Orhan Duru: “ölünce bitmez”

"Edebiyatımızda gördüğüm örneklerde sanatçılar ölmüş sanatçı dostlarını yad ederler, hatırlamakla yetinirler, dedikodularını ederler, överler ama kendilerini onların yerine koymak üzere metin inşa etmezler, kendilerine onların persona’sını kullanarak seslenmezler. sanatçılar öldükten sonra ardından yığınla metin yazılır, sevilir, övülür, gömülür. hiçbir dostu kendini onun yerine koyup da kısacık da olsa bir kitap boyunca yazmaz."

12 Ağustos 2021 16:00

ferit edgü’nün yayımlanan son kitabını okurken, aklıma bir yazar adayının yıllar önce sorduğu soru geldi: “bu yaşlı yazarı neden okumalıyım?”

fütursuz sorunun sahibi, diri yazarları beğenmemek için bahaneler sayıp döküyor, bazı yazarları da sırf mezarları olduğu için okunmaya değer bulmuyordu: “onlar artık ölü” diyerek.

sanat ölümle devam eder, ölümle çalışır. öleceğimizi bilmesek güzelliklerin zevkini kovalamayız. zamanın bizi kısıtladığını bildiğimiz için anlatmayı tercih ederiz. ölmeden önce anlatmak hikâyecilerin güzelliği. bilmeyi de, öğrenmeyi de ölümle sevebildiğimizi pek söylemezler. bize sanatla, sıkı hikâyeyle vaat edilen, bilimle erişileceği söylenen gerçekler ölüme rağmen gömülmeyecek benzersizlikleri işaret ettikleri için kıymetli. niyetini tahmin edemediğimiz bir hikâyecinin nereye baktığını bilmediğimiz bir kadının suretinden bahsederken aslında bizim hikâyemizi anlattığını neden sonra anlarız.

sanatçının cenazesine katılır, onu gömeriz. “sanatçıya karşı son görev” kalıbını kullanır gazeteci kısmı. türlü çeşitli işlerle meşgul olan sanatçılar için devamlı kullanılır bu ifade. bu tip insanların sanatçıya karşı ilk görev olarak neyi gördüklerini hep merak ettim. yaşamını gazetecilikle kazanan orhan duru da merak etmiş. yayımlanmamış bir mektubunda “kusura bakma da sanatçıya karşı niye görevimiz olsun” demişliği var. sanki sanatçıya karşı ilk görevimizi yerine getirmişiz gibi davranmanın yolu son görevi ifa etmek. rezillik ve gazete. sanırım oscar wilde tüm basına zindandan küfrederken, basın emekçilerini ayırarak, “onlar günahsız, sadece kaderlerine düşen harfleri diziyorlar, gerçeklerden haberleri yok, onlara dokunmayın” demişti.

sanatçının ölüp gittiğini sonra hatırlarız, yazdığı bir cümleyi/kitabı okuruz, onunla içki içmiş, yahut bir hayvanı seyrederek sohbet etmişizdir. onunla zaman öldürüp arkadaşlık etmişizdir. ölmemiş gibi davranırız, onunla konuşmak için telefon bekleriz: raskol’un baltası’nın yayınladığı, ferit edgü’nün ölmeden önce öldükten sonra orhan duru kitabı okuyucuya bu gerçeği haber veriyor.

ölümle dirim arasında bir ip cambazı gibi hareket edemeyenler bu temel gerçeği anlayamıyor. dengesizliklerinde yeni zirveler arayanlar bazı mezarların rakımları hakkında bilgisiz olduklarını göremeyecek kadar dibe batmış, bataklığa gömülmüş durumda. kefensiz çamura yatanlar, güneş tepeye çıktığında başlarına bir mezar taşı dikilince irkilmemeli. istemeden küçük iskender gibi yazdığımı fark ettim son cümleleri. kendisi kimseye söylememem gereken bir bilgi vermişti. verdiği bilginin hayatiyeti şimdi ortaya çıkıyor. onun verdiği bilgiyi saklayarak bir bilgi vermeyi uygun buluyorum: “ölüleri sevmeyenlerin dirilere iyiliği dokunamaz. bizi insanlık zincirinin halkası kılan da bu işte.”

yazının başındaki soruyu soran kişi ona önerdiğim kitabı, yazarı “yaşlı” olduğu için okumayı gerekli görmüyordu. önerdiğim kitap abidin dino’nun kızılbaş günlerim isimli tutanağıydı. kısacık bir metindir. türkçe bilen bir kişinin sesli okurken dinlenip zevk alarak 4 dakika 17 saniyede kat edeceği bu benzersiz yazı, sanatçının ölümünden sonra basılmıştı. metin okuyucu önüne çıktığında yazarı hayatta değildi, yazıldığında epey gençti.

metinden hayat fışkırıyor, dirim dolu: belayı, sürgünü, kovuşturmayı, devleti, başkalarını (sartre henüz cehennemle başkaları arasındaki ilişkiyi kurmamış) umursamayan bir sanatçının ölmeyecekmiş gibi yazdığı cümleler insanı başına ne gelirse gelsin anlatmaya teşvik ediyordu. sanatçının ve cumhuriyetimizin gençlik çağında, basılıp basılmayacağını umursamadan yazdığı harikulade bu metni ferit edgü’nün dikkati ve sanatçıya sevgisi, okuyucu ile buluşturmuştu. yayımlandığı dönemde metne kör kalan yahut kör bakan kişilerin bugünlerde eski alışkanlıklarını sürdürdüklerini görebilirsiniz.

ferit edgü’nün gerçek ile sanata sadakati sayesinde birçok ilginç metin/ hikâye/ eser/ mektup/ sanatçı insan önüne çıktı. kendisi salt bir yazar değil: yayıncı, editör, mütercim, ressam, küratör, koleksiyoner, insan olarak ilginç metinlerle kayda değer işleri başka insanların karşısına çıkarmayı önemsedi. yazdığım ama yayımlamadığım bir romanım, tümüyle onun yayımlanmış bir metnine cevap olarak yazıldı. okuyucusunu yazmaya kışkırtan bir tarafı var.

sanatçının karşımıza çıkan son kitabı çok kısa bir kitap. bir ferit edgü okuyucusu olarak şu zamanda ondan büyük bir günlük, bir sanat/hayat muhasebesi, şakır şakır akan bir nehir söyleşi beklerken şaşkınlığa düştüm bu kitap karşısında. açıkça elime aldığım nesneyi hemen küçümsedim. “hah, bu kadarcık mı yazmış! son kitabı bu kadarcık mıymış!” diye söylendim. kendimde kınadım onu. okuyucu kısmının beklentilerini karşılamak bir yazarın işi olmamıştır hiçbir zaman, hem okuyup hem yazan biri olarak bunu biliyorum halbuki.

kitabın ön ve arka kapağı arasındaki yazan her şeyi çeyrek saatte okudum ama okumakla bitmiyor işte: 61 sayfalık kısacık kitap kafamın içinde uzun sürdü, bitmedi. bazı cümleler bazı metinleri, yazarları, sözleri aklıma getirdi. kapağını açtığım kitap başka kitapların kapağını açmaya yolladı beni. küçümsediğim kitap iki yanağıma tokat oldu. aklıma unuttuğum bazı yaşantılar, ölümler, metinler, doğumlar, resimler, çekilmemiş fotoğraflar geldi. ummazdım.

“sanatçının iddiasız görünen işlerinde bulduğumuz güzellikler ve orada bekleyen hayat, başyapıtlara değil değersiz görünebilecek eskizlere dikkat kesilmemizi sağlamalı: sanatçı tuvale değil tuvalet kâğıdına karaladığı bir mezar taşı çizimiyle, bir cümleyle kimliğini ve yaşadığını ifşa eder. bundandır kibrimizi bırakıp gerçeğe dikkat etmemiz gerekiyor.”

sanatla ilgilenen birine neden ölümü dikkate alması gerektiğini bildiren bir insanın sözleri bunlar.

kimdi hatırlamıyorum (büyük ihtimal ezra pound) birinin yaklaşık şöyle sözler dediğini biliyorum:

“sanatçı dediğimiz kişi, hazırlıksız yakalanıp en küçümsediğimiz işinde bile neden onun tüm işlerini büyük bir dikkatle ele almamız gerektiğini bize hatırlatır. bir yanıyla unutmayı yasaklayan güçlü bir zorba, diğer yanıyla sabırlı, sanrılı, iddiasız ve unutulmak isteyen çilekeş bir keşiştir.”

ferit edgü’nün bu son kitabında öykülerle, metinlerle, mektuplarla seslendiği, andığı, yerine geçip onun adına kendisine mektup yazdığı yazar orhan duru. türk kurmacası açısından dikkate değer bir hamle: kendi kimliğini, üslubunu ortaya koyarak sanatını kabul ettirmiş bir yazar, kurguladığı metin boyunca kendisi olmayı bir kenara bırakıp yıllarca mektuplaştığı, hayatı ve duygularını paylaştığı, hikâye yazan, kurmacayı hayatının bir parçası haline getiren, üslup sahibi bir yazar dostunun yerine geçiyor, hem kendisi hem o oluyor: kısacık bir kitap süresince. bir sanatçının bir sanatçıyı böyle anmasının örneği var mı?

edebiyatımızda gördüğüm örneklerde sanatçılar ölmüş sanatçı dostlarını yad ederler, hatırlamakla yetinirler, dedikodularını ederler, överler ama kendilerini onların yerine koymak üzere metin inşa etmezler, kendilerine onların persona’sını kullanarak seslenmezler. sanatçılar öldükten sonra ardından yığınla metin yazılır, sevilir, övülür, gömülür. hiçbir dostu kendini onun yerine koyup da kısacık da olsa bir kitap boyunca yazmaz.

orhan duru’nun yerine geçerek kendisine onun kelimeleriyle, cümleleriyle sesleniyor ferit edgü. onun cümlelerini de anıyor, kendi ağzını ona veriyor. şöyle düşünün, bir zamanlar mektup yazdığınız, söyleştiğiniz, hayatı paylaştığınız dostunuz, sizin gibi hikâyeler yazan, edebiyatla, sanatla yakından ilgili bir sanatçı ölmüş. defnedilmiş. bir adresi değil bir mezarı var, bunu biliyorsunuz. sizde zaman geçmesine rağmen ölmeyen bir şeyler var. ölmüş birine mektup yazmayı kimse yadırgamaz. ölmüş bir dostunuzun dilini, sanatını, bakışını kullanarak bir persona oluşturup onun tarafından size sizin elinizden bir mektup yazılması sadece yadırgatıcı değildir: bu kaçınılmaz ölüme karşı alınmış bir tavırdır.

kitabı okuyunca görülen şu: orhan duru bu dünyada bugün hiçbir sokakta gezmemesine karşın ölmüş biri olarak algılanmıyor yazar arkadaşı tarafından. kısacık kitap, bir insan ölmediği için yazılmış. sanatın/edebiyatın estetik ile etik arasında uzanıp duran ama herkesin geçemediği bir köprü olduğunu anlıyoruz.

“yazmak. edebiyat. ben bunların işlevine inanıyorum. hiç kimse okumasa bile edebiyatın gizli ellerde, yeraltında, yasaklansa bile okunacağına inanıyorum.” 18 haziran 1968’de böyle yazmış orhan duru, ferit edgü’ye.

eklemiş: “edebiyatın işlevi nasıl olur? edebiyatın işlevi nedir? doğru, burada karşılaşıyoruz zorlukla. ama herhalde yapılacak şey, okuyuculara –varsa o okuyucular ya da ilerideki okuyuculara– bir şeyler bırakmaktır(…) konuyu bir gazeteci gibi almalıyız. çünkü alt tarafı edebiyat, bir çeşit haberleşme aracıdır. haberleşme aracı olmakta devam edecektir. bizler işin içyüzünü anlatmalıyız. her şeyin içyüzünü. kendi içyüzümüzü, bütün açıklığıyla, nerde? ne zaman? nasıl? çevremizde gördüğümüz şeylerin içyüzünü anlatmalıyız. çağımızı doğru, kendimizce, çok çabalayarak, en derin ve ayrıntılı biçimde anlatmalıyız. yapılacak bu herhalde. edebiyatçı bir gazetecidir aslında... ezra pound üstadımız diyor bunu: literature is news that says news. (…) edebiyat, en dürüst haberleşme aracı olarak kalmalıdır. böyle kalırsa işlevi vardır.”

ferit edgü’nün mektup çağının bitmeye yüz tuttuğu son yirmi yılda kendisine gönderilen yahut gönderdiği mektupları okuyucuyla buluşturması sayesinde 1950 sonrasına ilişkin hayati bilgiler edindik. sanatçı son kitabıyla kurmaca ile mektup arasında mühim bir fark olmadığını işaret ediyor: yazıp göndermediğimiz mektuplar birer hikâye, yazdığımız ve kimlerin okuduğunu bilmediğimiz hikâyeler birer mektup olabilir kolayca.

 

TADIMLIK:

Ferit Edgü'nün büyük yangınlardan on beş ay önce, Mayıs 2020'de yazdığı, öykü kitabı Yolun Gittiği Yer'de yer alan "Yangın" adlı öyküyü ve bu öykünün kullanıldığı videoyu Tadımlık olarak sunuyoruz.

 

 

YANGIN

Yanmış ormandan geçtim.

Kapkara, kömürleşmiş ağaçlar. Yanmış otlar.

Çalılar. Sarmaşıklar. Tüm börtü böcek yanmış.

Kaplumbağalar. Tosbağalar. Kertenkeleler. Yılanlar

yanmış. Kelebekler bile.

Toprak öylesine sıcak ki üstüne basılmıyor. Kayalar

cehennem kayası.

Yanımdaki dostum, Bilmem biliyor musun, diyor,

böyle yangınlardan sonra, eğer yağmurlar bol ve

düzenli yağarsa bambaşka bir orman oluşur. Yeni

ağaçlar, yepyeni, yemyeşil bitkiler...

Ne kadar ister bu değişim, diyorum.

Havaya bağlı, diyor. Ben diyeyim yirmi, sen de otuz yıl.

Görür müyüz dersin, diyorum.

Bizler görmesek de, çocuklarımız görür, diyor.

Onlara ormanı nasıl koruyacaklarını öğretmemiz

gerek, diyorum.

Kendimize de, diyor dostum.

Üstüne basa basa yineliyor: Kendimize de.

Ferit Edgü, “Yangın”, Yolun Gittiği Yer.