Abdullah Ezik, öykülerinde tekrar eden imgeler, tarihe bir kurgu unsuru olarak yaklaşma meselesi ve postmodern bir kurgu örneği olarak yeni kitabı Öteki Denizin Haritası üzerine Bahri Vardarlılar ile söyleşti...
02 Şubat 2023 16:36
Bahri Vardarlılar, geçtiğimiz günlerde İthaki Yayınları’ndan çıkan yeni öykü kitabı Öteki Denizin Haritası’nda Beyoğlu’nun, gizemli bir kulübün ve esrarlı bir haritanın parçalarının birleştiği post-modern bir dünya meydana getiriyor. 1900’lü yıllardan Corona salgınına kadar farklı dönemleri ortak paydada buluşturan yazar, Karaköy’den Beyoğlu’na giden ve “dünyanın en kısa, en aciz metrosu da olsa bizi o gerçekliğin bir yerinden alıp başka bir yerine götüren” Tünel metrosuyla yolculuğa çıkardığı okurunu, haritanın sınırlarıyla yüzleşmeye çağırıyor.
***
Öteki Denizin Haritası, birbirlerine paralel olarak kurgulanmış ve zamanla iç içe geçen öykülerden meydana geliyor. Öncelikle kitabın adından başlamak istiyorum. Kitaplarınıza isim verirken genelde bir öyküden değil, bir bütünden hareket ediyor ve özel bir isimlendirmeye gidiyorsunuz. Bu noktada “Öteki Denizin Haritası” isminden ve bu tercihinizden söz edebilir misiniz?
Kitapların adları son anda ve neredeyse kazaen ortaya çıkıyor. Öteki Denizin Haritası aslında bir önceki kitabımdaki son hikâyenin ismiydi. Orada orta yaşlı bir yayıncı tuhaf bir kitabın–bu yeni kitabımda uzun uzun anlattığım o kütüphaneden ödünç alınmış bir kitabın– peşinden kendini Gezi olaylarının ortasında buluyordu. Aslında epey sevdiğim bir hikâyedir, fantastik yanı da çok geri plandadır. O zamanlar yayıncı arkadaşlar kitaba bu adı vermemi istemişlerdi, ama ben tam da söylediğiniz nedenden, yani bir hikâye kitabına hikâyelerden birinin adını vermeyi sevmediğim için reddetmiştim. Yıllar sonra, bu yeni kitabın oluşum sürecinde sıra bir isim bulmaya gelince neden olmasın dedim. Sonuçta bu yeni kitap oradaki bazı şeylerin altını daha öncelikli bir şekilde çiziyordu. Harita, başka pek çok şeyin yanı sıra yolculuk ve arayış kavramlarını içinde barındırdığı için önem verdiğim bir imge.
Öteki Denizin Haritası’nda yer alan 10 öykü, zamanla birbirini bütünleyen ve nihayetinde ortaya anlamlı bir bütün çıkaran özel bir yapıya sahip. Bu noktada her bir metin ayrı ayrı ele alınabileceği gibi, kitaba bütün olarak yaklaşmak da mümkün. Peki siz kitabın yazılışı sırasında nasıl bir yol takip ettiniz? Bu yapı önceden belirli miydi, yoksa öyküler zamanla mı bir bütüne işaret etti?
Bir hikâyenin hem özerk bir yapı olarak hem de kitaptaki bütünün parçası olarak iki ayrı işleve sahip olması öteden beri önemsediğim bir şey. Yine de önceden belirlediğim bir yapı asla yok, çünkü öncelikle yazdığınız şeylere böyle işlevler yüklemeden kendi başlarına nefes almalarını sağlamak zorundasınız. Yine de içimdeki aceleci, bıçkın bir tarafın “Sen hikâyeyi kurup yola çıkar, karakterler koşarak da olsa sana yetişir” diye bana bağırdığı oluyor bazen. Ama ben o sesi çoğu zaman duymazdan geliyorum.
Bahri Vardarlılar
Kitabın ana izleğine bakıldığında 1900’lü yıllardan günümüze değin uzanan bir hat takip edilebilir. Bu yönüyle tarihselliği güçlü, ortaya kronolojik bir çizgi de çeken bir eser söz konusu. Öteki Denizin Haritası’nda neden özellikle birbirlerinden farklı kuşak, zaman ve dönemleri içerisine alan öyküler kaleme aldınız?
Bir önceki kitabımda Edgar Allan Poe’nun son gününü anlattığım bir kısa öykü sayılmazsa, daha önce tarihsel kurgu alanında bir çalışmam yoktu. Tarihsel kurgu aslında çok yakından takip ettiğim bir şey değil. Ama ne yalan söyleyeyim, bugüne ait olmayan kimi bakış açılarını kullanmak ilginç geliyordu. Ne derece başardım, emin olamıyorum. O yüzden yorumunuza teşekkür ederim. Bir de şunu ekleyeyim: bir ara kitaptaki öyküleri tarihsel kronoloji sırasıyla dizmeyi düşünmüştüm, ama böyle yapınca uzun öyküler birbirleriyle çok yakın durdukları için vazgeçtim. Yine de biraz alternatif bir yakın gelecekte geçen “Her Teklife Açığız”ın sondan bir önceki olarak ve geçmiş-gelecek tüm zamanlarda aynı anda geçen “Kekremsi”nin son öykü olarak yerlerini korudum.
Kitapta aynı zamanda Türkiye’nin imparatorluktan Cumhuriyet’e, oradan çok partili hayata ve bugünkü sosyal yapıya ulaşma sürecine dair de toplumsal, kişisel ve sosyolojik bir gelişim çizgisi var. Bu yönüyle eserin toplumsal/sosyal bağlamını nasıl yorumlamak gerekir? Öteki Denizin Haritası’nda anlatılan bütün bir toplumun hikâyesi midir, yoksa burada tercih edilmiş spesifik bir bakış mı söz konusudur?
Bu kitapta İttihatçılar, tek parti döneminin müsteşarları, kırklı yılların ırkçıları ve benzerleri var. Kendi gerçeklerini mutlaklaştırma peşindeki insanlar. Belki tamamen kötü değiller, ama âşık oldukları, ya da hayal kurdukları zamanlarda bile, yani en naif anlarında bile karşılarındakileri hiçe indirmeye, dışlamaya hazırlar. Ve “siyasi aktör” olanlar da hep onlar aslında. Bir de öbürleri var; daha içe kapanık, daha karmaşık, sert yargılardan kaçınanlar ve genelde gözlemcilikle yetinenler. Bunlar düzene isyan edecek cesarete sahip insanlar değil, düzenin bazı kusurlarını paylaştıklarının da farkındalar. Örneğin, “İstanbul’a Yeni bir Kumpanya Gelmiş” öyküsündeki Enver. O da kısmen öykünün asıl kötüsü Faruk gibi ırkçı bir adam, dahası yabancı olana –Rum sevgilisi gibi– sahip çıkacak cesareti yok. Öyle olunca içinde taşıdığı kendi cehennemiyle sürekli yüzleşmek zorunda kalıyor. Benzer şeyler kitaptaki başka karakterler için de söylenebilir.
Bir “post-modern kurgu örneği” olarak Öteki Denizin Haritası’nı nasıl yorumlamak gerekir? Bu noktada siz özel bir araştırma veya çalışma süreci yürüttünüz mü?
Kitabın post-modern kurgu örneği olarak nasıl yorumlanacağı konusunda ben bir şey söyleyemem. Ama kurguların varacağı yeri ilk kestirdiğimde aldığım o oyunbaz keyfi de kolay kolay hiçbir şeye değişmem. Fuat Bey ve malum İngiliz Detektif ya da Haşmetli Enver Paşa ve suçun Napoleon’u olarak anılan malum Profesör gibi. Ayrıca, Mithat Cemal Kuntay’ın romanı Üç İstanbul’un başkarakteri Avukat Adnan Bey’in Yıkılan Vatan adlı eserini ömrü boyunca tamamlayamaması bana hep hüzünlü gelmiştir. Pera’daki o kulüpte romanı nihayet tamamlamış olması bence memnuniyet verici. Hasta yatağından kalkınca o kulübün adresini kendisine verdiğim için bana teşekkür eder diye umuyorum.
1940’lı yıllarda Karaköy Meydanı.
“Pera’daki Muhayyel Seyyahlar Kulübü” başlıklı öykü aynalarla insanın boyut; harita, kitap ve fotoğraflarla ise zaman algısını yok eden bir mekânın hikâyesini işliyor. Söz konusu bu mekân üzerinden nasıl bir örgü geliştirmek istediniz? Bu öyküde daha da sert bir şekilde dışavuran boyut ve zamanı yok etme arzusu kaynağını nereden alır?
Bu soru için teşekkürler. Burada kendi yeteneklerime ve imgelemime duyduğum güvensizliği itiraf etmek istiyorum. Çünkü öyle bir kütüphaneyi hakkını vererek anlatmak edebiyata birkaç yılda bir ve yalnızca kısa kurgularla dönen birinin harcı değil gibi geliyor bana. Tuhaf şeylerle dolu, boyutları belirsiz bir kütüphane fikri bende çok uzun yıllardan beri –belki Borges’i ilk okuduğum zamanlardan beri– var. Başlangıçta o kütüphaneyi bandırası belirsiz, büyük bir yelkenli geminin içinde Osmanlı limanlarından birine getirmeyi düşünüyordum. Yabancı diller ve başka pek çok konudaki bilgisiyle ordunun gözbebeği olmuş bir Osmanlı zabiti –bu kitaptaki Fuat gibi biri– bu ıssız gemideki kitapların, haritaların, resimlerin ve diğer şeylerin envanterini çıkarmakla görevlendiriliyordu ve yavaş yavaş aklını kaybetmeye başlıyordu. Bu fikir zaman içinde gelişip bu kitaptaki şekline dönüştü. Yıllar önce kitapların bildiğim en güçlü büyü nesnesi olduğunu söylemiştim, bu düşüncem hâlâ değişmedi. O kütüphaneyi tüm oyunbazlığıyla bugün de gayet çekici buluyorum. Düşünün, Adnan Bey’in Yıkılan Vatan’ı bir yana, Aristo’nun Poetika’sının “Komedi” üzerine ikinci cildi, Charles Dickens’ın The Mystery of Edwin Drood’unun tamamlanmış kopyası, Pierre Menard’ın Don Quijote’si, ya da Winds of Winter gibi yapıtlar da var bu kütüphanede. Resimlerden, filmlerden ve bütün öbür şeylerden hiç bahsetmiyorum bile. Burada göstermek istediğim şeylerden biri de bizim kültür olarak “kurgu” denen şeye bakışımız. Örneğin, bir deha olduğu söylenen Beşir Fuat’ın –ki Fuat’ın isim babası odur– “Batı’da iki çeşit eser vardır: Hayaliyûn - Hakkikiyûn. Bize düşen Hakikiyun’u takip etmektir” gibi bir cümle kurması bana hep ilginç gelmiştir. Evet, o kütüphane zaman ve mekân algısını yok ediyor ve bunu gayet büyük bir keyifle yapıyor. Neye inanacağı konusunda fazla emin birini, örneğin bir İttihatçı’yı kolaylıkla sudan çıkmış balığa çevirir. Belki bu yüzden, orasıyla en iyi iletişimi kuran kurgularla ilişkisi öbürlerinden farklı olan Süleyman oluyor.
1875’de açılan ve Karaköy’ü İstiklal Caddesi’ne bağlayan dünyanın ikinci metrosu Tünel, 1900’lerin başından bir fotoğrafta…
Harita, deniz, tünel, yeraltı, yeryüzü gibi kavramlar/imgeler, kitabın ana omurgasında kendisine yer alıyor. Burada benim dikkatimi çeken, tüm bu ifadelerin aslında insanın dünyaya yaklaşımını, ondan faydalanma arzusunu ve dünyayı kavrama biçimini yansıtması. Harita onun için dünyanın bir suretidir. Deniz tüm yaratılış mitlerinin temelinde yer alır. Yeraltı ölümden sonrasını, yeryüzü yaşama arzusunu temsil eder ve imgeler giderek çoğalır. Bu noktada Öteki Denizin Haritası’nı bir imgeler kitabı olarak görebilir miyiz? Bir öykü yazarı olarak “imge” sizde nasıl bir karşılık bulur?
İmgeler konusunda söylediğiniz şeylere tamamen katılıyorum. Yazdıklarımda imgelerin hep özel bir yeri vardır. Dünyayı kavrayışımızla ilgili, onu anlamak için ortaya sürdüğümüz bir dil ya da bir bakış diyelim. “Haritanın Parçaları”nın konusu biraz bu aslında.
Öykü karakterlerinizin (Fuat, Samet, Esin, Enver, Faruk…) birlikte var oldukları dünya ile büyük bir bütünlük geliştirdiklerini söyleyebiliriz. Bu meseleden hareketle, öykü karakterleriniz bir parçası oldukları çağ, toplum ve coğrafya ile nasıl bir diyalog geliştirirler?
Karakterlerin hemen hepsi yaşadıkları çağa, güne, topluma, ortama karşı belirli bir mesafe koyan karakterler. Çoğu içlerine kapanık, kimisinin vicdanı belirli nedenlerle yaralı. Dış dünyayı doğru tahlil ettikleri zaman bile onun bir parçası olmayı beceremiyorlar, öyle bir istekleri de pek yok zaten. Dışadönük, toplumla rahat iletişim kuran karakterler bana ilginç gelmiyor. Her şey bir yana, yazarken aradığım o büyüyü onlarda bulamıyorum. Ha, tabii örneğin “Her Teklife Açığız”daki gibi medya fenomenlerini de yazdığım oluyor, o ayrı. Ama aslında benim favorim “Yangın” hikâyesindeki her durumun tadını çıkarmaya bakan o adsız karakter. Doğruya doğru.
Son olarak şunu sormak istiyorum: Öyküleriniz bugün ile nasıl bir bağ kuruyor? Öykülerin bittiği noktada karşılaştığımız sahneler, bize yazar tarafından düşlenen paralel bir dünya mıdır, yoksa başka türlü bir görü mü?
Gayet iyi bir soru. Öykülerin bittiği nokta nasıl bir dünya? “Archie İçin Multivitamin” öyküsü buna gayet uygun bir yanıt olabilir. Bir bakalım: Anlatıcı ufak bir rahatsızlık nedeniyle bir eczaneye gider. Tam eczacı kadınla konuşurken içeriye genç bir kız girer. Bu aslında Pera hikâyesindeki sekreter kızdır. Evinde olanaksız bir yaratığı, ta dinozorlar döneminden kalma sürüngenle kuş arası bir canlıyı beslemektedir. Bu küçük yaratık yakınlarda gerçekleşecek bir felaket önsezisiyle ortalığa saldırmaya başlamıştır. Bahtsız anlatıcımız hem bu kıza hem de meraklı eczacı kadına hikâye boyunca cevap yetiştirmek zorunda kalır. Buraya kadar tamam. Peki özünde nedir bu hikâye? Bu hikâye aslında düşsel olan –Archie’yi besleyen kız– ve sıradan hayattaki gerçek olan –eczacı kadın– arasında kalmış, her ikisine de borçlu hisseden ve her ikisi tarafından ayrı ayrı hırpalanmış bir adamın hikâyesi. Ve bu durum aslında adamın iletişimsizliğini büsbütün artırıyor. Nitekim eczacı kadının sorularına cevap verdiğinde kadın onu anlamıyor bile, hatta biraz alaycı bir şekilde “Size bisikletle çarptığım gün yolda yürürken bunları mı düşünüyordunuz?” diye soruyor. Yani, paralel dünyadan çok bizim dünyayla aynı düzlemde var olan, ama insanların vasatlığı yüzünden algılan(a)mayan bir dünya.
•