Post-futbolist rekabet avantajı ve Boban’ın tekmesi

"Günümüzde tüketici ve taraftar arasında bir ayrım yapmak imkânsız hale gelmiştir. Artık meşale savaşı yaptığınızda bile kısmen Coca-Cola içiyor sayılırsınız. Destekçisi olduğunuz sektör milyarlarca doları reklam ve pazarlama giderlerine harcarken, siz lisanslı bir ürün satın alarak, Orta Amerika ve Asya’daki güvencesiz çalışma koşullarının, işyerindeki dayak ve tacizin finansörü haline gelirsiniz."

06 Mart 2022 11:28

 

Yorumcular ve spor spikerleri neden bu kadar heyecanlıdır? Onların sahada yaşanan şeyleri saçma ve abartılı biçimde servis etmesi, diğer bütün meseleleri daha önemsiz hale getirmeye yönelik bir kurmaca olabilir mi?

Sponsorluk anlaşmaları yüzünden kötü bir gol size iyi bir gol gibi servis edilebilir. Böylece dikkatiniz uluslararası oyuncu ticaretinin yarattığı sefalet yerine, Messivari süper kahramanların acıklı başarı hikâyelerine doğru kayar.

Scout’luk ve futbolcu komisyon ağları sayesinde, Kopernik öncesi Kontinent’e (artık keşif ve yatırım yapmanın aynı kapıya çıktığı kapitalist evren tasvirine) geri döneriz. Komisyon ücretleri tıpkı güneş gibi dünyanın etrafında dönmeye başlar. Arz fazlası futbolcular, çalışma izni iptal olan göçmenler ve reserve liglerde yaşan brutalize sakatlıklar, çocuk sporcu pazarının kendi ekonomisini düzenlemesine yardımcı olur.

FIFA, futbolcuları ihraç ürününe dönüştüren bir spor kartelidir ve sermayesi batık kulüplere bağımlı şekilde büyümek zorundadır. Mevcut krizlerden çıkmak için şirketleri ya da bankaları kurtarmamız yeterlidir. Futbol takımlarının finansal risk düzeyini dengelemek için de benzer protokoller izlenir. Böylece iflas ve sermaye arasında anlamlı bir ilişki kurmamıza gerek kalmaz. Fakat küresel kapitalizmi biçimsel olarak şirket diye adlandırmak zordur. Onun Orta Amerika, Asya ya da Türkiye ve Mısır’daki varlığı aynı işleyişe indirgenemez.

Türk takımlarının sportif başarı düzeyi ve mali yapıları karşılaştırıldığında ortaya büyük bir tutarsızlık çıkar. Dernek statüsünü koruyan kulüpler komisyoncular aracılığıyla kolayca soyulurken, şirketleşen kulüpler kendi öz kaynaklarından fazla borçlanarak iflaslarını daha kârlı hale getirmeye çalışırlar. UEFA bu kaçınılmaz iflas eğilimini kabul ederek son iki yıldır Finansal Fair Play[1] kurallarını esnetmek zorunda kaldı. FFP sayesinde futbol sektörünün etik dışı büyümesinin (sanki bunun etik yolları varmış gibi) engellenebileceğini düşünmek komiktir. Bu regülasyonları ileri seviyede uygulamaya çalıştığınızda, dolandırıcı başkanların ve komisyoncuların külfeti basitçe futbolun sırtından kalkmaz. Yerli kulüpler borçlanarak birbirleriyle rekabet ediyor gibi görünürler, fakat ortada sportif bir çekişmeden çok, fantezi peşinde koşan transfer çalımlarının maddi, manevi enkazı vardır. Komisyoncuların ölçüsüz ekonomik istekleri bu mali enkaza dahil edilebilir. (Transfer süreci ne kadar şeffaf işlerse, yani ne kadar fazla reklam yapılırsa bonservis bedelleri o kadar fazla şişer. Ayrıca teknik direktörler ve yöneticiler, menajerlerin finansal menfaatlerini paylaşabilirler: Bazı durumlarda kadroları bir menajerlik şirketinin kurduğunu söylemek yanlış olmaz.)

Geçtiğimiz yıl bir giyim markası hem göğüs reklamı hem de logosu Coca-Cola olan bir forma satışa sundu. Bu en saf haliyle ideoloji gözlüklerinizi takıp formalara baktığınızda göreceğiniz şeydir. Ultraların (ya da tribün abiliğinin) 2000’lerin başında, son kalıntılarıyla beraber stadyumlardan silinip gittiğini düşünürsek, günümüzde tüketici ve taraftar arasında bir ayrım yapmak imkânsız hale gelir. Artık meşale savaşı yaptığınızda bile kısmen Coca-Cola içiyor sayılırsınız. Destekçisi olduğunuz sektör, milyarlarca doları reklam ve pazarlama giderlerine harcarken, siz lisanslı bir ürün satın alarak, Orta Amerika ve Asya’daki güvencesiz çalışma koşullarının, işyerindeki dayak ve tacizin finansörü haline gelirsiniz. Yüz milyonlarca dolar denyo bir atletin cebine ya da mafyöz bir federasyonun kasasına girer.

Retro tribüncülüğün mobilize ruhu, taraftarlar ve kulüpler arasında gayri şahsi bir ilişkiye dayandırılamaz. Buradaki organizasyon bir meta-sermaye aracılığıyla, futbol endüstrisine referans verilerek hayata geçirilir ve bu referansla realize edilir. Eğer futbol sahiden sermaye yüzünden topluma yabancılaşıyorsa, Retro tribün abiliği bunu ikiyle çarpar. Türk tipi tribüncülük stadyumları kontrol altında tutmayı da içeren bir dizi örgütlenme tekniğiyle hareket eder ve kulüp yöneticileri (ya da yönetime aday birileri) tarafından finanse edilmeye bağımlıdır. Çok doğaldır ki, böyle yapılar bir yığın hareketi yerine, hiyerarşik şekilde organize olurlar: Günlerce süren deplasman yolculukları, casual kavgalar, denetimli serbestlik, hatta cezalar; aynı zamanda çorba için yönetimden alınan paralar, karaborsanın tekelleştirilmesi ve deplasman organizasyonlarının rantlaştırılması. Yönetimden alınan biletleri (Passolig’le beraber kısmen önüne geçildi, ayrıca 2010’dan itibaren çoğu grup daha münferit şekilde organize olmaya başladı) karaborsada satmak ya da deplasman organizasyonları için eksik otobüs kaldırmak, endüstriyel futbol karşıtı bir yolun taşlarını döşediğiniz anlamına gelmiyordu.

6222 Sayılı Kanun ve Passolig’le beraber ele geçirilemez nitelikte stadyumlar inşa edilmiş oldu. Ya da artık her yer ele geçirilebilir hale geldi. Artık benzinlik yağmalayarak, sabahlayarak ve kuşatma oyunları oynayarak stadyumlara tribünsel düzenin getirildiği günlerin sonuna geliyoruz.

Yine de futbolun politik ve ekonomik niteliği onun anlık durumunu karakterize etmeye yetmez. Küresel ideolojik stresle başa çıkma yöntemi olarak futbolun politik ya da siyasal bir eşdeğeri yoktur. Aynı sebeple stadyumlar futbol ve siyasetin birbirine teğetlendiği ve bu stresin senkronize şekilde patladığı alanlara dönüşür. Stadyumlar şehir içindeki akışkanlığın yavaşladığı yerlerdir ve insanlar burada birbirlerine daha kolay dikkat kesilirler: Yugoslavya iç savaşını başlatan ünlü Dinamo Zagreb-Kızılyıldız maçı, bu sayede tepeden tırnağa siyasileştirilir. Bu maç bir rastgelelik sayesinde politikayla yakın bir ittifak kurar. Böylece Yugoslavya’nın bölünmesiyle sonuçlanacak bir dizi olayın patlak vermesine “gelişigüzel” şekilde neden olur. O dönem Yugoslavya’da sadece siyasetin değil, tribünlerin kontrolü de artık ırkçı grupların elindeydi ve bürokrasiyle beraber, emniyet güçleri de (Sırplara ait bir Yugoslavya ve Hırvat ayrılıkçılar olarak) ikiye bölünmüş haldeydi. Bad Blue Boys (Dinamo ultraları) kendisini Hırvatistan’ın bağımsızlığı için savaşan paramiliter bir grup gibi görüyordu. Kızılyıldız ultraları da benzer bir politik güdümdeydi;[2] Delije grubunun tribün lideri, Yugoslavya iç savaşı sırasında çok sayıda savaş suçu işleyecek olan Željko “Arkan” Ražnatović’ti. 3.000 Kızılyıldızlı (Delije) maçtan önce o bildik holigan vandallığını sergilerken, yani dükkânları yağmalayıp kamu malını tahrip ederken fleet in being (varolma seyri) doktrinine uygun davranıyordu.

Bu karşılaşmanın neye evrileceğini görmek için kâhin olmaya gerek yoktu. Maç kısa sürede içinde bir meydan savaşına dönüştü ve Zvonimir Boban’ın Sırp polise attığı (daha sonra Yugoslavya’nın bölünmesinin simgesi haline gelecek) uçan tekmeyle beraber sokaklara taştı.

Hırvatistan'da bir duvar resmi: Yugoslav iç savaşını başlatan tekme olarak anılan Boban'ın tekmesinin nasıl efsaneleştiğini gösteren bir örnek. (Fotoğraf: Dario Brentin)

17 Eylül 1967 Pazar günü, II. Lig’de oynanan Kayseri-Sivas maçı Zagreb’deki maçın tam karşısına koyulmalıdır: Kayseri Atatürk Stadyumu’ndaki maçı 3.000’i Sivaslı, toplam 30.000 kişi izliyordu. Bu izdihama rağmen doğru düzgün bir önlem alınmamıştı ve stadın mimarisi o dönem için bile berbattı (deplasman tribününün kapıları sadece içeriye doğru açılıyordu). Maçın 20. dakikasında, Kayseri, Küçük Oktay’ın attığı golle öne geçtiğinde, deplasmana gelen Sivaslılar sahaya ve kendilerine yakın bölümdeki Kayseri tribününe taş atmaya başladılar. Arbede sırasında iki çocuk ezilerek öldü ve olaylar karşılıklı çatışmaya dönüştü. İçeri doğru açılan kapı, yığılma sırasında ölü sayısının 40’ın üstüne çıkmasına neden oldu. Maçtan sonra şehrin sokaklarında taşlı sopalı kavgalar başladı. Sivaslıların deplasman otobüsleri tahrip edildi. Ölüm haberleri Sivas’a ulaştığında bu kez Sivas’taki Kayserili esnafın dükkânları yağmalandı ve Kayseri plakalı araçlar taşlandı. (O dönem Sivas’ta çok sayıda Kayserili tüccar vardı. Hatta Sivas’ın ticaret hayatı büyük oranda bu tüccarların kontrolündeydi. Sivas, Kayseri’ye yapılan yatırımlar düşünüldüğünde ihmal edilmiş durumdaydı ve komşusuyla kıyaslandığında neredeyse bir kasabayı andırıyordu.)

Yaşananların faturası Kayseri Valisi Nazım Üner’e ve dönemin emniyet müdürüne kesildi. Süleyman Demirel bir radyo anonsuyla insanları sağduyulu olmaya davet ettikten sonra, maçın politik yönü tamamen sansürlendi.

Oysa Kayseri-Sivas maçında yaşananlar futbolu siyasetin dışına iteklenmeye çalışmanın sonuçlarından biridir. Futbolun gayri siyasi bir alan olarak temel bir baskı gücüne dönüştürülmesi orijinal bir fikir değildir. Türk devleti, futbolu uzun yıllar apolitik-serseriliği denetleyebileceği bir kaynak olarak gördü. Futbol ve siyaset arasında yapılan bu zaruri ayrım, stadyumların neredeyse bir arınma alanına dönüşmesine neden olmuştu. Fakat siyasetin futboldan ayrılması, futbolun basitçe siyasetten ayrılacağı anlamına gelmiyordu.

Milli ligler, başı boş gezen insanlar için uygulamaya sokulması olanaksız bir dizi yönergeyle beraber gelmişti. Bu elbette yeni bir kitle dilinin yaratılmasını şart koşuyordu: Yönergeler bir söylentinin daha hızlı dolaşıma sokulmasına yardımcı olur (maçtan önce deplasmana gelen Sivas taraftarının lokantalarda hesap ödemediği ve çevreye zarar verdiği söylentileri kulaktan kulağa gezer). Bir kişiden diğerine hızla aktarılan bu eski konuşma kodu yüzünden futbol ve siyaset arasında oluşan kontak, kolayca topyekûn savaşa dönüşebilir.

Bu iki maç birbiriyle nicel bir ilişkiye giremez. Fakat her iki maçta da futbol siyaset için temel bir gönderge haline gelir. Bir yığın hareketine dönüşmediği sürece, taraftarlık, siyaset ve toplum arasındaki makası açmanın somut yollarından biridir (örneğin; Casual Ultralık sayesinde tuhaf beyaz yaka bağlılıkların kitleselliği sönümlenir.)

Kayseri-Sivas maçının toplumsal-sınıfsal içeriği, ilerleyen yıllarda devamlı apolitik filtreden geçirilir. Facianın etnik ve ekonomik dayanakları şeffaflaştırılır: Yani tek suçlu, bir araya gelip taşkınlık yapmadan maç izleyemeyen, modernize olamamış insanlardır. Futbolun ideolojik sınırları bu kurmaca yapı sayesinde daha kolay anlaşılabilir. Göstergeler ve imgeler düzeyinde futbol basitçe bir denetim aracına dönüşmez. Buradaki arınma arzusu basit bir imleyene ya da ticari bir ahlaksızlığa da indirgenemez. Futbol bizim henüz gerçekleşmemiş alternatifler yaratmamıza olanak sağlar.

1930’larda, Faşist İtalya’ya transfer olan Latin Amerikalı “göçmenlere” “rimpatriati” yani “yeniden vatandaşlığa geçenler” deniyordu. Bu nötrleştirme çabası, onların İtalyan göçmenlerin çocukları olduğuna ikna olmaktan geçiyordu; öyle ki, “Brezilyalı Démosthenes Magalhães’in adı, hızlıca Demosthenes Bertini olarak değiştirilmişti.”[3] Faşist İtalya’da Güney Amerikalı futbolcuların beyazlaştırılması, futbolun bir modernizm, hatta kolonizasyon sembolü olmasıyla alakalıdır. Yani futbolun post-sömürgeci modern köle ticaretine dönüşmesi, biçimsel olarak kendi biyo-politik mantığına içseldir. (O dönem yaygın görüş, beyazların gelişime Güney Amerikalılardan daha açık olduğu yönündeydi.)

Mara Gomez geçtiğimiz yıl ocak ayında Arjantin 1. Lig takımlarından Villa San Carlos’a transfer oldu ve 2020 Aralık ayında debüt yaptı. Yapılan “yorumların” büyük bir kısmı bir kez daha bu transferin spor etiğindeki yerini tartışamaya açtı. Ergenlik sırasında hormon almamış trans kadın atletlerin kadın sporlarını domine ettiğini söyleyen Shapiro gibi şaklabanlar, bunu çekildiğinde bütün politik kazanımları alaşağı edecek bir tuğla gibi servis ederler. Bu tartışmayı sevenlere dikkatli bakarsanız bir sağ-sol ayrımı yapmak neredeyse imkânsız hale gelir. Trans nefreti, farklı ideolojik fikirlerin benzer politik refleksler göstermesini sağlar. Böylece Gavin McInnes’le aynı siyasi çizgide olmanın ayrıcalığını yaşayabilirsiniz.

Alt-sağcılık ve politik doğruculuk arasındaki asimetrinin aynı zamanda politik doğruculuğun ayrıcalıklarını maskeleyen bir işlevi vardır. Futbolun sadece kazanmak ve kaybetmekle ilgili olmadığını söylemek, iyi kontratların hayatımızı etkilemediğini iddia etmekle aynı şeydir. İçeriğinden nefret ettiğimiz kitapları, filmleri politik olarak doğru şekilde yeniden kurgulamak buna harika bir örnektir. Böylece bu proto-faşist ürünlerin basitçe para ettiğini ve bizim çıkarlarımıza işlediğini itiraf etmek zorunda kalmayız. (Bütün dünya tarihini son 10 yılın siyasi rüzgârının etkisiyle baştan yazarız. Yani zaman hızlanmaz, zaman 5-6 senenin içine sıkışıp kalır.) Zaten konfor alanlarının geri plana itilmesi ve trans sporcuların yönlendirici bir siyasi figür haline getirilmesi bu tartışmaların neredeyse ana odağıdır. Kadın liglerinin sponsor gelirleri ve federasyonlardan aldığı pay, asla Gomez’in kemik kütlesi kadar konuşulmaz. Saçma sapan insanları, şirketleri ya da kurumları adaletin bir ölçüsü olarak görmeyi bu yüzden bırakamayız. Bu odağa sıkıştırılan her popülist tartışma, nihayetinde spor tekellerinin içine sürükleneceği uğursuz bir sürecin ertelenmesini sağlar.

Bu yüzden bütün tartışma eşitlik vurgusuyla sürmelidir. Çünkü bu eşitliğin izini tabiatımıza içsel bir eşitsizliğe kadar sürebiliriz. Ortada biyolojik bir adaletsizlik varmış ve futbolun çizdiği sınırlar içerisinde bundan kurtulmamız mümkünmüş gibi davranırız. İçine hapsolduğumuz ruh haliyle, yani mutsuzluk ve depresyonumuzla tamamen uyumsuz, lisanslı başarı beklentilerimiz, bizimle alakası olmayan sefaletlerin sıra dışı hale gelmesini sağlar. Kaldı ki “politik olarak doğru spor etiği” derken ne kast ettiğimiz de tamamen muallaktır. Sonuçta kadın futbolu dünyanın çoğu yerinde zaten içler acısı haldedir. Avrupa’ya transfer olan Latin Amerikalı kadın ve erkek sporcuların (eşdeğer liglerde) kazandıkları ücretlerin arasında korkunç bir uçurum bulunur. Bu sporların çoğu pazar payı açısından ikili cinsiyet sistemine bile uygun değildir.

Belli konuşma kodlarının içine hapsedildiğinde, futbolun vahşi pazarı, onun yarattığı auto-eşitsizlikler ve cinsiyet eşitliği aynı kapıya çıkmaya başlar. Kategoriler arasında büyük bir finansal uçurum olmasına rağmen, kadın-erkek kategorilerinin kendi içlerinde adaletli ve tutarlı olup olmadığını ölçmeye çalışırız. Buradaki klasik düalizmin, doğrudan adaletin simgeselleştirilebileceği bir biçime indirgenmesi, özgürlük ve adalet ifşası olarak kullanılması bir oksimorondur. 

Her şey belli standartlara uygun olmalıdır. Saha çizgileri, kalenin uzunluğu, hatta kemik kütlemiz ve hormonlarımız, elimize cetvel alıp neyin normal olduğuna karar verdiğimiz bir profilaksinin nesnesine dönüşürler. Seviye ve başarı belirleme işi aslında denetimin başarısıdır. Futbolu toplumdan gasp edilen özlerine (Sheffield ya da Cambridge kurallarına doğru)[4] döndürme ihtimalimiz yoktur. Bu öz çoktan aydınlanmanın ve karasal küreselleşmenin simgesi haline gelmiştir. Yani onun nesnel temellerini ortaya yeniden çıkarmak pek de iyi bir fikir değildir. (Modernizm ve postmodernizm arasındaki çelişki, medeni haklarımızı ne kadar iyi kullanabildiğimiz ve bu haklara kimlerin sahip olduğuyla ilgili bir kopuştan ibaret değildir. Kolonizasyon bu medeni hakları, uygulanmaları imkânsız alanlara dayatmak anlamına geliyordu. Afganistan savaşı, postmodernizmin, modernizmin içinde işlediğinin kanıtı gibidir. Afganistan’da yapılmaya çalışılan şey, bu hakları kullanabilme kabiliyeti olan “özneleri yaratma” çabasıydı, ki bu modern özneleştirmenin ta kendisidir.)

İdeologlardan kişisel gelişimcilere, oradan teknik danışmanlara doğru genişleyen sorumluluk bilinci, bizim birer performans öznesi olarak gerçekleşebilmemize sağlıklı şekilde hizmet eder. Çünkü asıl kâr getiren şey başarısızlıktır. İmkânsız gayelerimiz birer hayal kırıklığına dönüştüğü zaman anti-depresanları ve protein tozlarını da içeren tedavi protokolleri hayatımıza çekidüzen verebilmemiz için imdadımıza yetişir. Özneleşmek bir şeylerin pratiğe dökülmesini şart koşuyorsa, futbolun öznesi olmak bizim berbat yaşam koşullarını sağlama konusunda müthiş bir yeteneğe sahip olduğumuz anlamına gelmez mi?

 

NOTLAR: 


[1] Profesyonel futbol kulüplerinin kazandıklarından daha fazlasını harcamasının önüne geçmek ve milyarder yöneticilerin kulüplere nakit enjeksiyonu yapmasını engellemek, kulüplerin uzun vadede varlıklarını tehdit edebilecek kadar borçlanmalarının önüne geçmek ve batık hale gelmemesini sağlamak amacıyla UEFA tarafından oluşturulmuş yönetmelik.

[2] Maçtan önce her iki “Kurva”daki fanatiklerin üzeri nerdeyse aranmamıştı.

[3] Stefan Thimmel, Dario Azzellini, Futbolistas-Futbol ve Latin Amerika, çev. Serra Bucak, Otonom Yayıncılık, Haziran 2008, s. 18.

[4] Futbol kuralları sponsor gelirlerinin nasıl artırılacağına odaklanarak sürekli yeniden düzenlenir (deplasman golü kuralını kaldırmak, daha fazla maçın uzatmaya gideceği anlamına gelir, vb.). Yeni kurallar mutlaka daha “kârlı” kulüplerin turnuvalardan kolayca elenmeyeceği ve daha sorunsuz şekilde bu turnuvalara katılabileceği şekilde düzenlenir.

 

GİRİŞ RESMİ:

Solda, Coca-Cola formaları. Sağda: 13 Mayıs 1990'da oynanan Dinamo Zagreb-Kızılyıldız maçında Zvonimir Boban’ın Yugoslav polisine attığı ünlü tekme.