Sema Kaygusuz'un metinlerinde canlı, cansız her bir varlıkla heteronormatif ve insan merkezindeki ekoloji reddediliyor ve yazar, anlatıcı; motif ve metaforlar aracılığıyla efsane, mit, masal ve bellek örüntülerinden faydalanıyor
27 Aralık 2018 13:40
Sömürünün böylesi derinleştiği bir çağda hayvanla insan arasındaki ortak zihin üstüne düşünmek, küçük burjuvanın yararsız felsefe üretme özentisinden başka bir şey değildi. (Yüzünde Bir Yer s. 60)
Sema Kaygusuz’un Yüzünde Bir Yer romanı pagan inançlardan, peygamberlerin hatta daha tanrıların olmadığı “insanın yediği kadar avlandığı” çağlardan bu zamanlara uzanıyor. Anlatıcının “düşünmemizi istemediği” (s. 29) bambaşka uzamlar arasında deviniyor bu metin. Bir incirin coğrafyasına, anlatıcının bize göz olduğunu düşündürdüğü, bedende buruna yakın bir yerin tanıklığıyla.
Kaygusuz’un metinlerinde canlı, cansız her bir varlıkla heteronormatif ve insan merkezindeki ekoloji reddediliyor ve bu sabit anlayışı yıkmak üzere yazar, anlatıcı; motif ve metaforlar aracılığıyla efsane, mit, masal ve bellek örüntülerinden faydalanıyor. Özellikle Yere Düşen Dualar ve Yüzünde Bir Yer’de. Bu metinlerde mitlerin, masalların, geleneklerin ters yüz edilerek yeniden üretimi, kurgu ve içerikteki müphemlikler, bir türün diğerine üstün gelmeyişi, okurunun Yere Düşen Dualar’dan aşina olduğu izlekler. Kaygusuz’un bu metinlerinde her bir varlık salt ikiliklerle kurulmadığından ve bu ikiliklerle karşıtlıkların belirlediği normların reddedilmesinden ötürü, metinlerdeki eko-feminizme içkin ekoloji anlayışı queer ve insan sonrasıyla bütünleşmiş hâldedir. Ayrıca Yüzünde Bir Yer’de ekoloji, sınırlandırılmış mevcut özellikler ve ilişkilerle sunulmuyor. Dahası romandaki ekolojik bakış basmakalıp yargıların ötesinde. Bu metinde alışıldık doğa mitleri, kuşaktan kuşağa aktarılan sözlü kültür anlatıları ve kavramlar, eko-feminist perspektifle yazılmış.
Dünyada taksonominin ve heteronormların dengesini bozan pek çok “tuhaflığın” olması queer çalışmaları için pek şaşırtıcı değil. Ancak bitkilerin, hayvanların, her bir oluşun, keskin sınırları olmadan seyretmesi; cinsiyet, cinsellik, queer, hayvan ve insansonrası çalışmalarının etkisiyle ekoloji içerisinde daha dikkat çekici hâlde. Bu konudaki çalışmalarıyla tanınan feminist çevrebilimci Catriona Sandilans; botanik ve çevrebilim çalışmalarını, eko-feminizm, ayrılıkçı feminizm, lezbiyen feminizm, queer politikalar perspektifinde sürdürüyor ve bu bağlamda edebiyat metinlerini de inceliyor. Kendisi Queer Ecologies: Sex, Nature, Politics and Desire’ın (Queer Ekolojiler: Cinsellik, Doğa, Politikalar ve Arzu’nun) editörlerinden biri. Sandilands, varolmanın antroposentrik (merkezine insan alan çevre yaklaşımı), heteronormatif yönlerinin ve figürlerinin her bileşen tarafından kesintiye uğratıldığını vurgulayan önemli isimlerden biri. Onun çalışmalarını farklı kılan, Sandilands’ın bu kesintilerin ve “tuhaflık”ların sadece insan ve hayvanlarda değil, bitkilerde de olduğuna dikkat çekmesi. Ona göre bitkiler sadece pek çok kuram, teori ve çalışma içerisinde görmezden geliniyor ve insanın yanı sıra hayvan çalışmalarında da göz ardı ediliyor. Oysa bu “tuhaflığın”(/queerliğin) bitkilerde de pekâlâ görüldüğünün altını çiziyor.
Bu bağlamda Sema Kaygusuz’un Yüzünde Bir Yer romanına queer ekoloji perspektifinden bakıldığında metin, okura pek çok imkân tanıyor. Ben de bu imkânlardan faydalanarak yazarın Yüzünde Bir Yer’i, incir lisanı[1] olarak tarif etmesinden destekle, incelememi inciri odak alarak yapacağım.
Radikal gazetesinden Burcu Aktaş’ın Sema Kaygusuz’la yaptığı röportajda Kaygusuz, her yazardan doğayla ilgili beklenti içerisinde olunması gerektiğini ifade eder. Ayrıca şunları söylemektedir: “Biz doğaya aitiz. Benim biraz eko-feminist bir bakış açım vardır. Taşı, toprağı, kendi azabını çeken hayvanlar âlemini görmezden geldikçe kendi şehirlerimize sığamayan, birbirini mahveden varlıklar haline geliyoruz. Bizim uygarlıkla olan ilişkimiz yanlış. Kumsaldaki taşların bile hakkını savunarak başlamalıyız canlılığı kutsamaya.” (Aktaş, 2009) Nitekim Kaygusuz’un metninde bir yandan queer ekoloji potansiyelleri sergilenirken öte yandan metin, eko-feminist ritüellerin icra edildiği kurmaca platformu.
Kadın ve doğanın tahakküm altına alınmasıyla ilintili politik, sosyal, kültürel bir hareket ve kuram olan eko-feminizm; doğa tahribinin fazlasıyla arttığı ve feminist hareketin iyice güçlendiği dönemde ortaya çıkar. Hem kadın hem de doğanın baskı altına alınmasındaki benzerliklere yoğunlaşan bu akım, çevre eylemlerinin hız kazandığı 1970’lerde feminist hareketle birlikte yol almaya başlar ve ekolojiyle feminizmin tam birleşimi 1990’ları bulur. Irene Diamond ve Gloria Feman Orenstein derledikleri Reweaving the World: The Emergence of Ecofeminism (Dünyayı Yeniden Örmek: Ekofeminizmin Doğuşu) (1990) adlı kitapta eko-feminist hareketin Batının erkek merkezli ve insan merkezli önyargılarını yıkmakla sona ermediğini; erkek/kadın, kültür/doğa, aktif/pasif, akıl/beden ve mantık/duygu gibi ikilemleri eleştirerek bütün hayatların sürdürülebilirliğini sağlayacak biyolojik ve kültürel çeşitliliğe değer verip onu destekleyecek yeni hikâyeler örmeyi amaç edindiğini belirtir. (s. 11) Eko-feminizm, hiyerarşi üzerine kurulu bu ikilemleri alaşağı etmek ve karşıtlıkların ikinci kısmında kalanların, tahakküm altındakilerin değerlerini yükseltmeyi amaç edinir. Yine aynı kitapta Ynestra King, türlerin kurtuluşunun, insan doğa ilişkisinin, insan içermeyen doğanın yeniden anlaşılmasının; doğa-kültür ikileminin yıkılarak feminizmle birlikte toplumda radikal yeni bir yapılanmayla mümkün olacağını belirtir. (s. 111-13) Ve Sema Kaygusuz’un Yüzünde Bir Yer romanının tam burada, bir ayağı eko-feminizme diğer ayağı da queer ekolojiye basmaktadır.
Eko-feminizm ataerkiye, erk diline, gezegenin yaşamaya devam edebilmesi ve kadınların güçlenmesi adına karşı çıktığını savunur. Eko-feminizmle ataerkil dil, din ve kültüre karşı, tanrıça temelli ruhsallıkları yeniden yaratma, yeni ritüeller icat etme veya yeni dilsel stiller keşfetme amaçlanır. (Elizabeth Carlassare, 1999, s. 95) Eko-feminizm içerisindeki tinsellik, aslında dünyadaki tüm yaşamın birbirine bağlı olduğunu vurgulayarak ve bu bağlılık nedeniyle insanların ve hatta diğer canlıların içerisinde bir kutsallık barındırdığını varsayarak yola çıkar. Mellor’a göre kültürel eko-feministler, alternatif tarih yazımı ve erkek tanrı temelli dinin ritüellerinden farklısını yaratmak için çeşitli pratikler gerçekleştirirler. Örneğin mitlerin yeni bir biçimde anlatılması, temsillerin değiştirilmesi, resimler, edebi metinler, kurmaca dışı yazılar, ayinler, cadı meclisleri, pagan ayinleri, doğanın selamlanması, organik üretim birlikleri gibi birçok farklı faaliyet ve yöntemle ifade etmektedirler (Mellor, 1992, s. 72). Bunlar gibi pratikler edebiyatta da ritüellerin kullanımı ve dönüştürülmesi açısından eko-feminist okumaya zemin sağlamaktadır. İşte Kaygusuz’un bu romanında eko-feminist ritüel ve pratiklerin birçok parçası yer almaktadır.
Timothy Morton 2010 yılında yayımlanan “Queer Ecology” makalesinde (s. 273) queer kuramla alınacak yolun tüm ikili karşıtlıkları yıkmada, özellikle doğanın heteroseksüellikle özdeşleştirilmesinin yıkımında ekolojiye, insana ve insan dışı tüm doğaya büyük fayda sağlayacağını belirtir. Queer kuramın normlara ve normun üretim sürecine bakışı, doğallaştırılan birçok anlayışı sorgulaması ve eleştirisi, eko-eleştirinin de temellerinde yatmaktadır. Bu iki kuramın bir araya gelmesiyle oluşacak “patlama” queerin arka planıyla; Queering the Non/Human’da [İnsan Ol(mayan)ı Queerleştirmek] belirtildiği üzere queer eko-eleştiri belirsizliğe, tanımlanamayabilirliğe, absürdlüğe, bilinmezliğe, düşünülmezliğe, imkânsızlığa, anlaşılmazlığa ve temsil edilmeyene vurgusuyla normların oluşturduğu engelleri ortadan kaldırmayı ve alternatif bakış açıları yaratmayı başaracaktır. (aktaran Yılmaz, 2012, s. 213)
Peki ne menem bir şeydir queer ekoloji ve eko-eleştiri? Queer Ecologies (Queer Ekolojiler) giriş kısmında şöyle ifade edilir: Geleneksel, söylemsel, bilimsel, mekânsal, politik ve etik olarak var olan doğa ve cinsiyet arasında süregelen bir ilişkinin söz konusu olduğu ve daha nitelikli, etkili cinsel ve çevresel anlayış kazanmak için bu ilişkinin irdelenmesi queer ekoloji ve eko-eleştirinin alanına girer. (s. 5) Öyleyse queer eko-eleştiri de cinsellikle doğa arasındaki ilişkinin incelenmesi ve cinsellikle doğanın sosyal, kültürel ve politik açılardan norm dışında kalanların tahakküm altında bırakıldığını, normların sürdürülmesindeki etkenleri açığa çıkarır denilebilir. Nitekim queer, cinsel yönelim ve cinselliklere dair kategorileri de bir yandan eleştirir ve bu sınıflandırmaların sürdürülmesini sorunsallaştırır. Bunlar bağlamında bakıldığında Morton’un öne sürdüğü queer ile eko-eleştiri ilişkisindeki ortak nokta, iki tarafın da özcülük karşıtı olmasıdır. (s. 275)
Kaygusuz’un metnine bakacak olursam Yüzünde Bir Yer, inciri “gerçek yurdu bilen” ve inciri ev sayan kadınların çevresinde biçimlenen bir roman. Evin anlamının incirle bütünleşik olduğu; Eliha’nın, Bese’nin, Bese’nin torunun büyülü anlatısı. Peki nasıl bir incir? “Çift eşeyli, çift cinsiyetli, arzulu, davetkâr, hermafrodit”, kısaca “yoldan geçenleri kara delik gibi merkezine çekip kendi macerasını yaşatan” (s. 25) bir ağaç, meyve, canlı, ruh, beden, göz, dost, bellek ve pek çoğu. Üstelik incirler tek bir coğrafya veya mekânda da değil; Hazar’ın kıyısında, Babil’de, Salem’de, Dersim’de Karadeniz’de, Samsun’da İstanbul’da, Beşiktaş’ta. Hatta incirden kurulan bir uygarlık mevcut anlatıda. Ayrıca anlatıdaki incirlerden birinin adı vardır: Zevraki. Kayık ve tahta anlamına geliyor Zevraki ve aynı zamanda kitapta yakın zamanda ölmüş Alevi bir saz şairinin adı. Beşiktaş’ta fellik fellik bahçesinde incir ağacı olan ev arayıp sonunda bulup, eve yerleşen başkarakter torun, yani Bese’nin torunu, ona bu adı verdiğinde, anlatıcı tarafından şöyle eleştirilir:
Bahçedeki incire Zevraki dediğinde sözümona müzikal bir adla kuşatıp onu gerçekle düş arasında salınan bir yere kapattın. Onun dişi mi, erkek mi, yoksa çift eşeyli mi olduğundan bihaber, inciri bir şairin adıyla aşılamaya kalktın. Doğal değildi senin bu yaptığın. Uygarlığın başladığı, başlar başlamaz çökmeye yüz tuttuğu çevrimi yeniden kurmaktan başka hiçbir değeri yoktu. Bir şeye ad vermek onu kendine alışmaya zorlamaktır. Yeryüzündeki bütün kinsiz, gurursuz, yalın ve dingin canlıyı evcilleştirmenin ilk adımıydı bu. (s. 17)
Eleştiri başka sayfada bu kez daha detaylı bir şekilde karşımıza çıkar ve tüm bunlar okura; çağırma, etiketleme, performans, hakikat, iktidar, misafir gibi pek çok kavramı düşündürür:
Ve bir çiğit kadarcık sen, sözün insana hasrettiği iktidar gücünü, tuttun incirin üstünde denedin. Ad verme yetkesiyle donatılmış mitsel bir ece gibi, zaten adına köklenmiş ağaca Zevraki deyiverdin. Kimse sana böyle muamele etmemişti oysa. Eline doğduğun babaannen tam kırk gün üstüne yağdırılan bütün adlardan seni korumuş, annenin, babanın, halaların ve dayıların sabırsızca koyuverdiği basmakalıp adlara direnerek senin hakiki harflerini aramıştı yüzünde. Kırkıncı günün gecesi [bu kısmı vurgulu yazılmış] sülün gibi bir kız olarak babaannenin rüyasına girdiğinde gerçek adını sen söylemiştin ona. Babaannen vahiyden uyanırcasına yatağından doğrulup o kızın bebekliğini kucaklamış, kendine koymuş olduğun adı senin kulağına fısıldamıştı. (s. 35)
Romandaki incir ağaçları hem tek hem de çift eşeylidir: Örneğin Eliha’nın hikâyesindeki incir bunlardan biridir çift eşeylidir. (s. 25) Ve Eliha, metinde anlatılmaya koyulduğunda “yeryüzündeki incir ağacı daha 2000 yaşındadır.” (s. 24) İncir ağacının cinsiyetlendirilmesi biyoloji ve ekoloji literatüründe hem tek hem de çift eşeylilik üzerinden yapılır. Bitkilerin terminolojisine bakıldığında çift eşeyliler; “hermafrodit bitkiler” olarak geçtiği gibi “interseks bitkiler” olarak da literatüre kazandırılmıştır. Dolayısıyla bu metindeki çift eşeyli incirler bu okumada önemli noktadadır. (s. 20-25-33)
Üstelik Türk inanış sistemlerinde incir ağacı “yasak”, “zehirli”, “uğursuz” gibi olumsuz imajlara sahipken romanda da incirin bu şekilde konumlandırılmasıyla var olan incir imajı alt üst edilir. Mit ve efsaneleri dönüştürmeyle; kadınlığın, hermafroditliğin, interseksliğin, bedenin doğayla özdeştirildiği bu hemhâllik; dil, kurgu ve karakter yaratımında kullanılmıştır. İncire yüklenen olumsuz anlamlar, onun kışkırtıcılığı ve cazibesiyle heteronormlara göre perçinlense burada ritüel, gündelik hayat ve pratiklerdeki başka türlü incirleri, incirlerin başka anlam evrenlerini görmekteyiz. “Burgaçlanarak yüzeyde ilerleyecek olan köklerini, köklerin arasında yuvalanan yılanların sessiz sürünüşünü tasarlıyor. Yılan ile incir arasında kurulacak bağın çifte anlamları böylece oluşmaya başlıyor. Cezalandıran ve ödüllendiren, zehirleyen ve iyileştiren, baştan çıkaran ve sakinleştiren güçler incirin gölgesine toplanıyor yavaş yavaş” (s. 18) ifadesiyle, kendisine yüklenen kötücüllük ve şifa arasında anlamları gidip gelen bir meyvedir.
İncirin kuşatıldığı başka anlam dünyası ise yine fazlasıyla ötekileştirici, ürkütücü ve uzak durulması gereken mit ve efsaneleri barındırmaktadır. Ve romanda incir şehvet uyandırıcı bir meyve olarak tasvir edilmektedir
Zamanla kahramanlaşıyor tabii. Tam da bir dolu tanrı, tanrıça, yarı insan, yarı hayvan varlık, tek bir yaradanın bünyesinde erimeye yüz tuttuğu bir çağda, teklikte çokluğun, çoklukta tekliğin simgesi olarak toprağı yıldıran bir azgınlıkla yerleşiyor dünyaya. İnsan gözünden bakınca meyve ağacından öte, gören, anlayan, hatta geceleri fısıldayarak konuşan, kutsallığa eğilimli, birçok kollu, yılanlarla ahbap, gizemli bir yaratığa dönüştükçe incir, başka bir âlemden çıkagelmiş mucizevi bir varlık olarak karşılanıyor. (s. 19)
İncir dışında metinde eko-feminist ve queer perspektiften okumaya olanak tanıyan başka kısımlar mevcut elbette. Bunlara kısaca değinmek gerekirse kadınların bitkilerden hazırladıkları ilaçlar, kürtaj yaptırmak için incir dalının kullanımı ve gündelik yaşam pratikleri, efsane ve mitlerin kırılması bu anlatının eko-feminist yanının en belirgin örnekleri. Ayrıca bir avuç toprak ve taşın sırrına vâkıf, yumurtasını çatlatan larvanın dirimsel çabasına hayranlık duyan, taşla insanı mutlak bir bütünlükte betimleyen, ağacın meyve vermeye zorlanmasına karşı çıkan anlatıcı[2]; çiçek tohumlarına ve ağaçlara, toprağın çevrimine hayran Hızır; kiraza iman eden marangoz; türler arası değişim ve dönüşüme uğrayan pek çok beden veya varlık da; hem ekoloji hem queer hem de insan kategorisine işaret edecek insan öncesi ve insan sonrası melez oluşumlarla da ilişkili olduğundan queer okumaya olanak tanır. Nitekim bu romanda, doğadaki her bir zerre ve oluş yeryüzünün parçası olarak görülmekte ve insan merkezcilik reddedilmektedir. Dolayısıyla metinde türler arası hiyerarşi veya hegemonik kimlik yaratımı değil de diğer şeylerle, oluşlarla ilişkilenme ve her birinin yıkımı ve başka şeylere dönüşümü söz konusudur.