"Ölmeyi Öğrenmek, Spinoza’nın Etika'sına bir saygı duruşu, bir aşk mektubu..."

Irak’ta Amerikan askeri olarak savaşa tanıklık eden ve sonrasında ordudan ayrılıp sivil itaatsizlikte karar kılan Roy Scranton'la Ölmeyi Öğrenmek kitabı üzerine konuştuk...

18 Nisan 2019 11:00

Roy Scranton, Irak’ta bir Amerikan askeri olarak savaşa tanıklık etmiş, nihayetinde “eve döndüğünde” ordudan ayrılıp sivil itaatsizlikte karar kılmış bir yazar. Hatta yazarın savaş karşıtlığı üzerine Savaş Pornosu adıyla bir romanı da bulunmakta. Scranton, lisansını ve yüksek lisansını tamamladıktan sonra Princeton’da doktorasını yaptı. Hâlâ Notre Dame Üniversitesi'nde ders vermeye devam ediyor.

Yazar, ekoloji temelli kışkırtıcı kitaplara imza atan biri olmasının yanı sıra, iklim değişikliği karşısında önde gelen aktivistlerden. Learning to Die bu kitaplardan ilkiydi. Bu kitap, geçen aylarda Edebi Şeyler’den Ölmeyi Öğrenmek adıyla yayımlandı. Kitap 2015’te City Lights’tan yayımlandığında, ABD’de uzun süre “çok satanlar” listesinde kalmayı başarmıştı.

Ölmeyi Öğrenmek (Uygarlığın Sonu Üzerine Düşünceler), toplumu ve insanlığı bekleyen felakete ve yeni yaşama dair felsefe temelinde yazılmış bir yaşam savunusu. Scranton ile Ölmeyi Öğrenmek ve gezegenin geleceği üzerine konuştuk. 

Kısa ama zor bir soruyla başlayalım. Geleceğin dünyası nasıl görünüyor ve bu gelecek ne zaman geliyor?

İşler değişmeden gidişat böyle devam ettiği takdirde, 2050 yılına kadar 1.5 ila 2 derecelik bir ısınma bekleyebiliriz. Bu ısınma kimi felaketlere yol açacak. Kuraklıklar, artan fırtınalar, tarımsal üretimde çöküşler, yükselen deniz seviyeleri, orman yangınları, eriyen kuzey kutup bölgesi… Bu, doğrusal düşünerek, yani artışın şimdiki hızıyla devam ettiğini varsayarak yaptığımız bir tahmin. Fakat şöyle bir sorun var: Jeolojik kayıtlardan görebildiğimiz kadarıyla, yeryüzünün tarihinde hiçbir zaman atmosfere bu kadar kısa sürede bu kadar fazla karbon salınmamış. Gezegenin iklimi üzerinde kontrol edemediğimiz bir deney başlatmış durumdayız. Daha önce hiç karşılaşmadığımız bir durum bu ve neyin ne kadar hızlı gerçekleşeceğini kestirebilmemiz mümkün değil.

İklim değişikliğinin en ürkütücü taraflarından biri, meydana gelecek olayların ayrıntılarını bilemiyor olmamız. Mesela geçmişte çok kısa bir sürede çöktüğüne dair bulguların olduğu Batı Antarktika buz tabakası ne kadar çabuk çökecek? Olur da yakın zamanda çökerse, birkaç 10 yıl içerisinde deniz seviyesinde 3 ila 5 metrelik (belki daha da fazla) bir artışa tanıklık edebiliriz.

Geçen haftalarda, karbondioksitin bulut dinamiklerine etkisini inceleyen bir araştırma yayımlandı. Hatasızlık payı yüksek, güçlü simülasyonlar kullanan bu araştırmaya göre, atmosferdeki karbondioksit yoğunluğu 1200 ppm’ye çıktığı takdirde -ki 2100 yılı gibi bu yoğunluğa çıkması mümkün- subtropikal bölgelerde bulunan yığın bulutlar (stratokümülüsler) yok oluyor. Bulutlar yok olup güneş ışınımı yansıtılamayınca, dünyanın yüzeyine gelen ışıma fersah fersah artıyor ve yeryüzü çok daha hızlı bir şekilde ısınıyor. Yani gidişat böyle devam ederse, yüzyılın sonuna kadar 4-5 derecelik bir ısınma ve sonrasında bu bulutların yok olduğu durumda 8 derecelik bir ısınma daha bekleniyor. Yüzyıl sonunda 12 derecelik bir ısınmadan bahsediyoruz. Yeryüzünü tanınmaz hâle getirecek, akıl almaz bir ısınma bu.

2100 yılından mı bahsediyoruz?

Evet, 2100. İklim değişikliğiyle ilgili birçok bilimsel gerçek var. 1- İklim değişikliği var. 2- İklim değişikliği hızlanmakta. 3- Dünyanın her yerinde insanların hayatını ve altyapı sistemlerini feci bir şekilde etkileyecek, ıstırabı büyük olacak. Fakat benim biraz önce demek istediğim, bilmediğimiz çok fazla şeyin de olduğu. En ürkütücü olan şeyler bu bilmediklerimiz zaten: dünyanın iklim sisteminde meydana gelebilecek beklenmedik ve ani değişiklikler ve bu değişikliklerin yeryüzünün altını üstüne getirme ihtimali. 

Kaldı ki bu sözünü ettiklerim, iklim değişikliğinin sadece çevresel etkileri. Zincirleme bir şekilde gerçekleşen politik ve sosyal etkilerinden bahsetmiyorum bile. Suriye İç Savaşı’nın başlamasında ülkede yaşanan kuraklık ve tarım krizinin payı var diyebiliriz. Bu savaş Akdeniz ülkelerinde mülteci krizine, bu kriz de Avrupa’da otoriterleşmeye, artan milliyetçiliğe, mülteci düşmanlığına ve Brexit gibi politik olaylara yol açıyor. Brexit’in sebebi iklim değişikliğidir demiyorum ama değişen iklimin siyasete, altyapı sistemlerine ve yönetim şekillerine uyguladığı baskıları görebiliyoruz.

Konu iklim değişikliği oldu mu sıklıkla yüz yıl sonra sular altında kalmış şehirlerden bahsedilir. Fakat böyle sarsıcı bir noktaya gelmeden önce altyapı sıkıntıları, sıcak hava dalgaları gibi kulağa çok da korkutucu gelmeyen fakat milyonları öldürebilecek olaylar bekleniyor. Kitabınızda anlattığınız iklim değişikliğinin bu daha “gündelik” etkileri okuyanı can alıcı bir noktadan yakalıyor.

İklim değişikliği tekil bir olay değil. Bu yüzden ne olduğunu kavramak, baş edebilmek ve yapıcı bir şekilde üzerine düşünebilmek çok zor. İklim değişikliği suların yükselip de New York’u yutması değil. Olup bitecek, sonrasında da verdiği zararı tamir etmemizi gerektirecek bir şey değil yani. İklim değişikliği, yeryüzünün hemen yanı başımızda değişiyor olması. Gerçekleşmesini beklediğimiz bir şeyden ziyade hâlihazırda içinde olduğumuz bir süreç. Günbegün hayatlarımızı ve yaşadığımız dünyayı saymakla bitmeyecek kadar çok şekilde değiştiren, onunla beraber yaşayabilmeyi öğrenmemiz gereken bir şey. 

İklim değişikliği uzun bir süre boyunca duyduğum ve haberdar olduğum bir şeydi ama ne anlama geldiğini kavramam yıllar aldı. Sizin kitabınız bu gerçekliğin bana tam anlamıyla çarptığı andı. İklim değişikliğinin anlamını ilk kez kavradığınız ânı hatırlıyor musunuz?

Princeton Üniversitesi’nde doktora yaparken Cornell Üniversitesi’nde Kritik ve Teori Okulu’na (The School of Criticism and Theory) katılma fırsatım olmuştu. Postkolonyel düşünce ve Antroposen üzerine bir seminere yazılmıştım. Antroposen teriminin ne demek olduğunu tam bilmiyor ve merak ediyordum. Bir de tezim dışında da bir şeyler üzerine düşünmek istemiştim. Bu seminer için iklim değişikliğinin ne olduğunu ve sonuçlarının ne olacağını araştırırken, Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli’nin (IPCC) ve Dünya Bankası’nın raporlarını okudum. Çok şaşırmıştım. IPCC’nin ve Dünya Bankası’nın raporlarına göre, dünyanın enerji altyapısını kökten değiştirmezsek feci bir durumla karşılaşacaktık. Ve yaşanacak zincirleme felaketler biz hayattayken gerçekleşecekti. Bunun idrakına daha önceden varmamıştım. İklim değişikliğinin mühim bir şey olduğunu biliyordum bilmesine ama hep ötelemiştim. Uzak bir gelecekti ne de olsa. Bu muhafazakâr, bürokratik kurumların hazırladığı belgelerde yazılanlar ise küresel uygarlığın çöküşüyle karşı karşıya olduğumuzu beyan ediyordu. Bu belgelere bakarken anladım. O an ilk defa çarptı bana. Ve o yaz boyunca her gün bunu düşündüm. Ne anlama geldiğini, hayatım için ne ifade ettiğini düşündüm. Durdurabilmek için bir yol varsa eğer, o yola girecektim. Ölmeyi Öğrenmek, bu sorunla yüzleşme ve uzlaşma çabamdı.

Akademi, sivil toplum, ordu gibi pek çok farklı yerde farklı topluluklara konuşuyorsunuz. Bu farklı ortamlarda ve farklı ülkelerde tepkiler de değişiyor mu? Yoksa genel bir mutabakat mı var?

Önemli bir soru zira türlü türlü tepkiler alıyorum. Fark ettiğim şeylerden biri, bu meseleye olan tepkilerin geçen yıllarda önemli ölçüde değişmiş olması. Ölmeyi Öğrenmek 2015 yılında ilk kez yayımlandığı zaman, pek çok insan bu kitapta anlatılanları okumaya hazırdı. Fakat hatırı sayılır bir muhalefet de oldu, özellikle kitabın tezini “Artık yapılabilecek bir şey kalmadı, pes etmemiz gerek” diye okuyan politik aktivistler tarafından. Pek çok akademisyen de kitabı farklı bir noktadan eleştirdi. Antroposen fikri ya çok insan odaklıydı, ya da dünyadaki tüm insanların etkisini eş görüyor, millet, sınıf, ırk ve cinsel kimlik ayrımlarını göz ardı ediyordu. Pek çok insan da henüz iklim değişikliğinin dehşet verici vahametini ve yaratacağı sonuçları idrak etmemişti. Sorunun varoluşsal boyutu hâlâ çok yeniydi.

Geçen yaz yeni kitabım yayımlandı We’re Doomed, Now What? (Sonumuz Karanlık, Peki Şimdi Ne Yapacağız?). Son 10 yılda iklim değişikliği ve savaş üzerine yazdığım makalelerin toplandığı bu kitapla bir kitap turuna çıkmıştım. Tur esnasında okurlarla konuşurken, artık herkesin yaklaşmakta olan bu yıkıcı sürecin farkında olduğunu fark ettim. Özellikle Amerika’nın batı ve doğu yakasında yaşayanlarda böyle bir dönüşüm gerçekleşmiş durumda. İnsanlar bununla başa çıkabilmeye çabalıyor. Evet, iklim değişikliği olmakta. Evet, kontrolümüzün dışında. Ve evet, iklim değişikliğinin önünü alamayabiliriz. Peki, ne yapabiliriz? Azaltım çabaları ne ölçüde faydalı olacak? Ya azaltım çabaları yeterli olmaz ve her şey yokuş aşağı gitmeye başlarsa? İnsanlar artık “İklim değişikliği diye bir şey var, haberim de var” demekle yetinmiyor. İklim değişikliğinin kendi hayatlarını etkileyecek bir şey olduğunu anlıyor ve içselleştiriyorlar.

Görmeye ömrümüzün yeteceğini bilmek... 

Evet ve bu yeni bir şey.

Tepkiler ülkeden ülkeye değişiyor mu peki?

İklim değişikliği üzerine konuşmak için yurt dışında seyahat etme imkânım çok olmadı. Kısıtlı deneyimimden bir sonuca varmam zor. Yine de anlatayım. Yakın geçmişte İsveç’e bir konuşma yapmak için gittim ve manidar olacak ama (özellikle İsveç’in orman yangınlarıyla dolu çok sıcak bir yıl geçirdiğini düşünürsek), okurlar tarafından çok sıcak bir şekilde karşılandım. Kitaplarım çok beğenilmiş. Ama aynı zamanda bir grup insanın muhalefetiyle de karşılaştım. Biliyorsunuz, İsveçli 16 yaşında meşhur bir iklim aktivisti var: Greta Thunberg. Tüm yaptıklarını takdir ediyorum fakat içinde bulunduğu politik sistemin amaçlarına ulaşabilmesine olanak sağlayacağını düşünmüyorum. Yani kısacası, çocukların iklim boykotunun bir şeyleri değiştireceğini düşünürsek yanılgıya düşeriz. Bu çocukların n’olur bizi gelecekten kurtarın diye bizlere yakarması ve bu yakarışlarının sonuçsuz kalması çok acıklı bir şey. Kimse kurtarmayacak onları. İsveç’tekiler çok hoşnut kalmadı bu dediklerimden.

Bir de, Rolling Stone dergisi için Amerikan işgalinin Bağdat’ı ne hâle getirdiği hakkında bir makale yazmak için yıllar sonra tekrardan Irak’a gitmiştim. Bağdat’ta her türlü kesimden insanla konuşurken, bölgenin en nüfuzlu çevre örgütüyle de görüşmüştüm. Kimse iklim değişikliğiyle ilgilenmiyordu. Endişe duydukları şeyler bombalı saldırılardı, IŞİD’di. Endişe etmeye fırsat bulabildikleri çevresel sorunlar ise zayıflatılmış uranyumun tehlikeleriydi, kuraklıklardı, Saddam’ın kuruttuğu bataklıklardı. İklim değişikliğinden bahsedebilmeye başlamadan önce çok daha gerçek ve ciddi sorunları halletmek gerekiyordu. Bu yüzden bir bakıma iklim değişikliğinden endişe duyabilmek bir ayrıcalık, bir lükstü. Endişelenecek o kadar çok şey var ki ve bu şeyler de giderek artmakta. İklim değişikliği içinde yaşadığımız küresel belanın sadece bir yüzü.

Sizi umutlandıran bir politik hareket var mı? Mesela Yeşil Yeni Düzen’in (Green New Deal) iklim değişikliğiyle mücadele etmek için İkinci Dünya Savaşı sırasındaki seferberliğe benzer bir boyutta topyekûn seferberlik çağrısı yapması? Günümüzün politik ikliminde değişim için bir potansiyel görüyor musunuz?

Kısa cevabım, hayır. Uzun cevabım ise, Yeşil Yeni Düzen’in önemli bir adım olduğu. Tartışabilmeye başlamamızı sağlayan bir adım. Fakat Amerikan politik sisteminin nasıl bir yapısı olduğunu ve ekonomik elitlerle şirketlerin gücü elinde tuttuğunu düşünür ve bu grupların ellerindeki güçten vazgeçmek için henüz bir istek göstermediklerini göz önünde bulundurursak, çok da umutlu olduğumu söyleyemem. Ne Exxon, ne Google, ne de Amazon küresel ekonomik düzeni baştan aşağı değiştirmeye meraklı görünüyor. Sadece ekonomik düzeni de değiştirmek yetmiyor, aynı zamanda atmosferdeki karbonu temizleyebilmek için spekülatif teknolojilere trilyonlarca dolarlık yatırım yapmamız gerekiyor. Gücü elinde tutanlar bununla da pek ilgilenmiyor. İlgilenegeldikleri şeylerle ilgilenmeye devam ediyorlar: nasıl daha fazla para kazanır, nasıl daha fazla güç toplarız. Şu aşamada toplumsal hareketlerin devletin çarklarına müdahale edebildiğini düşünmüyorum. Vatandaşlar olarak bir gücümüz yok. Seçim esnasında sisteme dâhil olmamıza, bu oyunu oynamamıza izin veriliyor, ama ülkenin politik mekanizmasının nasıl işlediğine dair bir fikrimiz yok.

Hadi, diyelim ki olabilecek en iyi ihtimallerden biri gerçekleşti. Yeşil Yeni Düzen Temsilciler Meclisi’nden de Senato’dan da geçti. Sonrasında başkana gitti, başkan da imzaladı ve bu plan yasalaştı. Ve diyelim ki Yeşil Yeni Düzen’e Amerikan ekonomisini 10 yıl içinde fosil yakıttan arındıracak dayatmaları gerçekleştirecek bir güç verildi. Olasılığı çok az olsa da bunların hepsi oldu diyelim. Bunlar olsa da hâlâ sadece ABD’deyiz. Çin’in önümüzdeki 20 yıl içinde ABD’nin önüne geçerek dünyanın en büyük ekonomisi hâline gelmesi bekleniyor. Çin sera salınımı en yüksek olan ülkelerden biri. Hindistan ve Rusya’da endüstrileşme artıyor. Dünyanın geri kalan ülkeleri var. Eğer ABD böyle bir şey yapmaya kalkarsa, tüm dünyaya öncülük etmesi gerekecek. İsveç ve Danimarka gibi kimi küçük ülkeler karbon salınımlarını sınırlandırmakta ve çözümler üretmekte. Fakat resmin bütününe baktığımızda, geçen yıl küresel salınımların arttığını görüyoruz. Paris Anlaşması da dâhil olmak üzere ülkeleri hesap vermeye zorlayacak bir sistemimiz yok. Küresel salınımlara çözüm üretmek için herkesin birlikte çalışması gerekiyor. Dünya çapında bir çözüm bulmamız gerekiyor. Bunun da mümkünatı varmış gibi görünmüyor.

En iyi ihtimallerden bir başkası. Diyelim ki karbondioksit salınımlarını tamamen durdurduk. Buna rağmen okyanusların bugüne kadar emmiş olduğu karbondioksit miktarı, suya karışmış tarımsal atıklar, toksinler ve sebep olduğumuz onlarca şey yüzünden 2050 yılı gibi okyanuslarda canlı yaşamı yok olmuş olacak. Yeryüzünü bambaşka bir şeye dönüştürdük. Küresel ısınmayı kontrol edebilmeyi başarsak bile, dünyadaki çoğu canlının soyunun tükendiği, kitlesel bir yokoluşun ortasındayız. Biyosfer bütünüyle değişmekte. 2100 yılına kadar dünyadaki böceklerin soyunun tükeneceğini ileri süren bir araştırma vardı. Bu sonuca nasıl varıldığıyla ilgili sorular var tabii. Fakat 2100 senesinde böceklerin soyunun tükendiğini ya da çoğunun öldüğünü düşünelim. Biz insanlar yaşadığımız bu yeryüzünü kökünden değiştirmiş durumdayız. Ve bu dönüşüm, içinde yaşadığımız bu karmaşık küresel karbon kapitalizmi, varoluşumuzu büyük bir tehlikeye atmış durumda. Akıl sağlığımızı korumak için bu yaptıklarımızla yaşayabilmenin bir yolunu bulmamız lazım.

Kitabınızın yaşamı olumlayan güçlü bir tarafı var. Geriye dönüp baktığınızda, uygarlığın güzelliği neydi dersiniz?

Şu an ofisimde düşüncelere dalıp bir cevap bulmaya çalışırken kitaplığıma bakıyorum. Şiir kitapları, romanlar, tarih kitapları, çizgi romanlar, Dungeons & Dragons kural kitapları --artık oynamıyorum gerçi... Benim için bu sorunun cevabı bu kitaplıkta yatıyor. Vaktinden önce gelişmiş, edepsiz bir primat türüyüz. Alet kullanmakta ve toplumsal düzenler kurmakta çok becerikliyiz. Yeryüzünü fethettik ve yakarak ucuz enerji üretebildiğimiz sihirli yapışkan bir madde bulduk. Bu madde hepimizi öldürecek.

Ölmeyi Öğrenmek, Spinoza’nın Etika'sına bir saygı duruşu, bir aşk mektubu. Spinoza için insanın ulaşabileceği en büyük mutluluk Tanrı'yı tanımak, sezgiyle bilmek, Tanrı'ya karşı zihinsel bir sevgi duymaktır (Amor Dei Intellectualis). Spinoza için Tanrı evren, Tanrı her şeydir, hepimiz Tanrı, hepimiz Tanrı'nın parçasıyızdır. İnsanın ulaşabileceği en büyük mutluluk bu kavrayıştır, evrenin kendini kavraması, sevgiyi yansıtabilmesidir.

Yaşadığımız dünyayı, bu akıl almaz evreni anlamamıza ve hakkında düşünebilmemize olanak sağlayan müthiş bir kabiliyetimiz var. Belli şeyleri anlayabiliyor, üzerine tartışabiliyor ve bu kavrayışı estetik olarak etkileyici nesnelere dönüştürebiliyoruz. Dünyayı anlamlandırarak güzel müzikler, şiirler, kitaplar üretiyor, ve bu eserler aracılığıyla birbirimizin kalbine dokunuyor, evrenin karmaşıklığını hissediyoruz.