“11 Mayıs 2011 tarihinde İstanbul’da imzaya açılan Kadınlara Yönelik Şiddet ve Ev İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadele Hakkındaki Avrupa Konseyi Sözleşmesinin, kısa adıyla İstanbul Sözleşmesinin iç hukukta bağlayıcılığı veya toplumsal yaptırımları tartışılır ancak bu konularda en azından yasal bir hukuki zemin hazırladığı kesin…"
06 Ağustos 2020 14:38
Beşiktaş Belediyesi geçen hafta afişlerini astı: “İstanbul Sözleşmesi’ni okudun mu?”
Okudunuz mu?
Okumadıysanız tam metni için buraya, metnin bir özeti için de buraya buyrun.
Kısa adıyla İstanbul Sözleşmesi diye bilinen, okunsun, tartışılsın, yürürlükte kalsın diye uğraştığımız sözleşme 11 Mayıs 2011 tarihinde İstanbul’da imzaya açılan Kadınlara Yönelik Şiddet ve Ev İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadele Hakkındaki Avrupa Konseyi Sözleşmesidir. Anlaşılacağı üzere İstanbul’da imzaya açıldığı için hukukta kısa adıyla anılıyor. İmzaya açıldıktan yaklaşık üç yıl sonra, 1 Ağustos 2014'te yürürlüğe giriyor. Türkiye sözleşmeyi hemen imzalıyor, 14 Mart 2012 tarihinde ise onaylıyor. Şimdilik sözleşme Türkiye dahil Avrupa Konseyi üyesi 45 ülke tarafından imzalandı, 34 ülke tarafından onaylandı. Avrupa Konseyi üyesi olup da onaylamayan iki ülke Azerbaycan ve Rusya Federasyonu. Onaylayıp da yürürlüğe koymayan ülkeler de var: Ermenistan, Bulgaristan, Çek Cumhuriyeti, Macaristan, Letonya, Lihtenştayn, Litvanya, Moldova Cumhuriyeti, Ukrayna ve İngiltere. Bu ülkelerde bazı sivil toplum kuruluşları sözleşmenin yürürlüğe girmesi için lobi faaliyetleri düzenliyor. Örneğin İngiltere’deki IS Değişim (IC Change) adıyla başlatılan gönüllü kampanya girişimi İngiltere hükümetine sözleşmeyi yürürlüğe koyması için baskı yapıyor. Yürürlüğe koyup caymak isteyenler ise Polonya ve Türkiye. Tam liste burada.
Bunun yanı sıra İsveç, İrlanda, Yunanistan, Almanya, ve Fransa dahil 28 kadar ülke sözleşmeye onay vermesine rağmen sözleşmenin bazı maddelerine şerh koydu. Bu ülkelerden bazıları sözleşmenin bölgesel uygulanabilirliği konusunda çekince belirtti ve/veya iç hukuk uygulamasında revizyona gitti. Kimi ülkeler sözleşmenin göçmenlere cinsiyet üzerinden iltica hakkı sağlamasından çekiniyor, kimisi sözleşmenin eşcinsel evliliklerini yasal kılacağından endişe ediyor, diğerleri toplumsal hassasiyetler, örf, adet ve geleneklerle uyuşmazlığı konusunda çekimserlik gösteriyor. Türkiye ise sözleşmeyi olduğu gibi kabul eden ülkeler arasında, bu anlamda herhangi bir şerh veya revizyon talebi olmadı. Türkiye dışında sözleşmeyi çekincesiz imzalayan diğer sekiz ülke ise Belçika, Bosna Hersek, İzlanda, İtalya, Lüksemburg, Karadağ, Portekiz, ve San Marino.
Sözleşmenin iç hukukta bağlayıcılığı veya toplumsal yaptırımları tartışılır ancak bu konularda en azından yasal bir hukuki zemin hazırladığı kesin. Çünkü Anayasanın 90. maddesinde şöyle yazıyor: “usulüne göre yürürlüğe konulmuş Milletlerarası antlaşmalar kanun hükmündedir. Bunlar hakkında Anayasaya aykırılık iddiası ile Anayasa Mahkemesine başvurulamaz. Usulüne göre yürürlüğe konulmuş temel hak ve özgürlüklere ilişkin milletlerarası antlaşmalarla kanunların aynı konuda farklı hükümler içermesi nedeniyle çıkabilecek uyuşmazlıklarda milletlerarası antlaşma hükümleri esas alınır.”[1] Dolayısıyla İstanbul sözleşmesi bu anlamda kanun hükmünde. Yani öyle “birkaç feministin alelacele kaleminden çıkmış 80 maddelik hiçbir hukuki yaptırımı olmayan sıradan bir kâğıt parçası” değil. İşte gündemdeki bütün bu gürültü patırtı bu yüzden.
Ancak şimdi Türkiye’nin Avrupa Konseyi Genel Sekreteri’ne yapacağı bir bildiriyle sözleşmeden çekiliyorum demesi mümkün. Kimilerine göre Türkiye’nin sözleşmeye taraf değilim yönünde karar vermesi 6284 sayılı Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesine Dair Kanunu işlevsiz bırakması demek oluyor.
Orasını hukukçular tartışadursun, ama sözleşmenin bizler için önemi şu: kadına yönelik şiddet konusunda hukuki bağlayıcılığa sahip ilk uluslararası sözleşme.
Amaçlarını da sıralayalım:
• Kadınları her türlü şiddete karşı korumak ve kadına karşı şiddeti ve aile içi şiddeti önlemek, kovuşturmak ve ortadan kaldırmak;
• Kadına karşı her türlü ayrımcılığın ortadan kaldırılmasına katkıda bulunmak ve kadınları güçlendirmek de dahil olmak üzere, kadınlarla erkekler arasında önemli ölçüde eşitliği yaygınlaştırmak;
• Kadına karşı şiddet ve aile içi şiddetin tüm mağdurlarının korunması ve bunlara yardım edilmesi için kapsamlı bir çerçeve, politika ve tedbirler tasarlamak;
• Kadına karşı şiddeti ve aile içi şiddeti ortadan kaldırma amacıyla uluslararası işbirliğini yaygınlaştırmak;
• Kadına karşı şiddet ve aile içi şiddetin ortadan kaldırılması için bütüncül bir yaklaşımın benimsenmesi maksadıyla kuruluşların ve kolluk kuvvetleri birimlerinin birbiriyle etkili bir biçimde işbirliği yapmalarına destek ve yardım sağlamak.
Yani bu alt alta sıralanmış maddeler aslında ne demek?
“Kızını dövmeyen dizini döver”, “Kadının sırtından sopayı, karnından sıpayı eksik etme”, “Peyniri deri korur, kadını eri”, “Kocam değil mi, döver de sever de”… gibi dilimize yerleşmiş deyişleri dilimizden, kadına yönelik her türlü şiddetin evlerimizden, tüm bunlara zemin hazırlayan zihniyeti de beyinlerimizden, ezberimizden sökülüp atılması demek. Yani sözleşmenin hem pratik anlamda hukuki yaptırımları var, hem de teorik anlamda toplumsal cinsiyete dayalı ayrımcılıkla mücadele etmesi bakımından, uzun vadede birtakım toplumsal algıları yıkma derdi güdüyor.
Daha detaylandıracak olursak, İstanbul Sözleşmesi fiziksel ve psikolojik şiddet, taciz amaçlı takip, tecavüz, zorla evlendirme, kadın sünneti, kürtaja ve kısırlaştırmaya zorlama, cinsel taciz, namus, töre adına işlenen suçlar da dahil olmak üzere birçok kategoride gerekli yasal tedbirleri alıyor. Sözleşme'de mağdurların haklarını korumaya yönelik alınan tedbirler cinsiyet, cinsel yönelim, ırk, renk, dil, din, siyasi görüş veya diğer kanaatler, etnik veya sosyal köken, ulusal bir azınlığa aidiyet, medeni hal, sağlık durumu, göçmen veya mülteci statüsü başta olmak üzere herhangi başka bir duruma dayalı hiçbir ayrımcılık gözetilmeksizin sağlanmalıdır deniyor.
Toplumsal cinsiyet eşitliğinin yasal (de jure) ve fiili (de facto) olarak gerçekleştirilmesinin tüm bu kategorilerde kadına yönelik şiddetin önlenmesinde temel unsur olduğunu savunuyor. Bu anlamda şiddetin önlenmesi, soruşturulması, cezalandırılması, zararın giderilmesi gibi yükümlülükler öncelikli olarak devlet görevlilerine ait, ancak sözleşme özellikle şiddetin önlenmesi safhasında hükümet kuruluşlarını, ulusal, bölgesel ve yerel parlamentolar ve yönetimleri, ulusal insan hakları kurumları ve sivil toplum kuruluşları dahil ilgili tüm aktörleri kapsamlı, eşgüdümlü ve bütüncül politikalar geliştirmeye teşvik ediyor.
Adli yöntemler ve cezai yaptırımların yanı sıra, şiddet mağdurları için tıbbi, adli muayene ve travma desteği verilmesi, telefon yardım hatları, sığınma evleri, cinsel saldırı kriz merkezleri kurulması, ikamet izni veya iltica izni gibi toplumsal cinsiyete duyarlı sığınma usulleri oluşturulması, şiddet mağduru kadınların geri gönderilmemesi ilkeleri arasında. Yani kısaca sözleşme “Önleme, Koruma ve Kovuşturma” (ÖKK) formülünü izliyor.
Bu noktada kadına yönelik şiddet alanında on - on beş kadar uzman üyeden oluşan GREVIO, yani Kadınlara Yönelik Şiddet ve Ev İçi Şiddete Karşı Eylem Uzman Grubu (Group of Experts on Action against Violence against Women and Domestic Violence) adlı bir denetim organı kuruldu. GREVIO’nun kuruluş amacı, her türlü şiddet eyleminin kaydedilmesini sağlayarak istatistiksel bir veri tabanı oluşturmak, dolayısıyla sözleşmenin yukarıda bahsettiğim pratik ve teorik hedeflere ne ölçüde ulaştığını, sözleşmenin gereklerinin ne ölçüde yerine getirilip getirilmediğini denetlemek. 2015 yılında kurulan GREVIO sözleşmenin taraflarca uygulanmasını izlemek ve sözleşmenin hükümlerinin uygulanabilmesini sağlayacak yasama tedbirleri ve diğer tedbirler hakkında bir rapor hazırlıyor ve bu raporlar kamuya açık tutuluyor. GREVIO Türkiye hakkındaki denetim ve değerlendirme raporunu Ekim 2018’de yayımladı. Rapora göre Türkiye'nin sözleşmeyi uygulamada bir hayli yol kat etmesi gerekiyor. Meraklısına GREVIO’nun Türkiye raporu burada.
Tabii ki her konuda olduğu gibi İstanbul Sözleşmesi konusunda da toplumsal mutabakata varamadık.
Bir yanda TÜSİAD’dan, Koç Grubu’na, DİSK Kadın Komisyonu’ndan akademisyenlere, arka arkaya sözleşmeyi destekler nitelikte basın açıklamaları yapılıyor, “İstanbul Sözleşmesi yaşatır!” deniyor, halk pankartlarla sokağa çıkıyor, diğer yanda sözleşme karşıtı sesler susmak bilmiyor. Üsküdar Üniversitesi Kurucu Rektörü Prof. Dr. Nevzat Tarhan geçenlerde sözleşmenin “satır aralarını” okumuş ve yazmış: “Erkek karşıtlığını destekleyen bir sözleşmedir,” “rastgele cinselliği” teşvik etmektedir, “güç ve kişilik çatışmasını hızlandıran feminizm öğretisi ailenin en büyük düşmanıdır.” Güzel! Saadet Partisi Kadın Kolları Başkanı Ebru Asiltürk Milli Gazete’deki köşe yazısında sözleşme “aile yapımıza atılan bombadır,” “elma şekerine bulanmış bir zehirdir” demiş. Abdurrahman Dilipak Yeni Akit gazetesinde sözleşmeyi “Milli Felakettir” diye tabir etmiş.
Bu tarz eleştirel benzetmelere görsel destek veren karikatürler de çizildi:
Karikatürlerden de anlaşılacağı üzere sözleşmeye çekimser bakanların ortak endişesi sözleşmenin toplumda birtakım yapısal ve zihinsel değişikliklere yol açacağı ve ailevi bağlarını giderek zayıflatıp sarsacağı yönünde. Sıkıntı biraz çeviriden kaynaklanıyor. Orijinal metindeki “domestic violence” (ev içi şiddet) kavramı dilimize “aile içi şiddet” olarak çevrilmiş. Burada kasıtlı bir anlam kargaşası yaratılmış. Aslında şiddet mağduriyetinin tarafları aynı evi paylaşan karı koca olmak durumunda değil. “Ev içi” şiddetten kasıt aynı evde yaşıyor olsun ya da olmasın, arada biyolojik, hukuki, veya ailevi bağ olup olmadığına bakılmaksızın, mevcut ya da eski eşler, evlilik dışı partnerler, birlikte ikamet edilen aile fertleri, akrabalar veya birlikte ikamet edilen başkaları tarafından kadına yöneltilen her türlü şiddet demek oluyor. Dolayısıyla “aile” olmayı, “karı-koca olmayı,” “evli” olmayı, ya da aynı evi paylaşıyor ya da paylaşmış bulunmayı gerektirmiyor. İşte biraz da bu yüzden Prof. Nevzat Tarhan gibi sözleşme muhalifleri, örneğin sözleşme metninde “eş” yerine “partner” kelimesini kullanılması gibi olguların evlilik ve nikah karşıtı ideolojileri desteklediğini savunuyor. Bunun yerine aile bütünlüğüne önem veren politikalar geliştirmemiz gerektiğini savunuyor.
Gizem Güney
Konuyu, bu tarz sözleşme karşıtı söylevleri Portsmouth Üniversitesi Kriminoloji ve Ceza Yargılaması Bölümü’nde öğretim görevlisi olarak çalışmalarını sürdüren Dr. Gizem Güney ile görüştüm. Dr. Güney Radikal Feminist Bakış Açısından İstanbul Sözleşmesi başlıklı doktorasını geçen sene tamamladı, ve şu anda Avrupa Parlamentosu'nun İstanbul Sözleşmesi hakkında yürüttüğü araştırma projesine Türkiye uzmanı olarak katkıda bulunuyor. Dr. Güney’in sözleşmenin en çok tepki çeken alt başlıklarına ilişkin açıklamaları şöyle:
“Türkiye’nin İstanbul Sözleşmesi’nden çekilmeyi tartışması dahi, kadına karşı şiddetle mücadelesi ve daha genel ölçekte kadının toplumsal eşitliğinin sağlanması açısından bir hayli endişe verici.
Sözleşmeden ayrılmayı savunan argümanlara bakıldığında, temelde iki nedenin ileri sürüldüğü görülüyor. Birincisi, sözleşmenin boşanma oranlarını arttırarak aile yapısını bozduğu, ikincisi de sözleşmenin biyolojik ikili cinsiyet düşüncesini reddettiği ve böylece LGBT bireylerin birtakım yasal haklara ulaşmasına zemin hazırlayacak bir araç olduğu iddiası.
Aile yapısının bozulduğu iddiasına gelirsek, ailenin kadına öncelenmesi ne Türkiye ne de dünyada yeni karşılaştığımız bir olay. Kadının bireysel hak ve özgürlükleri, mesele ailenin birliğini korumak olduğunda, ilk gözden çıkarılacak şeyler oluyor. Bu “aile” vurgusu daha en başından, İstanbul Sözleşmesi’ni uygulamak maksadıyla çıkarılan 6284 sayılı Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesine Dair Kanun’un başlığında kendini göstermişti. İstanbul Sözleşmesi başlığında “aile” kelimesini barındırmamasına rağmen, 6284 sayılı Kanun’un başlığı kadına karşı şiddetin önlenmesinden önce, “ailenin korunması” kavramını içermişti.
Altı çizilmelidir ki, bu İstanbul Sözleşmesi’nin 'aile düşmanı' olduğu anlamına kesinlikle gelmiyor. Bu yaklaşım, daha çok, kadını ve haklarını yalnızca anne ve eş olarak değil, kendi bireysel varlığı bazında tanıyan bir yaklaşımın yansıması. Bir kadın eğer bedensel ve ruhsal bütünlüğü ihlal edilecek şekilde şiddete uğruyorsa, burada her şeyden önce kendi temel insan hakları ihlal edilmektedir. Unutulmamalıdır ki, aile ve kadının menfaatleri her zaman paralellik göstermiyor. Bazı durumlarda kadının aile pahasına korunması gerekebiliyor.
Sözleşmenin LGBT bireylere yasal haklar kazandıracağı iddiasına gelirsek, fikrimce bu husus sözleşmenin evrensel boyutta en yanlış anlaşılan noktası. Bu iddiaların temelini, sözleşmenin toplumsal cinsiyeti tanımlayan 3/c maddesi ve bireylerin din, dil, irk, renk vs., ve bunların yani sıra cinsel yönelimleri tabanında ayrımcılığını yasaklayan 4/3 maddesi oluşturuyor.
Şunun en başta açık ve net olarak belirtilmesi gerekiyor: Henüz sözleşmenin yazımı ve hazırlanması aşamasında, LGBT bireylerin sözleşme kapsamına ne kadar alınacağı en çok tartışılan hususlardan biri olmuştur. Ülke temsilcileri arasında mutabakata varılamamasından dolayı, LGBT bireyler mümkün olabilecek en asgari düzeyde sözleşmenin koruma kapsamına alınmıştır. Zira, sözleşmenin metninde bir kez bile LGBT ismi geçmemekle birlikte, sözleşmenin içeriğini yorumlayan Açıklama Raporu’nda da son derece sınırlı olarak bahsedilmiştir; ki bu durum benim nezdimde bir eleştiri konusudur.
Az önce bahsettiğim sözleşme maddelerine gelirsek, Madde 3/c, ‘“toplumsal cinsiyet, herhangi bir toplumun, kadınlar ve erkekler için uygun olduğunu düşündüğü sosyal anlamda oluşturulmuş roller, davranışlar, faaliyetler ve özellikler olarak anlaşılacaktır” demektedir. Yasa koyucu, Açıklama Raporu’nda sözleşmenin bu madde ile toplumca kadına biçilen ve kadını düşük bir konuma sevk eden gelenek, görenek ve tüm sosyal normların önüne geçilmesi amacını taşıdığını belirtmiştir. Bu noktada, sözleşmenin ruhu açıktır; en basit anlamıyla kadına biçilen “çalışmaz, konuşmaz, temizlik yapar” gibi geleneksel rollere, yani en basit tanımıyla erkek-egemenliğine karşı çıkmaktadır. Bu maddenin açıklamasında, toplumsal cinsiyetin, cinsel yönelimi de kapsayacağını belirten hiçbir referans ya da ima bulunmamaktadır.
Yalnızca “toplumsal cinsiyetin” akademik literatürde LGBT bireylerin cinsiyetini açıklamakta kullanılan bir terim olmasından ve sözleşmenin de bu terimi içermesinden dolayı, bu maddenin LGBT bireylere hak kazandıracağı iddia edilmektedir. Fakat, bu maddede ve sözleşmenin tümünde açıkça görülmektedir ki, sözleşmenin böyle bir amacı bulunmamaktadır ve bu iddialar tamamen sözleşmenin yetersiz ya da yanlış okunmasından kaynaklanmaktadır.
Ayırımcılığı yasaklayan Madde 4/3 de benzer bir şekilde yersiz eleştirilere maruz kalmaktadır. Bu madde, devletlere yalnızca mevcut kanun ve politikalarında saydığım dil, din, irk, cinsel yönelim gibi tabanlarda ayırımcılık yapamayacağını belirtmekte, devletlere bu gruplara ait bireylere hak kazanımı sağlamak için ekstra bir pozitif yükümlülük yüklememektedir. Yani, bu madde ve Madde 3/c eşcinsel evliliklerin yolunu açmaktadır gibi iddialar asılsızdır. Kaldı ki bu ayırımcılık yasağı ve benzer maddeler, Türkiye’nin hâlihazırda taraf olduğu CEDAW, AIHS gibi sözleşmelerin metinlerinde ya da içtihatlarında zaten bulunmaktadır. İstanbul Sözleşmesi’nin bu maddelerine özel olarak yönlendirilen eleştiriler, hukuki değil, stratejik ve politiktir.
Bu yanlış okumaya benzer olarak, sözleşmeye taraf olan Bulgaristan, Hırvatistan, Polonya, Macaristan gibi bazı ülkelerde de sözleşme, cinsiyet tanımını değiştirdiği ve eşcinsellerin yasal haklarına taban oluşturduğu iddialarıyla hukuki ve politik eleştirilere maruz kalmıştır. Türkiye de bu son tartışmalarla bu akıma katılmış görünüyor. Fakat, bu ülkelerin Polonya hariç hiçbirinde tartışmalar sözleşmeden çekilme noktasına gelmemiştir.
Geçtiğimiz aylarda Polonya Adalet Bakanı’nın sözleşmeden çekilme planını açıklamasından Türk Hükümeti’nin de güç aldığını düşünüyorum. Fakat Türkiye, Polonya gibi son yıllarda kadın hakları ile ilgili attığı adımlarla dünyanın eleştirisine maruz kalan bir ülkeyle aynı potaya girmek yerine, sözleşmenin ilk imzacısı ve uygulayıcısı olarak, dünyada kadın eşitliği ve kadına karşı şiddetin önlenmesi konusunda örnek ve ilerici bir ülke olmalıdır. Aksini yapmak, Türkiye’deki kadınları şiddetle mücadelelerinde güçlü bir hukuki ve politik araçtan mahrum bırakmak ve yeni eşitliksizci politikaların yolunu açmaktır.
İstanbul Sözleşmesi’nin, iddiaların aksine, kadını erkek egemenliğinden kurtarmak, güçlendirmek ve şiddetten korumak gibi sade ve net bir amacı vardır. Çekincesiz ve ilk imzacı olarak katıldığımız bu sözleşmeden çekilmek, hem kadınları bu mücadelede yalnız bırakmak, hem de cumhuriyet tarihinde ilk kez bir insan hakkı sözleşmesinden vazgeçmek olacaktır.”
Sonuç olarak şunu da söyleyip bitirelim. Görüldüğü üzere sözleşme yanlılarının (#İstanbulSözleşmesiYaşatır) ve sözleşme karşıtlarının (#İstanbulSözleşmesiFeshEdilsin) savları az çok belli. Ancak bir de sözleşmeyi hem destekleyip hem belli noktalarda eksik bulan, daha doğrusu bu tarz bir sözleşmenin uygulanabilirliğinin sağlanabilmesi için yürürlüğe girmeden önce o konuda toplumsal farkındalık, bir nevi yaptırımları karşılayacak yumuşak bir zemin yaratmak gerektiğini savunan bir kesim var. Örneğin İngiltere sözleşmeyi yürürlüğe sokmadan önce tabanda sözleşmenin üzerine eklemleneceği düşünsel ve yapısal değişimin sağlanması gerektiğini savunuyor. Yani yukarıdan dayatılan (ya da önerilen diyelim) bir sözleşmenin tabandan karşılık bulması, arada organik bir bağ kurularak reformların ve zihinsel dönüşümün uzun vadede daha kalıcı olması demek oluyor. Aksi takdirde bu tarz bir sözleşme sorunların potansiyel çözümlerine kestirmeden ulaşmaya çalışan göstermelik bir çabadan başka bir anlama gelmez deniyor. Bunun bir sonucu olarak da 2014 yılından beri yürürlükte olan sözleşmenin kadın cinayetlerini ya da kadına yönelik şiddeti önlemek konusunda gözle görülür kazanımlar sağlamadığı aşikâr savı öne sürülüyor.
Haklı bir serzeniş…
Ancak pratikte geçerli değil.
Toplumsal cinsiyet eşitliği ve kadına karşı her türlü şiddetin önlenmesi konusunda tabanda farkındalık yaratmak, bu konuyu kamuoyunda tartışmaya açmak için bu gibi uluslararası hukuki bağlayıcılığı ve yaptırımları olan sözleşmeler önemli. Sırf işe yaradı yaramadı, ileri götürdü, geri getirdi, aileyi korudu ya da yıktı diye tartışırken dahi, durup düşünüyoruz, ölçüp biçiyoruz. Cinsiyet ne demektir, toplumsal cinsiyet eşitliği ne anlama gelir onu dahi sorgulasak iyi. Dolayısıyla sözleşme metnini imzaya açarak, onaya sunarak, yürürlüğe koyarak, GREVIO gibi bir denetleme, raporlama kurulu oluşturarak, kestirmeden çözümler vadediyor gibi görünen hukuki girişim aslında, hukukçusundan, akademisyenine, holdinglerden, STK’lara, politikacısından, köşe yazarına, üniversite öğrencisinden, tüm tartışmaları evde televizyonundan takip eden Ayşe teyzeye kadar herkesi içine alan ortak bir söylev, tartışma ortamı yaratıyor. Birbirinden bağımsız olmayan, aksine birbirini besleyen, Avrupa Konseyi toplantısından çıkmış sözleşmeyi oturma odalarımıza getiren, oturma odamızdan tekrar sokağa, üniversiteye, meclise, köşe yazılarına taşıyan, tartışmalarımızla enleşip genleşen sağlıklı bir döngü.
1935 yılında Sabiha Zekeriya Sertel’in Cumhuriyet gazetesinde yayımlanan bir yazısı var: “Yanlış Yolda Giden Bir Feminizm.”[2] Bundan seksen dört yıl önce yine İstanbul’un ev sahipliğinde, bu sefer Yıldız Sarayı’nda toplanmış Uluslararası Kadınlar Birliği’nin on ikinci kongresi devam ederken yayımlıyor yazıyı.
Bu yazıyı bugün de yazabilirmiş, hem İstanbul sözleşmesi için, hem de İstanbul sözleşmesinin etrafında dönen bir dizi tartışma için. Hâlâ geçerliliğini koruyor.
Buyrun, siz de kulak verin:
“Kadın hürriyetsizlikten, müsavatsızlıktan şikayetçidir. Kendisini bu haklarından mahrum eden cemiyettir. Bu zorlu hasim karşısında kadınlar superstructurede [sic] bazı değişiklikler yapmakla esaret ve tazyikin önüne geçeceklerini zannediyorlar. Hayır… Bugün onların şikayet ettikleri bu cemiyetlerin birçoğu kadınlara siyasi, içtimai birçok haklar verdiler. Müsavi terbiye, siyasi hak, medeni haklar veren memleketlerin adedi günden güne çoğalıyor. Fakat kadının şikayeti bitmiyor. Gene her sene toplanıp bizi eziyorlar diye cıyak cıyak bağırıyorlar. […] O halde bu tazyik ve esaretin kökü nerede onu bulmak lazım…
Bu bugün cemiyetlerin iktisadi ve içtimai kuruluşundadır. Hükümetlerin bütün iyi niyetlerine, kadınların bütün gayretlerine rağmen bu kökü, üzerine birkaç kat boya sürmekle düzeltmek mümkün değildir. Bu asırların yerleştirdiği, olgunlaştırdığı bir köktür. Cemiyetlerin bu şekilde kuruluşundan, tarihi tekamül içinde bu şekli alışından ıstırab çeken yalnız kadın değil, aynı içtimai şerait ve seviyede yaşayan erkek de beraberdir. Bu davayı erkekten ayırmak değil, aynı tazyike maruz kalan kadınla erkeği birleştirmek, aynı davayı beraber gütmek lazımdır…
Çünkü dava kadınlık erkeklik davası değil, tazyik edilenle tazyik edenin davasıdır. Tazyik edilenler bir cephede, tazyik edenler bir cephededirler. Tazyik eden erkek değil, bütün bir cemiyetin kuruluşu, adetleri, umumi mekanizmasıdır. Kadınlar bu esaret ve tazyiki yalnız bir cins meselesi olarak telakki ettikleri, davalarını bu esas üzerine kurdukları müddetçe hiçbir şey yapamazlar. Hiçbir şey değilse bile esaret ve tazyikin sebeblerini ve şekillerini ortadan kaldıramazlar.”
•
[1] Ayrıca bakınız, Seher Kırbaş Canikoğlu, “Kadınlara Yönelik Şiddetin ve Ev İçi Şiddetin Önlenmesine Dair Ulusal ve Uluslararası Mevzuat İstanbul Sözleşmesi ve 6284 Sayılı Kanun,” Ankara Barosu Dergisi, 215 3, s. 369.
[2] Sabiha Zekeriya Sertel, “Yanlış Yolda Giden Bir Feminizm,” Cumhuriyet, [23 Nisan, 1935], s. 9.