Orhan Koçak ya da kamaşmanın diyalektiği

"Orhan Koçak’ın eleştiri işleminde kamaşmanın kimi semptomları: Her yazı –özellikle şiir– bir bulanık atmosfer içinden görülür sanki; gözler yazının oluşturduğu atmosferde, yazıdan tabakalar halinde yayılan, bazen kirli de olabilen dalgalardan, basınçlardan ötürü sımsıcaktır. Eleştiri bir soğutma işlemi gibidir."

Bir ıslık delindi. Tiz. Yalpalı dev eğreltiler.
(Vüs’at O. Bener)

Orhan Koçak’ın Ulus Baker’le ilgili yazısının başlığı: “‘Ulus Baker Yazısı’nın Peşinden.” Birazdan ürkütücü ama bir o kadar da cezbedici bir labirente girilecektir sanki. Ve bir risk, bir tereddüt daha başlıkta kendini duyurur: Baker’in yazılarındaki kavşaklarda, keskin virajlarda, yana kayma jestlerinde yalpalamak; belki takibi yitirmek; kimi çıkmaz sokaklarda birdenbire duvara toslamak; hâsılı, bir kez içine girilmiş bir labirentten çıkamamak; ya da daha vahimi, hep başlangıç noktasında kalıp eşikten içeri hiç adım atamamış olmak... Yazı bu türden riskleri üstlenir;  sözü söylemek istiyorsa riski üstlenmek, onun tadına varmak durumundadır. Gerek başlığın vaadi, içerikle ilişkisi gerekse sözün çatılması bir şarta bağlıdır ama. Baker hakkında başlatıcı olmasa da rota tayin edici, işaret levhası kabilinden bazı cümlelerin kurulması, kurulan bu cümlelerin bir düşünceye yavaş yavaş yaklaşması ve onu derece derece açması, nesnesiyle etkileşimegirmesi için; fakat aynı zamanda Koçak’ın bizzat kendi yazma sürecinin de devamı için bir kabul gereklidir. Açılış cümlesinden:

“Herhalde bir ‘Ulus Baker’ yazısı olduğu gibi, bir de bu yazının okunması vardır.”

Buradaki “herhalde” şüphesinde bastırılmış bir küçümseme yahut muhatabını hafife alma değil, tam aksine, onu ciddiye alma, onunla eşit bir ilişki kurma isteği yankılanır: Bu dilde, “herhalde” ya da yüksek ihtimalle bir Ulus Baker yazısı vardır. Artık vardır. Ya da bundan böyle vardır.

Gelgelelim Koçak’ın yazısı bu sıkıntılı kabulden, bu geçiş protokolünden sonra değil, belki çok daha önceden yazılmaya başlamıştır. Evet, daha önce: Zira bir yazının, hatta bir cümlenin ne zaman yazıldığını, başlangıç ânını tayin etmenin imkânsızlığını belirten Blanchot haklıdır. Ulus Baker’in Deleuze’den mülhem yüzergezer kimi parçalarına şurada burada rastlamamış, onlarla kademeli ve sürekli olarak, tam o sıralardakarşılaşmış gibidir Koçak. Ve bu karşılaşmaların bir tezahürü olarak nihayet bir Ulus Baker yazısı: Bu terkipte bir kişiliğin, bir edanın, bir mizacın ve duyuşun, bir düşünceyi geliştirmeye yönelik strateji ve taktiklerin yanı sıra, tüm bu etkinliklerin failinin ürünleriyle, yazılarıyla karşılaşmanın etkileri de vardır. Bu karşılaşmada belli dozda bir şiddete maruz kalmışlığın izleri yadsınamaz. Yazı ve onu okumak arasındaki ilişkide bir cisim, zihinsel emeğin maddi bir uzantısı olarak yazı okuma eyleminden hep bir adım daha önde, daha hızlı ve akışkandır: Hayretle, şaşkınlıkla, kendini sonradan duyuracak sevinçlerle, ya da düpedüz anlık kızgınlıklarla karşılanması da bundandır... Nitekim Ulus Baker yazısının üçlü kombinasyonunda “okuyanın hali”ne de yer açılır:

“Ya okuyanın hali? Turgut Uyar’ın dizesini yeniden formüle edersek, burada herkes kendi gecesiyle yüz yüzedir artık. Belli bir takatsizliği veri alacağız. Yetişememek, yakalayamamak düşüncesi de bize eskisi kadar kaygılandırıcı gelmemeye başlayacak belki. Ve o ilk mecalsizliği kızgınlığın (ve apansız sevinçlerin) yardımıyla atlattıktan sonra, gecenin geç saatlerinde, orada ileride, yavaş yavaş, bizimkine çok benzeyen ama enerjetik yüklerinden arınmış bir dünyanın sözlerden oluşmaya başladığını görebileceğiz.”1

“Okuyanın hali”: Muğlak ve donuk bir ad olan, çoğun sorunsuz ve habersiz, üstelik kendini temize çeken, masumiyetini garanti altına alan, kabahatlerini ve hatta suçlarını gizleyen bir genellik olarak okur değil: Bir isim-fiil olarak, yazının hareketine ve ritmine dahil oluşu da kapsayan, bu durumda bir aksiyonun faili olarak okuyan özne ve bu öznenin şiir de dahil yazı karşısındaki hali... Dahil oluşları, içerme ve üstlenme jestleriyle, yazmak kadar okumak da siyasal yükleri, estetik duyuş ve duygulanımları ile yetkinlik, ciddiyet ve dikkat isteyen –jimnastiğe yakın– bir sanattır Koçak’ta. Ama her yazı değilse de, Baker yazısında olduğu üzere bazı yazılar birer istisna olarak okuyan özneyi onca donanımıma, idmanına rağmen hazırlıksız yakalayabiliyordur: “Belli bir takatsizliği veri alacağız.” Gardını indirmek, silahlarını teslim etmek değil, sözü kurmak adına yapılan, etkileşimin apansız sonucu olarak, yapılması mecburi bir konum alış, bir kabulleniştir bu.

Ve gerilimlerin, sürtünme ve sürtüşmelerin içinden yükselen, yüklerinden arınmış, yarattığı etkileri kısmen yatışmış bir dünyanın bir mükâfat olarak sözlerden oluşmaya başlaması, usulca ve tekil deneyim alanında, herkesin kendi gecesinde: Ama burada değil, hâlâ orada olan bir dünyadır bu... İleride bir yerlerde olan, öznenin kendi dünyasına benzeyen ama onunla özdeş olmayan, temsil düzenbazlığına karşı uyanık, farklılıkların muhafaza edildiği bu dünya ile bu dünyaya bakan öznenin netameli ilişkisi: Yalnızca eleştiri işlemini devam ettirmek için değil, düşünceyi geliştirmek, yazı ile konuşmak, nesneyle bakışmak ve nihayet onun hakkında yazmak için bir mesafe, bir uzaklık daimidir. Tıpkı yazı gibi okuma da tekrarlarla kendini çoğaltıyor, sürekli hareket ediyor, özne yeni açılar ediniyordur. Kaldı ki, bir kez okunup da sonlandırılacak, kapatılacak bir yazı değildir Baker’inki: Hem yazı da onu okuyan öznenin optiğinde kendini yeniden yazmayı sürdürüyordur. O halde yazıyla aradaki bu uzayıp kısalan ama hiç kapanmayan mesafe bir tercih ya da bir taktik değil, bir zorunluluktur: Eleştirinin nesnesine kavuşması, onunla kaynaşması, uzlaşması, bir ve bütün olması –“iyi geçinmesi” – ikisinin de infilakı anlamına gelir.

Ulus Baker yazısıyla etkileşim, bu etkileşimdeki az sonra söze dönüşecek olan kuvvet de kaynağını bu mesafeden alır. Bu etkileşimde ışıkla karanlık arasındaki tonlamalar üzerinde durulmaz; saklı bir anlamı açığa çıkarmak, bir şifreyi kırmak Koçak’ın yüz çevirdiği tutumlardır: Zira karanlıkta kaldığı iddia edilen bir nesneye ışık tutmak karşılıklı etkileşimi askıya almak, bakış ekonomisini çarçur etmek, dahası, kendini yazının suçlarından, yorumun tehlikelerinden hariç tutmak demektir. Koçak kendini ayırmaz, Cemal Süreya’nın “ne günah işlediysek yarı yarıya” dizesindeki eşit paylar değilse de, konuşan ve yorumda bulunan bir fail olarak kendi payını mutlaka teslim edecektir. Mesafe sadece etkileşimin dinamiklerini, keza mağlubiyet sancılarını yahut zafer hazlarını değil, belli bir etik zemini de tesis ediyordur. Kimi gelgeç ahlaki kurallara, geçirimsiz bazı yöntemlere riayet ederek değil, bu etik zemin sayesinde eleştirel bakış kendi sağlamasını yapabiliyor, nesnesiyle temas halindeyken, ona yönelttiği bir yorumun kendine de büküldüğünü, kendini de açık ettiğini hesaptan düşmüyor, yeri geldiğinde kendini de bir problem haline getirebiliyordur. Bu etik zeminde hatırlatıcılar olarak bazı ilkeler ya da altına imza atılan kimi sözleşme maddeleri: Abartmalara, yüceltmelere, salt benzerliklerle yetinen karşılaştırmalara, özellikle yalana, kenar süslemelerine bu sözleşmede yer yoktur...

Eleştirideki retorik de belli bir teknikten değil, söz konusu etikten hareketle ete kemiğe bürünür. Koçak’ın retoriği nesnesiyle alışverişteyken gösterişe, fiyakalı deyiş ve ifadelere nerdeyse hiç tamah etmez, ama salt karın tokluğu değildir bunun nedeni: Gösteriş yahut fiyaka el altından sahtekârlıklara, palavraya davetiye çıkarır. Retorik gösterişçi değildir, fakat gösterişe karşı alınan bu teyakkuz yazının betinin benzinin atmasına, ya da asık suratlı olmasına yol açmaz; bilakis, kelimenin tam anlamıyla karizmatik bir yazıdır Koçak’ınki.

Mesafe ve etik, ve kritik bir tutum: Meselesine eğilmek, sesini duyabilmek için nesneye yönelmek, yetişmek için uğraşmak ama onu asla kovalamamak; yaklaşmak, evet, ama fazla yaklaşmamak koşuluyla... Bu durumda Koçak’ın Ulus Baker yazısı ile ilgili öne sürdüğü fikirlerle yetinmesi değilse bile onları sınaması, bu esnada kendini de tartması ve yazıyı yeniden içermesi için çelişkili olumlamalara, paradoksal bakışlara, kilitlenip çözülen, tıkanıp açılan enerjilere, doğurgan şüphelere ihtiyacı vardır. Eleştiri açısından hayati bir işleve sahip olan şüphe edimi yazıyla karşılaşmadaki olası önyargıları dağıtır, ilk izlenimleri geri püskürtür, gevşekçe beğeni ya da çemkirme eğilimlerini bir tarafa bırakır, başkalarının karşılaşma deneyimlerini, bu deneyimlerden edinilen ölçütleri de sorunsallaştırır. Neyin neden sevildiğini –ya da sevilmediğini– tartışmak eleştirinin boynunun borcudur. Bununla birlikte, dile getirilen hiçbir fikir kesin olmadığı gibi, herhangi bir hakikat iddiasıyla muhtelif bir söyleme çivilenmiş de değildir: Hakikat yahut kesinlik iddiasından ziyade, her an kendisini de silebilecek, parça parça eksilterek sıfırlayabilecek bir jest, bir söz kurma enerjisi ve bu enerjinin hareketleri söz konusudur. Yorumu örerken onun sökülebileceği, hatta belki düpedüz sökülmesi gerektiği kanısı: Düşüncenin ve sözün haysiyetini kazanmasının bir yolu da bazen onu yere çalmaktan geçer. Yorumun varoluşu, önceki, o andaki ya da gelecekteki başka yorumlarla ilişki kurması, kendine yer açması, ayrımlarını yüklenmesi, hayatta kalması söz konusu olduğunda yorumlayanın varlığı da belirleyici olmaktan çıkar. Ya da Uyar’ın dizesi: “Ben herkesi tanırım adım şuradan.” Herkesi tanıyıp tanımamak bir yana, şuradan’daki mükemmel savuşturmada, gelinen yerin, kaynağın yahut kökenin belirsizleştirilmesinde herhangi bir savunma güdüsü, saldırganlık refleksi işlemiyordur. Ortada bir ad ve bu adın icraatları varsa bile, bu adı mümkün kılan tek bir köken, onu oluşturan kimlik kodları yoktur: Bu durumda “yazar” ya da “eleştirmen” gibi adların hükmünü değilse de özel anlamlarını yitirmesine gönül rahatlığıyla göz yumulur.

Böylesi bir düzlemde yanlış anlaşılmak ya da hiç anlaşılmamak da pek önemli değildir tabii. Hem anlaşılmak yorumun doğruluğu olmadığı gibi teminatı da değildir; yorum daha ziyade kendi çatlakları, boşlukları, sessizlik bölgeleri, eksiklik ve fazlalıklarıyla kayıtlıdır. Bu nedenle eleştiri sürecinde açığa çıkan olası anlamlar, duyuş ve tepkimeler ipotek altına alınmaz, üzerlerinde iktidar uygulanmaz, daha ziyade akışa-dolaşıma bırakılır; hem anlamları çerçeveleme hamleleri şefkatsiz olduğu kadar olanaksızdır da: Teorik yükler bindirerek, yöntemlerle sınırlandırarak anlamların hareketlenmelerini, dışa yahut şuraya buraya taşmalarını, başka bazı anlamlarla ticarete tutuşmalarını yasaklamak, uzak ya da yakın çağrışımlarını denetlemek eleştirinin çözülüşü, kendi kendini imha etmesi; yorumlama işleminden istifa edip hakikat iddiasında bulunma koordinatına geçmesi demektir. Kaldı ki, yorumların önünde sonunda birer yorum olduğunu unutup onlarıherhangi bir sonuca bağlamak, son sözü söylemek, ya da nesneyi katı adlarla, kategori yahut kavramlarla kapatıp mühürlemek; habis bir iktidar hırsına prim verilmiyorsa şayet, Cansever’in “Her şey ki bir yorumdu / Sonuç ki zaten yoktu” dizelerinde de kendini duyurduğu üzere, özünde nafile bir çabadır zaten.

Okuyanın halini, bir okuyan-yazar olarak Koçak’ın da halini gözler önüne seren yukarıdaki beyanat, –ya da itiraf mı demeli– bu itirafla gelen ferahlık başlıktaki kilit bir tabiri de yerli yerine oturtur, ya da en azından hesaba katmayı gerektirir: peşinden... Herhangi bir sömürgeleştirici metotla, tüketici kavramlarla, hakkında söz ürettiği nesnesi üzerinde iktidar uygulayan tekniklerle, bir inadı yahut boşluksuz bir iddiayı kuşanarak yazının peşine düşme, bir detektif iştahıyla takibe alma, onu ele geçirme arzusuyla Ulus Baker yazısının peşinde olma değil... Daha ziyade nesneden yayılan dalgalara kapılmayı, problemlere çekilmeyi, yazının peşi sıra sürüklenmeyi de göze alarak ona yetişmeye çalışmayı, gayret göstermeyi içerir anlamlarla peşinden... İnisiyatifsizlik, hesapsızca kendini bırakış, ebedi bir pasiflik, aşırı bir sevginin, hayranlığın yahut merakın yarattığı bir körlük değildir peşinden zarfının duyurdukları: Sadece maruz kalma tabiriyle de izah edilemeyecek bir açıklık, negatif veçheleri de dahil olmak üzere nesnenin etkilerini kabul etme, onlarla tartışma, tartışırken kendi meşruiyetini de sorunsallaştırma söz konusudur. Cansever’in “kapalı şiir yoktur, kapalı addedilen şiire açık olmayan kişi vardır” sözünde de ifadesini bulan bu eleştiri yordamı takatsizliklere rağmen nesnesini bırakmama, taşıdığı problemler karşısında havlu atmama, müdahil olma istencini diri tutar.

Ters girdilere, rahatsız edici düşüncelere, huzursuzluk veren sapmalara, kuralları silkeleyen istisnalara tahammül ya da tolerans değil, açıklık... Bu açıklıkta müttefik ya da hasım, hiç fark etmez; sanıldığı üzere hep ya da çoğun zayıf noktalara hücum edilmez; bilakis, –Hegelci bir itkinin de tesiriyle– nesne tam da güçlü kuvvetli olduğu yerlerde, bizatihi kendi toprağında, kendi terimleri ve sesi uyarınca, direnç boyları içinde karşılanır. Niteliksel ayrımların öne sürülebilmesi için bu şarttır. Her türden uzlaşma arzusu yahut mutabakat arayışı, dahası edebiyat ve politika düşüncesi de dahil olmak üzere farklı terimlere, farklı söylem, tarz ve niyetlere sahip dünyaları sorunsuzca kaynaştırma, hele de zorluk çıkarabilecek kimi parametreleri, sözgelimi Kafka’dan dem vurup da Freud’u kasıtlı olarak dışarıda tutma, törpüleyerek karşılaştırma işlemleri düşüncenin kilitlenmesi, problemlerin çözülmeden geçiştirilmesi anlamına gelir ki, bu da zihinsel bir zayıflığa, kireçlenmeye işaret eder: Koçak’ın dil repertuarında, eleştiri dünyasında kesintisiz kelimesinin hususi bir ayrıcalığı vardır. Kesintisizlik bahsinde düşünsel zorluklar, mecalsizlikler, hatta geçici kesilmeler, kızgınlıklar bile yardımcı kuvvetlerdir.

Ve peşinden kelimesine fazla yorum-anlam bindirmek, hatta onu kimi mecazlarla düşünme riskini almak pahasına: Sözün sonsuz semasında için için parçalanarak, helezonlar çizerek kayıp giden, gerisinde ve yanında yöresinde keskin ve köpüren ışımalar, dolaşık dağınık kıvılcımlar, altın tozları bıkarak uzaklaşan bir meteor, bir yıldız olarak Ulus Baker yazısı... Ve bu yazıyla, onun peşindeyken, yazının “yanıp sönen imaları”, yetersizlikleri, çapakları ve sersemletici basınçları kadar altın tozlarıyla, serinletici serpintileriyle de karşılaşan, yazıya tanıklık eden Koçak’ın eleştiri faaliyeti ve bu faaliyette merkezî bir işleve sahip kurucu bir edim: kamaşma.

“Bulanık atmosferin içinde gözlerim sımsıcak”
(Cemal Süreya)

Hayır, elinin tersiyle bir kenara ittiğinden değil, ama muntazam işleyişini Walter Benjamin’de bulan; melankoliden beslenen; sonsuz küçüklüklerden sonsuz büyüklüklere doğru yol alan; kalıntılarla, döküntülerle, oraya buraya saçılmış, kıymetsiz, çoktan değerden düşmüş parçalarla, cam küreleriyle iş gören; minimal materyalleri odağına almış, onlar tarafından büyülenmiş ve kozmolojik bir genişlik edinmiş bir kamaşma değil burada kastedilen. Benjamin’in kendine özgü kamaşma rejimi içinden nesnesine yönelttiği eleştirel bakış, Adorno’nun da işaret ettiği üzere, diyalektik düşünüşün kıyısına köşesine taşmış, henüz tam olarak özümsenmemiş malzemelere erişir, o malzemeleri yoğurur, işler. Bakış bir büyüteçle eğildiği nesnesinde radyoaktif tepkimeler, kırık kesik ışımalar yaratır. Ama hâlâ ya da çoğun “tarihsel şifreleri” çözme, miadını doldurmamış olsalar da “çağdışı” imgelerden panoramalar çıkarma azmi ve niyetiyle sınırlı bir tutumdur bu. Orhan Koçak’taki kamaşma rejimi kimi dirsek temaslarına rağmen Walter Benjamin’deki gibi değildir. Bir benzerine belki Marx’ın meta fetişizmi analizinde rastlanan, emtianın dolaşımını olduğu kadar üretim biçimlerinide hesaba katan, camera obscura olarak ideolojiden öteye geçip daha derine nüfuz eden bir eleştirinin nesnesi karşısında duyduğu türden bir ilk kamaşma ânı ve bu ânın etkilerini kavrama, anlamlandırma girişimleri... Marx nazarında, camera obscura terimi dolayımıyla tasavvur edilen ideoloji kavramının retinaya düşen baş aşağı imgelerle, karanlık ve ışık diyalektiğiyle, saklama ve ifşa oyunlarıyla bezeli, yetersiz bir kavram olduğu anlaşılır. Tarihsel gelişimin neticesi olarak dünya ya da kadim bir metafizik-felsefi problem değil, hemen şurada yer kaplayan, hareket eden metaın/ürünün tözü muamma olma vasfını hâlâ sürdürüyordur. Toz duman arasında kalmış, envai çeşit yorumla örtülmüş metaın gözler önüne serilmesi, niteliklerinin tartışılabilmesi için siyasal iktisadın ideolojik bakışından fazlası, ondan daha yetkin ve daha keskin bir eleştiri gereklidir. Kapitalist zenginliğin en temel, en küçük hücresi olarak meta, üzerine örtülmüş peçelerden ötürü henüz sisler içindedir. “Görünüş”se yeterli olmadığı gibi aldanmalara, “yanlış bilinç” olarak ideolojilere yakıt temin ediyordur. Emtiayı görünmezleştiren türlü peçeleri kaldırmak, onları fetiş niteliğinden çıkarıp duyulabilir nesneler haline getirmek Marx’ın eleştiriye yüklediği başlıca misyonlardandır.

Kapitalist toplum önünde sonunda bir rekabet toplumudur. Bu toplumda insanların birbirleri karşısındaki konumları, Walter Benjamin’in de belirttiği üzere borçlu yahut alacaklı, satıcı ve alıcı, işçi ve işveren şeklinde örgütlenmiştir. Elbette bu ikilikler dışında daha yığınla ara-oluşum, ara-form vardır, fakat bu ara-oluşumlar da üretim ve tüketim çemberine tabi şekilde piyasada görünürlük kazanarak, bir arzunun taşıyıcısı olarak arzı endam ediyorlardır. Gelgelelim, bu toplumda metaın da bir arzusu vardır: Görülmek, kullanılmak, tüketilmek ve bu sayede yeniden üretilip doğmak, daha güçlü, yetkin ve daha pahalı olmak hedefleriyle... Benjamin’in geçerken değindiği, Marx’ın bir şakasında geçtiği üzere, “metaın ruhu”nun alametifarikası her insanı “eline ve evine geçeceği” bir alıcı olarak görmesidir; bir bakıma metaın en kuvvetli ütopik dürtüsüdür bu: Tek bir ürün olarak, rekabet sürecinde kendisine benzer diğer ürünleri sindirip bastırdığı, tüketim halkasının dışına fırlattığı, sonsuzca genişlik kazandığı, bütün ellerin sadece ona dokunduğu, onu kavradığı bir ürün olarak tiranca bir mutlaklık istenci... Bu ütopik dürtünün tazyikiyle emtia pazarda sergilenir, elden ele dolaşır. Emtia etrafına kalabalıkları, ilgili bakışları toplar, bu bakışlardan etkilendiği gibi kendisi de onlar üzerinde etkide bulunur. Mümkün tüm bakışları kendi üzerine çekmek için o da bir kamaşma etkisi yaratmak üzere “yanıp sönen imalarda” bulunur, potansiyel alıcılarına göz kırpar, onlarla cilveleşir, konuşur: Şaşkınlık, imrenme, kıskançlık, haset, iştah ve sair türlü güdüleri harekete geçirir. Hâsılı, meta erotik kıvraklıkları, çekim gücüyle baş döndürür, afallatır, sersemletir. Bununla birlikte, emtia sadece alıcılarla değil, kendi arasında da hem bakışma hem de konuşma halindedir, alıcısını olduğu kadar kendisini de etkiliyor; kıskançlık, arzu, hiddet türü dalgalanmaları kendi içinde de yaşıyor, alıcısının eline kavuşmak için rekabete tutuşuyor, itişip kakışıyordur.

Ve nihayet meta tedavüldeyken birdenbire bir el tarafından satın alınır, kullanılır ama metaın cezbine kapılmış özne ne türden bir etki alanına girdiğini sezse bile bunu büsbütün idrak edemiyor; bulanık bir arzu ve tatmin çizgisinde kalıyor; satın aldığı hazzı deneyimliyor fakat bu hazzın neticede onun için üretilmiş olduğunu, bu üretimin imgelerinin –metaın pazardaki imajlarının, kılıflarının vb.– bir alıcı olarak tutumlarını belirlediğini hesap dışı bırakıyor ya da bunu hiç umursamıyor; metaın çemberler halinde yaydığı arzu titreşimleriyle, şiddetiyle yetiniyordur. Marx meta fetişizmi eleştirisi sayesinde söz konusu baş dönmelerini, büyülenmeleri, metaın satıcı ve alıcı arasında yarattığı merkezkaç kuvvetlerini, zevkin kaynağı da dahil olmak üzere dil düzlemine taşıyarak en küçük hücrenin varoluşundan hareketle hukuk ve egemenlik ilişkilerini de dairesine alır bir tarzda bir anatomiye varır: Kapitalist toplumda zenginliğin üretimini, “değer problemini” merkeze alarak dönemsel krizler de dahil olmak üzere sermayenin birikmesini, yoğunlaşmasını, gelişimini, serpilip yayılmasını, keza kriz evrelerindeki baş aşağı inişlerini, iflas süreçlerini, karşılaştığı sorunları çözme stratejilerini, ezcümle emtianın ritimlerinden hareketle sermayenin varlığını tartışmaya açar. Bu tartışmada emtianın ruhuna ilişkin gözlemlerin bileşkesi olarak sermayenin ruhu da açığa vurulur: Bu ruhun ürkeklikleri, yatırım hamleleri, korkuları, istek ve arzuları, hiddet ve kaprisleri, seferber ettiği kuvvetleri, rüyaları ve kâbusları, kâr ve zarar hesapları masaya yatırılır; ruhun röntgeni çekilir; güya bilinçli-rasyonel tutumlarına eşlik eden bilinçdışı fanteziler, paranoyalar da ihmal edilmez. Ne var ki, faili olmayan, yalıtılmış, kendiliğinden bir varoluşa sahip değildir sermayenin ruhu: Burjuva figürü ve sermaye arasındaki ilişki...

Kısmi analojilerle ve ihtiyatla, Orhan Koçak’ın eleştiri işleminde kamaşmanın kimi semptomları: Her yazı –özellikle şiir– bir bulanık atmosfer içinden görülür sanki; gözler yazının oluşturduğu atmosferde, yazıdan tabakalar halinde yayılan, bazen kirli de olabilen dalgalardan, basınçlardan ötürü sımsıcaktır. Eleştiri bir soğutma işlemi gibidir. Bulanıklığı gidermek, buğuları dağıtmak, öznenin neyle karşılaştığını kavraması için bir ayıklama işleminin yanı sıra, nesnenin yakınlaştırılması, netlik kazanması da gerekiyordur. Başlangıçta yazı pazardaki bir ürün kadar tanımsız, hem yakın hem uzak, garip ve örtülüdür. Bu anlamda Koçak açısından dolaşımdaki bir yazı ile karşılaşmak –şok etkileri de dahil– meta ile karşılaşmak gibidir: Yazıdan yayılan ışımalarla gözler, alınan hazlarla damak kamaşır. Eleştiri işlemi yazının yarattığı kamaşmayı gidermek değil, sindirmek üzere iş görür. Bu sindirme sürecinde kamaşmanın gerilimleri soğur ve yazının hatları giderek belirginlik kazanır; bu esnada eleştirinin kendisi de kendi kamaştırma etkisini yaratır tabii: Koçak’ın yazısındaki kamaştırma okuyanı yazının peşinden sürüklemez, daha ziyade manyetik bir çekim gücüyle etrafında tutar. Okuyanın yazıya çekildiği, hatta bazen suç üstü yakalandığı, ışımaların etrafında dolandığı, riskli dönüşleryaptığı, yetişememe ihtimaliyle değil, belki kaybolma ihtimaliyle yüz yüze olduğu bir kamaşmadır bu...

Eleştiri bir çeşit ilk reaksiyon olarak kamaşmanın tazyikiyle işe koyulur; kamaşmalar düşünce sahasında, zihinsel soruşturmalarla yatıştırılır; daha doğrusu bağlamlar edinir, tarihselleşerek dilde ifadeler kazanır, siyasal içerikler edinir... Koçak’taki eleştiri işleminin belki de en özgün, en kişilikli yanıdır kamaşmalarla kurulan ilişki. Genel anlamıyla eleştiriye ilk kez Koçak’ın işleriyle dahil edilen bu edimin geriye doğru izlerini sürmek pek olası değil gibi: Epeyce zorlamak kaydıyla belki Tanpınar’da çok cılız, cemiyet ilişkileriyle sıkışmış, mazi fikriyle kötürüm, hatta mahcup bir edim; Cemal Süreya’da erotik atılımları geometriyle kesilmiş ince bir damar, “Behçet Necatigil’in gözlerini yine bir şeyler kamaştırıyor” türünden müthiş gözlemlerine rağmen.

Nesnenin etkilerini kabul edip onu yeniden ama bu kez kendi yazma işleminde dışa vurmak: Koçak’ta eleştiri pratiği yazıyı parçalardan oluşmuş, kendi içinde bir birim olarak değerlendirir; bu birim bir yakınlaştırma sürecine tabi tutulur; yazının kopup gitmesine müsaade edilmez, hızı ve akışkanlığı yavaşlatılır; eleştirel bakışın temas ettiği yerlerde ışıltılar, çizgiler, noktalar, açılmalar vuku bulur; asidik çözülmelerin yaşandığı bu kesitte kendini muhafaza etmek kadar açmak da isteyen yazı ile karşılıklı bir tartışma sürdürülür. Bu tartışmalara kâh kalınlaşan kâh incelen, ama daima orada olan bir ironi de eşlik eder. Marx’tan daha şakacıdır ama Koçak; zekâ bir “ahlak kategorisi” olmaktan, politik duyuşla kendini sınırlamaktan çıkar, ironide erir, plastikleşir. Koçak’taki ironi Thomas Mann’da görülen cinsten keskin, müdanasız bir ironidir: Tabii kapıdan kovulan Nietzsche, Thomas Mann dolayımıyla bacadan içeri girer. Koçak yazıyla kurduğu ilişkide yazıdaki düşünceyi –kıymeti– açığa çıkarmak, onları başka düşüncelerle gerilime sürüklemek, düşünceyi kışkırtmak için ironiden el alır; tabiri caizse yazıya sataşır, huzursuzluk çıkarır: Hasarsız karşılaşma yoktur Eleştirinin merceğinden bakılan yazı kimyasal çözülmeler yaşar, evet ama Koçak bu çözülmeler esnasında sonuna kadar demokratik bir tutumla diyaloğu elden bırakmaz; konuşmada öncelik kendisinin değil, muhatabınındır. Bu itibarla bazen kör noktalara, sınırlara, bazen merkeze yönelik asidik-çözücü bakışlarla yol alan eleştiri sadece bakış rejimi ile de sınırlı değildir; eleştirinin bir başka veçhesi de nesnesini dikkatle dinlemesi, eleştiri sürecinde çıkardığı sesleri de dahil olmak üzere yazının muhtelif seslerine, suskunluk anlarına da eğilmesidir. Yazının yol açtığı kamaşma süreçlerini gözlemler, tartışırken müzikal bir çizgi de gündemdedir: Karşıtlıklarla, gerilimlerle yükselip alçalan, kamaşmanın şiddetiyle şekillenen tonlamalarıyla polifonik bir eleştiri.

Üretim bahsinde bir masanın tasarımı ile bir yazının tasarımı arasında da paralellikler vardır. Bir meta olarak yazı –düz anlamıyla– kullanılmak, tüketilmek, okunmak amacıyla üretilir. O da tıpkı bir meta gibi reyonda-kitaplıkta yer almak, kendini sergilemek istiyordur. Bu üretimde burjuvazinin sermaye ile ilişkisine benzer şekilde yazar da kendi yazısı karşısında yatırımda bulunan mütereddit bir burjuva imgesini andırır: Metaya –sermayeye– dönüşecek olan yazının üretimi için müstakbel yazının henüz cisim bulmazdan önce yazara uyguladığı baskılar, risk göstergeleri, öne sürdüğü talepler, teknik araçlar hazır bulunmalı, ve özne uygun anda işe soyunmalıdır, rakip yazarların orada duran tehditkâr varlıklarına rağmen... Yazının tasarlanması, örülmesi ya da sökülmesi, yükseliş ve düşüşleri, tıkanma ve çözülmeleri, krizlerle baş etme yolları, elbette onun bir ürün olarak meta ile düşünülmesinin yanı sıra, batma korkuları ile büyüme düşleri arasında salınan bir şirket zihniyetiyle cisimleştiğini de pekâlâ ima edebilir... Vites düşürmekte fayda var: Meta, yazar, sermaye, yazı, şirket, emek, ürün gibi alerjik kavramlar... Ya da sorunsuz başka yükleriyle metnin inşası, yapılanması, metinlerarasılık gibi daha albenili kavramlar... Katı, yüklü, elektrik trafolarını andıran kavramların yanına bu kavramların voltajını düşüren kelime parabolleri çizmekten söz ediyordu Cemal Süreya: Mesele aslında kendisi de bir yazı türü olan eleştiride iktisadi bakışın rolüne işaret sadece. Koçak’ın eleştirel bakışında büyük ölçüde Marx’tan devralınmış, bu diyarlardaki harikulade pratiklerini ise şiir tartışmalarını “rant”, “kredi”, “otofinansman”, “kadro” gibi terimlerle sürdüren Cemal Süreya’da bulan iktisadi bir perspektif söz konusu. Bir kamaşma rejimi içinden kotarılan eleştiride bu perspektifin işlevini yabana atmanın bakışı köreltmek değilse de, onunla hiç karşılaşamama, bakışamama talihsizliğine yol açması muhtemeldir. İktisadi perspektifin parıltılı bir örneği olarak Cemal Süreya’nın Uyar’ın şiirini eleştirirken kullandığı başlık mesela: “Turgut Uyar’ın Girişimi.” Yeltenme, kalkışma anlamlarını hiç hasıraltı etmeden, ama daha ziyade riskler alan, kaygıları olan, başarısızlık ihtimalleriyle karşı karşıya bir girişimci olarak şair: Ve bu şairin girişimlerinin neticesi olarak da dolaşıma sokulan, içinde başka girişimcilerin şiirlerinin de devindiği, alıcılarıyla buluştuğu yahut hâlâ onları beklediği bir uzam olarak dil...

Marx’ın şakasını yazıya bükerek söylemek gerekirse, yazıların da ruhları, bu ruhların kendilerine has ritimleri vardır. Koçak eleştiri sırasında yazıdaki ruhu mercek altına alır. Yazılar da tıpkı metalar gibi cisimleşiyorlardır: Bu durumda onlar da kullanılmak, bir ihtiyacı giderirken zevk de vermek üzere sözün pazarında, söylem dünyalarında dolaşıyor, kendi aralarında kümelenip konum alıyor, birbirleriyle dalaşıp yer edinmek, görünmek üzere kımıldıyorlardır. Öte yandan, yazının ütopik dürtüsü de metanın ütopik dürtüsünü çağrıştırır: Meta gibi yazı da tüm bakışları kendi üzerine çekmek, mümkünse bütün ellere ve evlere erişmek, herkes tarafından okunmak arzusundadır; kendi şimdisinden geçip ikinci, üçüncü doğumlarla başlangıçtaki değerine yeniden kavuşmak, antikalık olmak istemiyorsa... Metaların kendi aralarında uzlaşmalarına yahut ihtilafa düşmelerine neden olan ideolojik dilleri olduğu gibi yazılar da kendi aralarında karşılıklı konuşma ya da bakışma rejimlerine tabidirler. Bununla birlikte ve daha mühimi: Yazılar da kullanım ve mübadele değerlerine sahiptir, ama bu değeri tam olarak nasıl edindikleri, hangi aşamalardan geçtikleri, kimlerin aracı olduğu, ne türden malzemelerin hangi yoğunlukta kullanıldığı, emek zamanı ve sair bileşenler tıpkı metada olduğu gibi yazılarda da belirsizdir. Şiir, roman, anlatı, gazete haberi, politik bir bildiri, bir aforizma, hiç fark etmez, herhangi bir yazıda değeri yaratan nedir sorusu eleştirinin çıkış noktasını ve başlıca yönelimlerini belirler. Koçak’ta eleştiri bir meta olarak yazının üretim sürecini, biçimini, hareketlerini ve içeriğini tartışmak suretiyle sisler içindeki bu bileşenleri açığa çıkarır. Dışarıdan değer, fazladan bir değer transfer edilmez, zira değer yazıya içkindir; eleştiri bu içkin değeri başka yazıların değerleriyle karşılaştırarak yorumlarda bulunur ancak. Ve fakat bir parametre daha vardır denkleme dahil edilmesi gereken; ideolojinin metaya yaptığını kurumsal eleştiri, aslında yorum pratikleri de yazıya yapar; yazılar daha önce ya da o esnada okunmuşlardır: Yazı ve üretim sürecindeki kimi peçelere okumaların bakiyesi olarak kimi çarpıtmalar, belli kodlar uyarınca alımlamalar, türlü şekillerde mistikleştirme operasyonları da eklenmiştir. Koçak nezdinde çoğun açarken gizleyen, konuştururken susturan bu ideolojik bakışlar da radara alınmak durumundadır: Yine Marx’ta görüldüğü şekliyle Koçak’ta da görülen eleştirinin eleştirisi olmazsa olmazdır.

Orhan Koçak eleştiri faaliyetinde yorum kabuklarını kaldırarak, onlarla da tartışarak, yerine göre polemiğe tutuşarak, ama sonuna kadar diyalojik-demokratik bir tutumla yazıya yönelir. Bu eleştirinin amacı herhangi bir yazıyı yargılamak, kaba ve kolay cinsinden bir iyi-kötü yahut çirkin-güzel ayrımı üzerinden ahkâm kesmek değil, belli bir şiddeti de göze alarak yazıyı izlemek; hareketlerini takip etmek; ürettiği gerilimlere eşlik etmek; yarattığı etkileri kavramak; yazının gerek kendi içindeki gerekse diğer yazılarla kurduğu bağlantınoktalarını tartışmak; yazının tökezlemelerine, tempo tutturduğu momentlerine eğilmek... Koçak kendi kamaşma rejiminden ürettiği yorumlarını cömertçe sunar. Kartlar hep açıktır. Kaçak dövüşülmez. Fakat herhangi bir adlandırmada bulunulmaz. Eleştiri sırasında uçlara taşınan dil değil, yazıyla konuşan düşüncedir. Bu konuşma tatlıya bağlanmak zorunda olmadığı gibi, nihai bir karara bağlamak zorunda da değildir. Hatta bir kararsızlık belki çok daha uygundur. Sözgelimi hakkında sayfalarca yorum ürettiği, doğumundan gelişimine, tıkanmalarından genişlik kazanmalarına kadar tüm sürecini kılı kırk yararak gözlemlediği, verdiği zevkleri icabında bağlamı unutmak pahasına deneyimlediği, bu deneyimdeki kamaşmalarını anlamlandırmak üzere şiirle ilişki kurduğu, Uyar’la ilgili çalışmasının şu kapanış sözleri:

“Bugün artık unutulmuş bir Amerikalı şairin, Archibald Mac-Leish’in Türkçeye de çevrilmiş bir şiiri vardı: Okyanusun yükseğinde uçan bir büyük kuşun (miho? albatros?) denize doğru alçalırken su yüzeyinde yansımasına, gölgesine gittikçe yaklaşmasını ve sonunda kendi imgesiyle bitiştiği, bir olduğu noktada artık ikisinin de kalmadığını anlatıyordu. Ama burada belki başka bir Amerikalının, E. A. Poe’nun ‘Bay Valdemar’ alegorisi daha geçerlidir. ‘Güzelleme’den sonra başka şiirler de geldi. Birinin (‘Adın’) ilk dizelerini aktarıyorum: ‘adın / sonu gelmez bir tartışma / herkesin /  bildiğinde direndiği bir yanılma / kutsal yanılma / ki çözümü / dünyanın son gecesinde / şimdilik kimsenin bilmediği.”2

Bu zarif tutum, bu geri çekilme hamlesi üzerine ne söylenebilir: Şiir ve şairi hakkında herhangi bir temsile niyet edilmediğinin, “şiirden daha akıllı olunmadığının”, bir otorite makamı olmak şöyle dursun, bu ikisinin sadece peşinden gidildiğinin, bu evrede kimi sözler edildiğinin, ama bunların hepsinin geçersiz de olabileceğinin patırtısız kabulü... Hem adı şuradan olan bir şairi sonu gelmez bir tartışmada bir yere zincirlemek ne mümkün, dünyanın son gecesindeki bir çözüme daha şimdiden talip olma hırsıyla...

Durmalı artık. Gerekli gereksiz bir araba dolusu laf, ya da Uyar’ın sözüyle “ben ne anlatıyorum”. Şimdilik kapatırken, ikinci ve son kez mecaz kullanma hakkı ama, şunca yılın dostluğundan da icazet alarak... “Jandarma daima nesirde kalacaktır / Eşkıyalar çapraz astıkça silahlarını türkülerinde” diyordu Cemal Süreya. Eleştirinin jandarması değil, çapraz asılan silahlarıyla eşkıyası olarak Orhan Koçak... Bu durumda sözün semalarında bir meteor değil, sarp yamaçlarında, uçurum kıyılarında dolanan, geleni geçeni yolundan eden, baskınlar düzenleyen, sırtını yalnızca gerisindeki kayalara yaslayan, şeyhsiz bir derviş sabrıyla oradan, uzaktan gecenin yangınını izleyen bir güzel eşkıya...

Ona selam olsun!

 

NOTLAR:


1 Orhan Koçak, “‘Ulus Baker Yazısı’nın Peşinden”, Ulus Baker’in Aşındırma Denemeleri içinde, İstanbul: Birikim Yayımları, 2000, s. 251-255.

2 Orhan Koçak, Bahisleri Yükseltmek, İstanbul: Metis Yayınları, 2014, s. 282.