Özcan Ergüder, Erdal Öz'ün sorularına cevap veriyor

1957 yılının ilk yarısı Sait Faik Hikâye Armağanı etrafında dönen ateşli tartışmalara sahne olurken, sessizliğini koruyan Özcan Ergüder yalnızca Erdal Öz'ün sorularını yanıtlar. K24 Evvel Zaman sayfalarında yarım asır geriye, dönemin edebiyat tartışmalarına gidiyoruz...

Özcan Ergüder’in ilk ve tek kitabı Maskeli Balo, 1956’da Yenilik Yayınları’ndan çıkar ancak Maskeli Balo öykülerinin bir kısmı kitaplaşmadan önce süreli yayınlarda okurla buluşmuştur. Alışılagelen anlayışın dışında kalan bu öyküler dikkatleri üzerine çekmekte gecikmez. Oktay Akbal, Maskeli Balo kitabını “Yenilik son sayısında Özcan Ergüder’le Feyyaz Kayacan’ın hikâye kitaplarını çıkaracağını açıklıyor. Bu iki yazar da yeni edebiyatımızın büyük birer ümididir. Kitaplarının da benzerlerinden çok ayrı ve üstün bir nitelikte olacağını umuyorum,” (“Dergileri Karıştırırken”, Vatan, 10 Mart 1956, s. 4) sözleriyle müjdeler. Edebiyat çevrelerinde 1957 yılının Sait Faik Hikâye Armağanı’nı kazanması beklenen iki kitaptan biri Nezihe Meriç’in Topal Koşma’sı diğeri ise Özcan Ergüder’in Maskeli Balo’sudur. Ancak, iddialara göre, üçüncü yılında da Varlık tekeli kırılamaz ve ödülün sahibi Necati Cumalı’nın Değişik Gözle kitabı olur. Bu durum Seçilmiş Hikâyeler dergisinin başlatıp sürüklediği ateşli tartışmaları da beraberinde getirir. Salim Şengil, derginin Mart-Nisan 1957 tarihli sayısında Sait Faik Hikâye Armağanı’ndan çekildiklerini duyururken Nezihe Meriç ve Özcan Ergüder’in kitaplarının görmezden gelinmesini de kınar. Attilâ İlhan, Burhan Arpad, Tevfik Çavdar gibi isimler de yazılarında jüriyi ve Varlık Yayınları’nı eleştirirler. Ece Ayhan, Muzaffer Erdost, Cevdet Kudret, Tarık Dursun K. ödülü Maskeli Balo’nun hak ettiğini düşünenler arasındadırlar. Tartışma farklı yayın mecralarında da yankı bulur. Bekir Çiftçi, Forum’da “Eğer Sait Faik Armağanı’nı ‘zaman içinde devam eden Sait Faik’ diye tanımlarsak, armağan Nezihe Meriç’e verilmeliydi. Yok eğer yılın en iyi, en Batılı hikâye kitabına vereceksek, Özcan Ergüder’e” (“Sait Faik Armağanı yahut Kaybeden Kazanıyor II” Forum, 79, 1 Temmuz 1957, 20) diyerek yorumlar kararı. Özcan Ergüder ise bu konuyla ilgili sessizliğini korumaktadır. Erdal Öz'ün Maskeli Balo hakkında kendisiyle yaptığı söyleşi, tam da tartışmaların bütün hızıyla sürdüğü o günlerde yayımlanır. 

Özcan Ergüder, Erdal Öz’ün Sorularına Cevap Veriyor[1]

Yeni çıkan Maskeli Balo adlı hikâye kitabınızı okudum. Garip bir özelliğiniz var: Hikâyelerinizi hep “dedim”, “dedi”lerle kuruyorsunuz. Neden bu?

‒ İki sebebi var. Birincisi şu: Tabii olmak için. Birisine o hikâyeyi ağızdan anlatsaydım yine ayni tarzda anlatırdım. Konuşurken, dikkat ederseniz hiçbir zaman size söylenen bir sözü, tırnak açıp olduğu gibi aktarmazsınız. Bir yığın “dedim”, “dedi”ler katarsınız içine. İşte o durumu olduğu gibi aktarmak var. Ben bunu yapıyorum. İkinci sebep de şu: İnsan, “dedim” dediği zaman, o söz daha çok hayatiyet kazanıyormuş gibime geliyor. Anlatışa daha çok canlılık katıyor.

Öyleyse siz hikâyelerinizi yazmıyorsunuz, anlatıyorsunuz, öyle değil mi?

‒ Bence, bir kere, hikâyenin anlatım yanı kuvvetli olmalıdır. Yani, her şeyden önce ortada anlatacak bir vaka olmalıdır. Ne fikir ne de üslup, hikâyenin kendisi kadar önemli değildir. Hikâyenin kendisi demekle, hikâyenin masal tarafını kastediyorum. Sadece bir ruh durumunu yahut bir fikri ortaya koyan “hikâye”, benim için hikâye değildir. Ama yanlış anlaşılmasın: Sadece bir vaka anlatmak da hikâye değildir. “Vaka” ile muhakkak büyük maceraları kastetmiyorum. Bir odada iki kişi de konuşabilir. Bu da benim için bir vakadır. Bakın mesela kabiliyetine inandığım, Bilge Karasu’nun okuduğum hikâyelerinin her biri, bende, birer uzun hikâyeden veya romandan alınmış pasajlar etkisini bırakıyor. Öte yandan mesela Vüs’at O. Bener’in son birkaç hikâyesi hâriç, Dost kitabındaki hikâyelerini çok seviyorum. Tam benim istediğim hikâyeler. Okuyanlar bilirler: James Joyce’un Ulysses adlı romanı bir günde geçer. Ama romanı bitirip kapadıktan sonra, mesela karım sorsa, ona şöyle on beş dakika içinde o romanı oturup anlatabilirim. Yani anlatılacak bir yanı vardır onun. Bu yüzden de güzeldir. Faulkner da öyle, Sartre da. Bizde Ömer Seyfettin, Haldun Taner, sonra İngiliz romancısı Somerset Maugham da vakalarla kurarlar hikâyelerini, ama ondan ileri gidemezler. Onların yazıları, olsa olsa iyi bir gazete röportajcısının yazıları gibidir. Derinlikleri yok. Ben başı, ortası, sonu olan hikâyeleri seviyorum. Klasik hikâye iskeleti olmalı önce. Mesela Taksim Meydanı’ndan bir taksiye biniyoruz. Sadece ruh durumlarını, düşüncelerini yazsak, bence o hikâye olmaz. Takside bir hadise geçmeli. Onu bir başkasına oturup anlatacak durumda olmalıyım. İşte o hikâye olabilir bence.

Hikâyelerinizde insanın cinsel eğilimleri üstünde neden bu kadar ısrarla duruyorsunuz?

‒ Ben on beş yaşındayken mektepte bir İngiliz öğretmen bana ve birkaç arkadaşıma Freud’ü tanıttı. Daha hemen o zaman, on beş yaşında, insan hayatındaki en önemli şeyin cinsiyet olduğunu, hem de yalnız fikir olarak değil, kendimde de hissederek, anlamıştım. İnsanın bütün faaliyetlerine, ne bileyim, kahramanlık, idealizm gibi şeylere bile yön veren şeyin cinsiyet olduğuna inanıyorum. Sonra insanın derin taraflarına da bu yönden inmek biricik yol gibi geliyor bana. Bir zaman sonra Freud’ü okumadım. Ama kendi kendime tanımaya çalışırken her şeyin altından cinsiyet çıktı. Bence hayatta en önemli şey kısacası bir kadınla bir erkek arasındaki münasebettir. Erkeklik veya kadınlık da çocukken başlar.

Sizce Sait Faik’ten sonraki genç hikâyecilerimizin eksik yanları nelerdir?

‒ Genç hikâyecilerimiz genel olarak yeteri kadar araştırmıyorlar. Nasıl ki araştırma yapmadan bilim olmazsa edebiyat da olmaz. Araştırmak şart. Sonra hiç korkmadan denemek lazım. Yalnız bunu yaparken bir tehlike beliriyor: Modalara kapılmak. Halbuki modalara kapılmak değil, modaları yaratmak lazım. Başarıp başarmamak söz konusu değil. Zaten ben, edebiyatta başarı kazanmanın da ne demek olduğunu bilmiyorum. Sonra çok okumak lazım. Yalnız roman, hikâye değil, mesela felsefe ve psikoloji de okumak lazım. Mesela ben, İngiltere ve Amerika’da çeşitli psikanaliz kliniklerinin yayınladığı dergileri bol bol okudum. Orada ruh hastalıklarının ayrı ayrı ruh tahlilleri vardır. Hem bunun bir faydası daha var. İnsan normallikle anormallik arasındaki çizginin sanıldığı kadar kesin olmadığını da görmüş oluyor. Sonra bizde çevre yok. Bizdeki sanat çevrelerinde dedikodu ve ona buna çatmaktan başka bir şey yapılmıyor.

Bir hikâyeci olarak “yeni olmak”tan ne anlıyorsunuz?

‒ Buna, yeni olarak tanıdığım sanatçıların adlarını sayarak cevap vereyim: Dostoyevski, Faulkner; hikâyeci olarak değil de piyes yazarı olarak Çehov, sonra Strindberg, Hemingway, Tennessee Williams, Anouilh; Graham Green, Sartre, Camus, Goncharov. Bu adları böyle karışık sayışımdan bir maksat da yeniliğin bence tarih ve teknikle ilgisi olmadığıdır. Bunu, şahsen tekniğin çok önemli olduğuna inandığım halde söylüyorum. Yenilik, anlatıştan çok bir görüş meselesidir. Eskimeyen her şey yenidir.

Çalışma tarzınız?

‒ Ben gazetecilik işini üstüme almadan önce, en az üç, en çok altı saat her gün düzenli olarak hikâye üstünde çalışırdım. Türkiye’ye geleli sekiz ay oldu. Daha tek kelime yazmadım. Masa başına her oturuşumda, rahat rahat yazardım. Konu sıkıntısı çekmezdim. Çünkü her zaman için yazacak şeyim vardı. Yazı yazan bir kimse için yazı, ikinci iş olmamalı, birinci iş olmalı. Her gün çalışmayan insan da bence yazar olamaz. “Yazacak vaktim yok, yazamıyorum,” demek laf değil bence. Çünkü yazmadan edemeyecek olan insanda böyle bir şey olamaz sanıyorum. Ama bakın, T. S. Eliot, uzun zaman bankacılık yaptı. Ancak her gün saat sekizden sonra oturup yazabiliyormuş. Ama öyle sanıyorum ki Eliot kötü bir bankacıydı. Hele yazıyla ilgili bir iş tutmak en kötüsüdür. Mesela gazetecilik yapmak. Yazarın bir iş tutması muhakkak lazımsa, ya kahveci olsun ya kasap. O zaman bile işini dalgaya getirmeli, akşam masasının başına oturduğu zaman dinç olmalı. Yoksa olmaz.

(Yenilik, S: 55, Mayıs 1957, s. 9-11)

 

 

 


[1] Söyleşi yeniden yayımlanırken dönem imlası büyük oranda korunmuştur.