde ya da genel olarak çocuk edebiyatında böylesi büyük konuları ele alan kitaplarımızın olması, herhalde yetişkinlerin de bu konuları düşünme, ele alma, konuşma, tartışma ihtiyacı duymalarına bağlı. Boşanmış ebeveynlerin çocuklarının kahramanı olduğu hikâyeler mesela? Bütün çocuklar anne babalarıyla birlikte yaşıyormuş gibi davranıyor sistem. Okullar salgın nedeniyle farklı düzenlemeler yapacak gibi görünüyor, hibrit eğitim konuşuluyor vs. Haftanın birkaç gününü annede, birkaç gününü babada geçiren boşanmış ebeveynlerin çocukları hesaba katılıyor mu, bilmiyoruz. Boşanmak hâlâ tabuyken ayrı evlerde yaşayan bir kadınla erkeğin çocuğunun bir romana, öyküye mutlu bir kahraman olması, biraz zor gibi. Aklıma Sabine Ludwig’in İmdat Öğretmenim Küçüldü! kitabı geliyor. Anne babası boşanmış bir çocuğun başından geçen çok acayip, çok heyecanlı, çok komik bir roman. Üstelik sert bir boşanma yaşandığı da anlaşılıyor, anne ve baba konuşmuyorlar bile, çocuk iki farklı dünya arasında gidip geliyor. Bizim edebiyatımızda da çok güzel örnekler var. Yakın dönemde yayımlanmış Gökçe Ateş Aytuğ’un Maya’nın Ağacı, mahallelerindeki ağacı korumak için oturma eylemi yapan dedeyle torunu, mahalle dayanışmasını merkeze alıyor. İşte bu bizim konuştuğumuz bir şeydi. Ağaçları korumak, dayanışma… Solmaz Kamuran’ın Elmakurdu Rüyaları, “bilge kadın” kimdir, nedir, in midir cin midir onu açık ediyor güzelce. Bu da konuştuğumuz bir şey -bir kadının tercihleri, kendiliği. Tersi de mümkün olabilirdi, olabilir. Fakat kitapların okullarla imtihanı, çocukların kitaplıklar arasında aylaklık etme fırsatının olmaması bu ihtimali biraz kenara itiyor.
Okullar, okul etkinlikleri, öğretmenlere gelelim biraz da... Sen de okul etkinliklerine katıldın. Okuyucuyla böylesine yoğun ve birebir ilişki çok tatmin edici ve besleyici oluyor. Ancak buradaki okuyucu aslında kitabı birebir seçen değil, öğretmeninin seçtiğini okuyan konumunda ve bu durum aslında bir arkadaşın önerdiği bir kitabı okumak gibi değil sonuçta. Sen ne düşünüyorsun okullarda her yıl verilen okuma listeleri ve bunları ele almak konusunda? Yayınevlerinin bu seçimlerdeki belirleyiciliği konusunda da düşüncelerini öğrenmek isterim ayrıca...
Okul etkinliklerine sık giden biri değilim. Şimdiye dek sadece Şehrin Göbeğini Bulamıyorum! kitabı için çocuklarla buluştum. Bu buluşmalarda da çocuklarla kent sosyolojisi çalışıyormuş gibi hissettim, eve bolca “veri”yle döndüm. Bu açıdan anlamlı buluyorum bu buluşmaları. Yine bu kitap özelinde, kitabın tam da çocukların yıl içindeki ders konularıyla örtüştüğünü gördüm. Ben okula gittiğimde ya yaşadıkları kenti incelemişlerdi ya da bir sonraki derste inceleyeceklerdi. Bu örtüşme çocuk için olduğu gibi, yazar için de öğretici bence. Öte yandan, ben de önüne kitap listeleri gelen bir veliyim. Okulların bazı kitaplarda ısrar etmelerini anlayamadığım ya da listelerde hep birkaç yayınevinin adını gördüğümde şaşırdığım oldu, oluyor. Fakat kocaman bir hikâyeden bahsediyoruz. Her şeyin başka her şeyle ilişkili olduğu bir hikâye. İçinde kütüphanelerin, ödünç kitapların, bol zamanın ve boşluğun olduğu o eski ve küçük hikâyenin yerini alan yeni ve büyük bir hikâye.
O halde içinde bol zamanın, ödünç kitapların olduğu küçük hikâyeleri çoğaltmaya mı diyelim? Yoksa artık fazla mı romantik bu düşünce?
Evet, öyle diyelim.
•