Ceza ve infaz kurumları ve sistemleri, siyasi erkin çıkarlarına hizmet etmek amacıyla sıklıkla kullanılmıştır ve kullanılmaktadır. Yargının özerkliği ve normların tarafsızca uygulanması, hem tarihsel hem güncel örneklere bakınca hayal gibi gözüküyor
09 Nisan 2015 16:00
Ertem Eğilmez’in efsane filmi Namuslu’da (1984) Mutemet Ali Rıza, kendi halinde, unvanına yaraşır şekilde güvenilir, namuslu bir adamdır. Fakat üç kuruş memur maaşı yüzünden ailesinden, akrabalarından, çevresinden gördüğü muamele içler acısıdır. Paraya bu kadar yakın olup kendine çıkar sağlayamadığı için hor görülür. Örneğin, eve eli kolu poşetlerle dolu dönen komşusu, borç batağındaki Ali Rıza’ya nispet yaparak, “Bu piyasada işini bilene para bok gibi. Eee, işini bilmeyen çavuşlar, döner kıçını avuçlar” deyiverir. Fakat, bir gün roller değişir.
Mutemet Ali Rıza, bir ay başı çalıştığı dairenin maaşlarını almak için Merkez Bankası’na gider. Güvenlik görevlisi daha önce istifa ettiği için bu işi yalnız yapması gerekmiştir. Banka çıkışında iki hırsız Ali Rıza’yı soyar. Adamcağız başına gelen felaket yüzünden suçluluk ve panik içindeyken etrafı aniden sırtını sıvazlayan yeni dostlarla dolup taşar. Ne kadar reddetse de, herkes paranın onda olduğunu sanır ve yıllardır beklenen bu büyük voliye ortak olmaya çalışırlar. Ali Rıza’nın itibarı bir gecede artmıştır. Yakınında kalmak isteyenler gördükleri yerde cebine üç beş para sıkıştırıp, dillerinden hiç düşürmedikleri “günü gelinceye kadar” nakaratı eşliğinde hediyeler vermeye başlarlar. Kaz gelecek yerden yumurta esirgemeyen homo capitalismus, paraya ulaştığını düşündüğü insana elbette hediyeler yağdıracaktır. Karşılığı er ya da geç hesaba yansır, almadan vermek insan dostlarımız arasında pek rağbet görmez…
Cengiz Kırlı, son derece iyi yazılmış ve büyük keyifle okunan yeni kitabı Yolsuzluğun İcadı’nı benzer bir soru etrafında kurguluyor. Maaş kavramının henüz yerleşmediği, gerek bürokrasi içindeki patronaj ilişkilerinin gerekse taşrada eşraf, yönetici ve tebaa arasındaki ilişkilerin hediye üzerinden ifade edildiği bir toplumsal düzende karşılıklı hediyeleşme olmadan sistem nasıl yürür? Bir adım ötesinde, hangi hediyenin rüşvet olduğu nasıl anlaşılır?
Devletin en hayati mekanizmalarında köklü değişiklikler getiren yeni düzen, iktidar dağılımını da sarsmıştır. Tanzimat’ın hedef aldığı iltizam sisteminde (vergi toplama işinin ihale edilmesi) valiler ve eşraf arasında karşılıklı bir bağımlılık ilişkisi vardı. Eşraf, halk ve vali arasında köprü konumundaydı. Vergi dâhil çeşitli idari işler eşrafa ihale edilir, onlar da bu kârlı işleri üstlenmenin karşılığı olarak “hediye- baha”, “bohça- baha”, “kudumiye” gibi adlarla valilere para verirlerdi. Dolayısıyla, vali ve eşrafın oluşturduğu iktidar bloku her iki tarafın da karşılıklı ekonomik ve siyasi çıkarlarına hizmet eden bir hediye ekonomisi üzerine inşa edilmişti (s. 33- 34).
Tanzimat’ın ilanından sonra valilere maaş bağlanması, hediye alışverişinin yasaklanması, mültezim ve voyvodalık kurumlarının kaldırılmasıyla, valiler ve eşraf arasındaki çıkar ilişkileri zarar görmüş ve eşrafın taşradaki gücü azalmıştı. Üstelik herkesin gelirine göre vergilendirilmesi anlayışı çerçevesinde eşraf ciddi bir vergi yükünün altına girmişti. Vergilerin belirlenmesi ve toplanmasıyla görevli, merkezi devletin taşradaki yeni temsilcisi muhassıllar eşrafın iktidarına talip olunca, eşraf ya dostluk ya rekabet yoluyla yeni memurlardan rol çalmanın yollarını aramış, ekseriyetle bulmuştu.
Valilerin de iktidarı Tanzimat neticesinde törpülenmişti. İltizam sisteminde kullanımlarında olan gelirler önemli ölçüde ellerinden alınmış, mali özerkliklerini yitirmelerine bağlı olarak siyasi nüfuzları azalmış, üstelik yeni ceza kanunuyla bir gecede suçlu konumuna düşmüşlerdi. Öte yandan, merkezi devlet üst düzey bürokratlara yüksek maaşlar vererek iltizamdan elde ettikleri gelirle yeni sistemdeki maaşları arasında büyük fark olmamasına çalışmıştır. Bu sayede siyasi otoritesinin kırılgan olduğu taşrada en azından valilerin sadakatini garanti altına almak istemiştir.
Tıpkı taşra bürokratları gibi İstanbul’daki üst düzey bürokratların da Tanzimat’tan önce maaşları yoktu. Gelirlerinin bir kısmı kendilerine bağlı iltizamlardan bir kısmı da taşrayla olan dikey hediye ekonomisinden geliyordu. Ancak 1838 yılındaki memurlara maaş bağlanması uygulamasının ardından İstanbul bürokratlarına gönderilen paralar da denetim altına alındı. Böylece taşra yöneticileri ve İstanbul bürokratları arasındaki hediye üzerinden tanımlanan dayanışma ortadan kalkacak, kişisellikten arındırılmış bir otorite ağı kurulacaktı (s. 96-97). Ancak hediye alışverişinin yakın ilişkinin ve dayanışmanın bir göstergesi olduğu düşünüldüğünde, hediye vermekten vazgeçmek kolay değildi. Zira hediyeyi veren, her zaman bu hediyenin bir şekilde kendisine geri döneceğini biliyordu.
Cengiz Kırlı’nın derinlemesine incelediği üç paşanın yargılanmaları bir yönüyle Tanzimat’la yerleştirilmeye çalışılan yeni düzenin uygulamada hayata geçirilmesini teminat altına almak amacı taşıyordu. Taşradaki üç ayak (eşraf, vali, muhassıl) arasındaki ilişkiler, yeni tanımlanan yolsuzluk ve rüşvet mercek altına alınıyordu. Ancak Kırlı’nın da altını çizdiği gibi yargılamalar Tanzimat’ı korumaktan çok, Tanzimat’a muhalif oldukları bilinen devlet adamlarının tasfiye edilmesi sebebiyle önemlidir. Suçlamalara konu olan fiillerin hepsinin 3 Mayıs 1840’ta çıkan Ceza Kanunu’ndan önceki dönemde işlenmiş olması, henüz kanun çıkmadan yargılanacak kişilerin belli olduğu izlenimini uyandırır. Sadrazam da dâhil olmak üzere en üst makamlardan birkaç örnek kişinin yargılanması bürokrasinin kalanına gözdağı vermek içindir.
Davalar bütünüyle siyasidir, yolsuzluk ve Tanzimat’a uygunsuzluk iddiaları rakipleri ortadan kaldırmak için kullanılan yasal gerekçelerdir. Başka bir deyişle, iktidarın yeni sahipleri, yeni düzenin normlarına ve ideallerine dayanarak, geleneksel yöntemleri modernleştirmişlerdir. Siyasi rakipleri ortadan kaldırmak, 1840 Ceza Kanunu ile birlikte meşruiyetini yasallığından alan yeni bir dilin kuruluşuna işaret eder. Artık mücadele hukuka referansla ve yolsuzluk hedef alınarak yapılmaktadır (s. 62). Ancak Kırlı’nın da özenle altını çizdiği gibi, ceza kanununun ya da genel olarak bürokratik reformların tek amacının muhalif seçkinleri siyasetin dışına itmek olduğunu söylemek indirgemecilik olur. Burada amaç gerçekten de Weberci manada modern bir devletin tohumlarını atmaktır.
Fakat şu kadarını söyleyebiliriz: Ceza ve infaz kurumları ve sistemleri, siyasi erkin çıkarlarına hizmet etmek amacıyla sıklıkla kullanılmıştır ve kullanılmaktadır. Bir yanda hukukun ve yargının özerkliği, diğer taraftan normların tarafsızca uygulanması hem tarihsel hem güncel örneklere bakınca hayal gibi gözüküyor. Her iktidar, imkânı olduğunda bu gücü kullanıyor. Örneğin, Tanzimatçı kanadın 1841 yılından itibaren tasfiye edilmesinin ardından, mahkum olunan paşaların affedilmeleri yargılamaların siyasi niteliğini açıkça ortaya koyar. Güncel örneklerimiz ne yazık ki saymakla bitmiyor. Beş yıl önce çalınan KPSS sorularının akıbetinin ancak bugün aranmasından Yüce Divan’a yollanmayan dostlara, Ergenekon’dan Balyoz’a, her türlü şiddet olayından aklanan güvenlik güçlerinden her türlü muhalif eylemde hayatını yitiren, hakları çiğnenen, dayak yiyen, göz altına alınan gençlere, iktidarın hukukla ilişkisinin siyasi saikleriyle paralel olduğu yadsınamaz.
Rüşvet, yolsuzluk ve hukuki mekanizmaların siyasi amaçlarla manipüle edilmeye son derece açık oluşunu merkeze alan kitap, dönemin toplumsal yapısı hakkında da zengin. İlk bölümde adeta polisiye bir roman gibi heyecanla takip edilen, Edirne’de Sultan Selim Camii’nin imam ve hatibi Mustafa Efendi cinayeti çerçevesinde Tanzimat dönemi cinsellik, gece hayatı ve eğlence, cemaatler arası ilişkiler hakkında çok katmanlı ve zengin bilgiye ulaşabiliyoruz. Aynı şekilde, ikinci bölümde değinilen, yeni karantina uygulamasına direnen ve hatta doktoru rehin alan kadın eylemciler, Tanzimat dönemi toplumsal mücadelelerde kadınların rolünü ortaya koyuyor.
Tarihsel anlatıda çocukların görünür olması da oldukça dikkat çekici. Cinayet vakasının Rumlar ve Müslümanlar arasında bir mukateleye yol açacağı şaibesinin yayılmasında, sıradan ailelerin çocukları tarihsel aktörler olarak rol oynuyor. Cinayeti Rumların işlediği görüşünün kabul görmesinin ardından gerilen sinirler, biri Müslüman diğeri Rum, iki kız çocuğunun kavgasında boyut değiştiriyor. Bu iki çocuk çeşmede su doldururlarken kavga ediyor ve Rum çocuk Müslüman çocuğa “Birkaç güne kadar bak biz size ne edeceğiz” diyerek gözdağı veriyor. Müslüman kız olayı babasına anlatıyor, babası da kızını ve mahalleden birkaç kişiyi yanına alarak gece yarısı valiyi görmeye gidiyor.
Edirne’deki Rum Metropoliti de valiyi ziyaretinde, Müslümanlar arasında dolaşan dedikoduların asılsız olduğunu, padişahın en sadık kulları olduklarını, güvensizliği bertaraf etmek için kendi çocuklarını rehin vermeye hazır olduklarını ifade eder. Bir yanda çocukların sözüyle siyasi şiddetin kapıda olduğuna hükmeden bir baba, öte yanda gerginliği bertaraf etmek için cemaatin çocuklarını pazarlığa dâhil eden bir din adamı. Siyasi eylemlilikleri her zaman sorunsallaştırılsa da çocukların toplumsal olayların merkezinde olduğunu açık eden bu iki örnek çocukların tarihini yazanlar için çok değerli.
İzmit valisi Akif Paşa’nın azlinde de bir çocuğun rol oynaması ilginç. Yalovalı Müslüman bir kadının şikâyetine göre, kocasının zaptiye nöbeti nedeniyle İzmit’te bulunan ailenin çocuğunu gören Akif Paşa, adamlarını göndererek çocuğu hanesine getirtir ve himayesine alır. Bursa’ya giderken çocuğu yanında götürmek isteyince baba isyan eder, fakat vali tarafından hapse atılır. Kız mı erkek mi olduğu ve niçin alıkonulduğu bilinmeyen çocuk iddiaya göre yolda firar eder, ancak evine de dönmez. Ancak çocuğun kaçtığı bilgisi, çocuk kaçıran valinin kendisinden geldiği için, ortada gerçekten bir firar vakası mı var yoksa çocuğun başına daha kötü bir şey gelmiş olabilir mi bilmiyoruz.
Yargılamalar esnasında savcı pozisyonunda bulunan Mustafa Reşit Paşa’nın vali Nafiz Paşa’ya ayar vermek adına, “çocuğun saçma lafına bakıp” halkı endişeye sürüklemişsiniz demesi de yakışmamış doğrusu. Ne demişler Koca Reşit, çocuktan al haberi…